Her yerden uzak, kimsenin bilmediği bir yerdeydi bu köy. Dışarıdan yabancı birileri gelmez, köyden de dışarı kimse çıkmazdı. Zaten köylüler yaşadıkları yerden başka bir yer bilmiyorlardı. Onlar için diğer köyler daha keşfedilmemiş ve haritaya eklenmemişti. Tabii aksini düşünenler de vardı. Özellikle aykırılar -yani gençler- dünyanın yaşadıkları bu köy ile sınırlı olmadığını düşünüyor ve köyden uzaklaşmak istiyordu. Köy küçük ve dört tarafı ormanlık alan ile kaplıydı. Hava kararınca o ormanlardan vahşi hayvanların sesleri gelirdi ve bu yüzden kimse akşam vakti dışarı çıkmaya cesaret edemezdi, herkes evine kapanırdı.
Bu köy küçük olduğu için yaşanan iyi veya kötü olayların hepsinden köy ahâlisinin haberi olurdu. Birisi yüz kızartacak bir suç işlediğinde tüm ahâli öğrenir ve o kişi kimsenin yüzüne bakamaz hale gelirdi.
İşte böyle bir köyde yaşayan Asaf sefalet içinde süren hayatına şikayet ediyordu. Fakirdi o. İki tişörtü vardı. Dönüşümlü olarak giyerdi. Bir gün üzerindeki yırtılınca canına tak etti. O esnada pazarın yakınındaydı. Bir adam tişört satıyordu. Asaf, sitem ederken görmüştü orayı. Bir kere eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmüştü. "Kötü bir niyetim yok, onlar zaten çok zengin, kimse görmeden şunlardan bir tane alsam." diye düşündü. Tezgaha doğru yaklaştı, bakıyormuş gibi yaptı. Satıcı başka bir tarafa doğru bakarken eline gelen tişörtü hızlıca alıp karnının üstüne doğru getirdi. Tam dönmüş gidiyorken satıcı onu fark etti. "Hey sen, ne aldın oradan? Kimsin sen?" diye sordu. Asaf donakalmıştı. Ne yapacağını bilemedi. Satıcı yanına doğru gelirken "Sana diyorum, mal mı çalıyorsun?" Satıcı Asaf'ın karşısına geçince şaşkınlıktan donakalmıştı. "Asaf sana inanmıyorum, sen tezgahımdan mal mı çalıyorsun?" Asaf buz kesmişti. Ahâli onların etrafına toplanmıştı. İçlerinden yuhlama sesleri, vah vahlar ve küçümseyici sözler geliyordu. Satıcı tekrar konuştu:" Herkesin gözü kapalı olarak güvendiği sen, nasıl olur da malıma göz dikersin? Buraya kadar mı senin adamlığın?" Uğultular yükseldi. Asaf'ın gözü kan çanağına döndü, yumruklarını sıktı ama konuşmadı. Satıcı tekrar söze girdi. Bu sefer daha gür bir sesle: "Söylesene için rahat edecek miydi? Vicdanın sızlamayacak mıydı?" Asaf bu sefer susmadı. Ondan da gür bir sesle bağırdı: " Peki sizin içiniz rahat mıydı? Her gün üstümde şu kokuşmuş tişörtlerle gezdiğimde, tarlalarınızda beni karın tokluğuna çalıştırdığınızda, hayvanlarınızı bana bırakıp hiçbir karşılık vermediğinizde sizin vicdanınız rahat mıydı?" Kısa bir sessizliğin ardından satıcı: "Gelip isteseydin sana vermez miydik?" dedi. Uğuldamalar yükseldi, Asaf'ın gözünden yaşlar boncuk boncuk akmaya başladı. Satıcı: "O elindeki tişörtü bırak ve git bir daha seni gözüm görmesin." dedi. Asaf tişörtü tezgaha doğru fırlatıp koşarak oradan uzaklaştı. Kimsenin girmediği küçük bir kulübesi vardı. Kafasını dinlemek için oraya giderdi. Oraya gitti. Başı dönüyordu. Ağladıkça ağlıyordu. Şeytan öyle bir girmişti ki aklına belalar okudu ona. Uzun bir müddet ağlayıp sayıklayarak uykuya daldı.
Uyandığında başı kazan gibiydi. Yaptığı hata aklına gelince tekrar yüzü kızardı. Ne yapacaktı şimdi? Nasıl bakacaktı insanların yüzüne? Bu küçücük yerden gitse gidemez kalsa insanların yüzüne bakamazdı. "Bir yol olsa" dedi. "Keşke bir yol olsa" O sırada gözü eski bir rafa takıldı. Büyük defterler vardı. Ayağa kalkıp defterleri eline aldı ve o tekrar oturduğu yere döndü. Defterleri çevirdikçe iksir dese iksir değil büyü dese büyü olmayacak tariflerle karşılaştı. Başkası anlatsa inanmayacağı tarifler… Hepsi el yazısı ile yazılmıştı. Kimin diye düşündü. Sayfaları çevirdi. En arka sayfada bir isim yazıyordu: "Bilge Asaf" bu ismi görünce Asaf dumura uğradı. Yazan isim dedesinin ismiydi. Defterde yazılanlar daha bir şaşırmasına sebep olmuştu. Köylünün anlattığına göre Asaf'ın dedesi ermiş, bilge bir adamdı. Tüm hastalıklara şifa, dertlere deva bulurdu. Asaf zamandan soyutlanmış bir şekilde defterde yazılanları okumaya başladı. Her okuduğuna ayrı şaşırıyordu. Derken hiç beklemediği bir sayfayla karşılaştı. Derdinin dermanı yazıyordu sayfada. Kocaman bir başlık atılmıştı: "Kötü Olayları Unutturan Koku". Okumaya başladı. Okudukça acaba işe yarar mı diye düşündü. En azından denemesi gerekiyordu. Defterde yazılanlara göre bir dağın tepesinde yetişen özel bir hanımeli bitkisinin özünü alması gerekiyordu. Aldığı o öz ile parfüm şeklinde bir koku oluşturacak ve hangi kötü olayın unutulmasını istiyorsa o onu kokuya doğru fısıldayacaktı. Daha sonra ise unutturmak istediği kişinin üzerine sıkacaktı. Fakat Asaf bütün köye unutturmak istiyordu. Herkese nasıl sıkabileceğini düşündü. Derken dedesinden gelen parlak zekasıyla tüm köyün kıyafetlerinin dikildiği terziye gidip kokuyu ordaki kumaşlara sıkarsa kökten bu işi halledebileceğini düşündü. Peki bu dağ neredeydi? Bulundukları köyde dağ yoktu. Bu da demek oluyordu ki dağ köyün dışında bir yerdeydi. Dedesi köylerinin dışında yaşamın olduğuna inananlardandı. Tarifin sonuna dağın olduğu haritayı koymuştu. Onun haritasında farklı köyler keşfedilmişti.
