Günün ilk ışıklarıyla yola koyulduk. Bu seferki rotamız Giden Gelmez Dağları'ydı. Biz dağcılar için vazgeçilmez bir tutku olan tırmanma işini bu kez keçilerin üzerinde güdüldüğü, topraktan çok taşa bastığınız bu dağlarda yapacaktık.
Bu tırmanış beş kişiden oluşan ekibimiz için farklı bir tırmanış olacaktı. Çünkü bugün tırmandığımız dağda özel olan bir hanımeli türünü bulmaya çalışacaktık. Sadece bu dağlarda yetiştiğini ve ateşli hastalıklara iyi geldiğini duyduğumuzda onu bulmak için heyecanlandık. Bugünü özel kılan en önemli şey bu çiçekti.
Varmamıza çok az kalmıştı. Araba toprak yolda sabah güneşinin yüzümüzü selamlamasıyla ilerliyordu. Önceleri olsa illaki buralarda insan yaşar dediğim hiçbir yerde insan kalmamıştı. Yirmi beş yıl bu topraklardan yalnızca beni değil çoğu insanı beraberinde götürmüştü.
Bir ara tekerleklerden birinin arasına sıkışan taşı çıkarmamız dışında oldukça sorunsuz bir yolculuğun ardından obaya vardık. Elimin parmaklarından az diyebileceğim sayıda ev ve buraların çobanı Faruk abi karşıladı bizi. Faruk abi sağ olsun çok sevecen adammış. Bize kucak açtı, olur mu oğlum ben sizi bırakmam bu dağlarda tek başınıza ben sizinle gelir, yol gösteririm dedi. Bunu söylerken ne kadar da içten ve ısrarcı olduğunu parlayan gözlerinden anladım. Bizimle gelmek için can atıyordu. Ekip ile konuşup bizimle gelmesinin bizim için faydalı olacağına kanaat ettik. Biz de Faruk abiden memnunduk.
Bir saat içinde işleri halledip arabayı uygun bir yere park ettikten sonra yola koyulduk. Faruk abi eşi ve bir torunuyla yaşıyormuş burada. Onlar dışında beş altı hane daha varmış, fazlası yokmuş. Herkesin gittiğinden, hâlâ da gitmeye çalışanların olduğundan bahsetti. Neden?, Dedim. Niye gidiyorlar? Faruk abi başını yoldan kaldırıp bir iç çekti. Şartlar... Dedi. Şartlar kötü, insanlar daha yaşanabilir yerlerin olduğunu biliyorlar, giden de gelmiyor zaten. Sen neden gitmiyorsun? Dedim. Buraların son çobanı benim, ben de gidersem bu dağlar ıssız kalır. Bir de ,eliyle henüz uzaklaşmadığımız obanın kenarındaki mezarlığı göstererek, oğlum ve gelinim şurada yatıyor. Onları burada yalnız koyamam, dedi. Biz önce gösterdiği yere sonra da ayağımızın altındaki taş zemine öylece baktık.
Faruk abi insanların sürekli gittiğini anlatınca onun bizimle neden dağa gelmek istediği daha bir anlam kazandı. Biz onun için yeni simalardık. Uzun zamandır aynı insanları ve keçileri gören birisi için nimet de denebilirdi.