Asaf köyden nasıl çıkacağını düşündü. Köylüyle zaten karşı karşıya gelmek istemiyordu. Akşam vakti herkes evinde olduğu için akşam çıkmaya karar verdi. Kulübeden dışarı çıkıp saatin kaç olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Hava kararmaya başlamıştı. Herkes yavaş yavaş evine çekiliyordu. Asaf hiç vakit kaybetmek istemiyordu. O yüzden bu akşam gitmeye karar verdi.
Kulübede ona lazım olabilecek eşyaları aradı. Çok iyi ışık vermese de bir el feneri bulmuştu. Kendisini idare eder diye düşündü. Başka eşyalar da aldı yanına. Dışarıda kimse kalmayınca Asaf yola koyuldu. Dedesi dağın yerini adım hesabı tarif edip defterine yazmıştı. Asaf önce sağa dönecek yüz adım gidecek sonra dümdüz, bin kırk adım atacak sola dönecek, tekrar dümdüz belirtilen miktar kadar ilerleyecek ve dağa ulaşacaktı. Köyün çıkışına vardığında etrafta kimse yoktu. Ve onun şansınaydı belki de vahşi hayvan sesleri de yoktu. O yüzden hiç korkmadan köyden çıktı ve tarife göre yol aldı. Hiç uyumadan tan ağarana kadar yürüdü ve sonunda aradığı dağa kavuştu. Beklemeden dağa tırmanmaya başladı. Karnı gurulduyordu ama önemsemiyordu. Dağın tepesine ulaştığında sert rüzgar onu bir sağa bir sola savurmaya başlamıştı. Adımlarını zar zor atıp hanımelini aramaya başlamıştı. Çok geçmeden solunda o fevkalade kokuyu hissetti. Ona doğru ilerleyip çömeldi. Hanımelini topladı. Toplarken o koku onu huzura eriştirdi. Kimsenin yüzüne utanarak bakmayacağım diye düşündü. İşini halledip dağdan inmeye başladı. Bir an önce kulübeye gidip kokuyu yapması gerekiyordu.
Geldiği yolları büyük bir umut ve mutlulukla geri döndü. Kulübeye varıp tarifi yapmaya başladı. Bir gün boyunca tarifi yapmak için çalıştı. Ne yemek yedi ne de uyudu. Zaten yemek yemek istese yiyecek bir şey de bulamazdı. Tarifi hazırladıktan sonra terzi dükkanına gitmek için kulübeden çıktı. Onu görenler ona tiksinerek bakıyor ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Asaf ise onlara aldırış etmeden aceleyle yürüyordu. Terzi dükkânına geldiğinde hiç beklemeden içeri girdi. Köydekiler kumaşlarını buradan alıyordu. O yüzden herkes bu dükkana girebiliyordu. Asaf içeri girip çaktırmadan kokuyu kumaşlara doğru sıktı. Her birine sıktığından emin olduktan sonra kimseye bakmadan dükkandan çıkıp gitti. Giderken yine küçümseyici ve tiksinerek bakan gözlerle karşılaştı ama sabredip yoluna devam etti. Kulübeye vardı ve bir hafta kendini oraya kapattı. Nasıl olsa bir hafta içinde ahâli yeni kıyafetler, kumaşlar alır diye düşündü.
Bir hafta sonra ilk defa kulübesinden dışarı çıktı. Kimse ona küçümseyici gözle bakmıyordu. Gören ona tebessümle selam veriyordu. Asaf Allah'a şükretti. Bu utançtan kurtulduğu için defalarca şükretti. Tişörtü satan satıcının yanına gitti. O da Asaf'ı tebessümle karşıladı. " Asaf keyfin yerinde bakıyorum. Neşen daim olsun" " Sağ ol abi, havalardan bu keyfim." "Asaf yanlış anlamazsan satılmayan bazı tişörtlerim var. Onları sana hediye etsem, sen de kabul etsen nasıl olur?" " Yok abi estağfirullah ama zor durumda kalma." " Ne zor durumda kalması evlat? Sen bizim güvenerek hayvanlarımızı emanet ettiğimiz kişisin. Şurda birkaç tane tişört hediye etsek batmayız ya." "Allah razı olsun abi iyi ki varsın."