Tırmanışımıza devam ederken arkadaşlardan biri, konuşmaya daldık çiçeği unuttuk, deyince hepimiz aynı anda unuttuğumuz şeyi fark ettik. Ne çiçeği? dedi Faruk abi. Ona buralara yetişen özel bir hanımeli türünü bulmak istediğimizi söyledik. Faruk abi afallamış gibi baktı bize. Ne yapacaksınız o çiçeği? Dedi. Abi dur hele neden bu kadar şaşırdın?, diye sorunca "Bilmezsiniz siz o çiçeğin bir hikâyesi vardır." dedi. Ekip olarak böyle hikayeleri de dinlemekten keyif alırdık. Anlat da bilelim abi, deyince Faruk abi hiçbirimizin bilmediği hikayeyi anlatmanın gururuyla söze başladı:
" Bu dağların en meşhur hikâyesidir. Ahali bu hikayeyi bildiğinden bu Hanımeli'ne pek yanaşmaz. Vaktiyle, tabi çok zaman önce, buralar kalabalık iken, çoluk çocuk sesi etraftan kesilmemişken, her evde en az beş kişi olduğu günlerden, güzel zamanlardan birinde bu yörede Firuze adında bir kız yaşıyormuş. Daha onbeşinde ya var ya yok. Ama o kadar güzel bir kızmış ki yanakları al saçları sırma, gözünün altından şakaklarına kadar çilleri, yay gibi kaşları varmış. Bir de kırmızı, ipek kumaştan bir elbisesi varmış ki dillere destan. Babası savaş biraz durulunca ailesine birkaç erzak yolladığında o çuvalın içinden çıkmış bu al kumaş. Firuze bu elbiseyi giyince bakan bir daha bakarmış, ahali onun güzelliğini konuşurmuş.
Güzeller talihsiz olur derler. Bu kızın ilk talihsizliği babasını harpte kaybetmesi olmuş. Ardından felaketler bitmemiş. İki küçük kardeşi zamanına yaşanan büyük selde kaybolmuş. Firuze anasıyla kalmış bir başına. Tabii anası evden içeri üç ölüm peş peşe girince dayanamamış, hastalanmış. Firuze korkmuş tabi anam da ölürse kalırım bir başıma diye. Yana yakıla anasının derdine derman bulmaya çalışıyormuuş."
Faruk abi biraz durup soluklanıyor, hikayenin arasında bize dağların bazı özellikleri hakkında bilgi vermekten de geri durmuyordu. Ee sonra nolmuş? Dedi ekipten bir ses. Faruk abi baktı iş tüm heyecanıyla sürüyor, devam etti anlatmaya:
"Sonra nolacak işte bizim Firuze, o güzelim kırmızı elbiseli Firuze, işin hâl çaresini öte obada bir şifacının olduğunu duyunca ona gitmekte bulmuş. Söylenenlere göre gidip gelmesi üç gün sürmüş. Firuze şifacıyla çıkıp gelince görmüş ki anasının hastalığı daha kötü olmuş, anası elden ayaktan kesilmiş, kimseyi duymaz, etrafta olup biteni anlayamaz olmuş. Şifacı Firuze'ye şu sizin aradığınız Hanımeli'nin türünden bahsetmiş. Onu bulup kaynatıp anasına içirirse iyileşebileceğini söylemiş. Halk biliyor tabii etme eyleme o çiçeği bulamazsın deseler de Firuze elde avuçta bir anam var diyip gitmekte karar kılmıış.
O günün akşamı komşular Firuze'yi caydırmak için bak kızım gel etme, oralara gitme, bu dağlar senin gibi toylar için tekin değil, demişler. O günün akşamı da obada büyük bir düğün varmış. Halk arasında sevilen Ali Cabbar da gırnatasını çalacakmış düğünde. Allah rahmet etsin o da şehit oldu tabii. Neyse bu başka hikayenin konusu. Firuze'yi bir de böyle ikna etmeye kalkmışlar. En son Firuze tamam gitmeyeceğim, siz düğüne hazırlanın orada görüşürüz, diyip yollamış tüm komşuyu. Tabii o kız hiç söz dinler mi? Dinlememiş.
Akşam gün kararınca yanına bir parça ekmek almış, şişeye ateş böceklerini doldurmuş, koyulmuş yola. Artık ne kadar gitti, ne kadar gidemedi bilinmez. Düğün dağılıp da Firuze ortaya çıkmayınca ahali anlamış ki kız kaçtı. Sabaha kadar beklemişler kız gelmemiş. Dört koldan aramaya başlamışlar. Kimisi der üç hafta kimisi der üç ay Firuze'yi aramışlar, bulamamışlar. Anası da garibim hiçbir şeyin farkında değil tabii.
Sonra işte bir gün yine ararken bu dağların bir köhne yerinde bir kuyunun içinde Firuze'nin kırmızı elbisesinin kumaşına rastlamışlar, üstelik kumaşın yanında bir demet hanımeli solmamış, öylece duruyormuş. Firuze de yaşıyordur diye aramışlar taramışlar ama bulamamışlar. Tabi sonradan gidip bakanlardan ben o kuyunun başında beyaz bir ışık görmüştüm, ben bir ceylan görmüştüm gibi şeyler söyleyenler olmuş tabi ama bilirsiniz rüzgâr esse kıyamet koptu diye söylenir. Onlar ne kadar doğru bilinmez.
Tabi hanımelini ve kumaşı almışlar götürmüşler. Hanımeli Firuze'nin anasını iki günde iyileştirmiş ama kadıncağız iyileştikten sonra kızının kaybolduğunu öğrenince o günden sonra hiç konuşmamış. Elinde kırmızı kumaşla dolanıp dururmuş. İşte böyle bir hikaye bu yörede dolanıp durur. "
Faruk abi bitirince hepimiz hikayeyi çok sevdik ama aklımızda bir soru vardı. O çiçekleri biz bulamayacak mıydık yani? Bunu sorunca Faruk abiye hemen unuttuğu şeyi söyler gibi
Bulacaksınız tabii ki. Söylenir ki Firuze'nin anasının aklı başına gelince elinde kalan Hanımeli çiçeklerini işte şuraya dikmiş ki şifasını arayanlar bu dağlarda yitip gitmesin.
Bunu söylerken bize eliyle işaret ettiği yere bakınca sarmaşıklarla dolanmış bir sürü Hanımeli karşımızdaydı. Faruk abi hikayeyi tam da yerinde bitirmeyi başarmıştı. Hepimiz çiçeklere bakıp tebessüm ediyorduk.
Akşam gibi tekrar geldiğimiz yoldan geri yürüdük. Faruk abi bırakmadı, bizi bir gece ağırladı. Ertesi gün de tırmanmadan dağın etrafına bir yürüyüş yaptıktan sonra geri döndük. Faruk abi sanki dün değil de yıllar önce tanımış olduğum bir abim gibiydi. Onunla yollarımızın ayrılmasına oldukça üzüldüm. O da üzgündü çünkü biz ona bu dağlarda farklı bir ses olmuştuk. Bizi sevmişti bunu çok derinden hissettim. Elimize süt peynir ne varsa tutuşturup bizi öyle selametledi. Buruk bir tebessümle Faruk abiye veda edip yola koyulduk.
Yolda camdan seyrettiğim Giden Gelmez Dağları'nın ismi Firuze'yle artık daha da anlamlıydı. O dağlara giden de gelmiyordu, o dağlardan giden de. Bu dağların son çobanı Faruk abi bir şekilde hayatına devam edecek, bizler başka dağlarda başka hikayeler dinleyecektik. Biz de bu dağlara gelmiş ve gidiyorduk ama Faruk abi bu dağlardan gitmedi. Onu işine bağlayan keçileri ve toprağa bağlayan iki tane mezarı vardı.
Faruk abi bana nereye bağlı olduğumu sorgulattı. Bu zamana kadar tırmanmaktan başka amacı olmayan dağcılık serüvenim bugün Giden Gelmez Dağları'ndan ayrılırken yeni bir anlam kazandı. Bu dağlar Firuze'yi taşıyor içinde. Firuze gerçeğiyle de efsanesiyle de bu dağlara ait. Kim bilir bir gün bir tutam Hanımeli veya bir parça kumaş da beni bir dağa ait yapar.