Dağın Şarkısı

Emine Ecran Şenel

Dağları görür, onların durduğunu sanırsın; oysa bulutlar gibi hareket ederler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır. (Neml sr. 88)

Tavşan dağa niye küsmüş? Canı küsmek istemiş, küsecek kimse bulamamış da ondan. Dağ ne yapmış? Haberi olmaması yalan. Umursamamış. Tavşan bu, bugün küser yarın barışır, demiş. Eh, dediği de olmuş. Bugün küsmüş, yarın barışmış tavşan. Tavşan barışınca dağ ne yapmış? Ne yapacak? Umursamamış. Büyüklük bende kalsın, demiş, kaldıkları yerden devam etmişler. Büyüklük hep dağlarda kalır. Dağlar hep büyük kalır. Dağlar dağlaaar kurban olam yol ver geçem/ Sevdiğimi son bir olsun yakından gööreem demiş şair. Şair öyle deyince dağ ne yapmış? Sevenlere yol olmak sevaptır, demiş, yol vermiş. Dağ yol vermiş vermesine ama yol şairin gözünde büyümüş. Erinmiş yolları yürümeye. Ey dağ, kapat yolları, aman deyim çaktırma. Sorarlarsa bahanem olsun, demiş. Şair öyle deyince dağ ne yapmış? Ne yapacak? Başındaki karları dökmüş yollara. Ama bak şu görünen adam karları yara yara geliyor dağa. Ne kar dinliyor ne yar. Dağı yâr etmek istiyor kendine, dağa yâr olacağını bilmeden. Dağa nasıl yâr olacak? Bekleyelim görelim.

Ey yüce dağ, bas beni bağrına, dedi adam. İnsanoğlu yalnızca kan emen vampirlere dönüştü, ne dost kaldı ne yâr ne yâren ne gardaş ne yoldaş. Bundan sonra yârim de yârenim de dostum da gardaşım da sensin. Evim de vatanım da sensin, dedi. Sırtını dağa yasladı. Dağ ne yaptı? Ne yapacak? Dağ gibi durdu adamın arkasında. Gibi fazla oldu dağ olarak durdu adamın arkasında. Adam çalıların içinden bir hışırtı duydu. Korktu. Yılan mı, kurt mu, ayı mı, domuz mu, diye düşündü. Bir taş attı çalıya. Çalı ah, etti. Adam, çalısının canını acıttı diye dağ, sinirlendi. Eteklerini topladı, öfkeyle sarsıldı. Adam korktu. Dağı terk etmeyi düşündü. Sonra vazgeçti. Dağa gelirken çarpıp çıktığı kapıları yeniden açamayacağını, tükürdüğü yerlerdeki tükürüklerini yeniden yalayamayacağını düşününce vazgeçti. Kendine küçük bir ev yapmaya karar verdi. Çantasından balta çıkardı. Gitti, dağın en kadim arkadaşlarından bir ağaca vurdu baltasını. Dağ sinirlendi. Eteklerini topladı koşmaya başladı. Adamı üzerinden uzaklara fırlatmak için saçlarını savura savura koştu. Adam korktu. Balta vurduğu ağaca sarıldı. Ağaç adama acıdı. Elinden tuttu. Adamı göğsüne yasladı. Saçlarını okşadı. Dağ, ağaca şaştı. Koşmayı bıraktı. Ne seviyorsun bu mendeburu, dedi. Ağaç boş ver, dedi. Cahildir o, takılma yaptıklarına. Senin yüklenmek istemediğin en ağır yükü o yüklendi zamanında, cahilliğinden. Cahile kızılmaz. Ancak acınır, dedi. Dağ yumuşadı. Eteklerini bırakıp olduğu yere yerleşti.

Adam ne yaptı? Ne yapacak şükürsüz? Ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti, tek eliyle saçlarını yana attı, dağa baktı hıh, dedi. Biz çok gördük bu tripleri kızım, bize koymaz, dedi. Dağ kafasını sağa sola sallayıp la havle, çekti. Ağaç? Adam ağacı çoktan unuttu. Ağaç önemsemedi adamı. Cahildir, dedi. Kendisini dağının kollarına bıraktı ve içine çektiği huzuru merhem yapıp adamın açtığı yaranın üzerine sürdü.

Bir kadın çıkıyor dağa. Başında çiçekli bir yazma, üzerinde çiçekli bir entari. Bu kendini bilmez cahil adam, o kadına âşık olursa kendimi keserim. Bir kadınla bir adam yan yana gelince illa âşık mı olmaları gerekiyor? Hem görmüyor musun kadın adamın annesi yaşında. Adam kadını fark etti. Ona doğru yürüdü. Kadın çiçek topluyor. Dağ bundan rahatsız oluyor yine de ses etmiyor. Cahildir, diyor kafasını sallayarak. Kadın da adamı fark etti. Ama önemsemedi. Adam, kadına yaklaştı, selam verdi. Kadın selamı aldı. Konuşmaya başladılar:

* Ne topluyorsunuz?

* Çiçek.

* Neden?

* Kumaşlarımın boyalarını çiçeklerden elde ediyorum.

* Bezzaz mısınız, terzi mi?

* Ne bezzazım ne terzi.

* Görmek isterdim kumaşlarınızı.

* Evim şu tepenin ardında.

Ne? Kadın tanımadığı adamı evine mi götürecek? Tanımadığı bir adama nasıl bu kadar çabuk güveniyor? Neden kadını sorguluyorsun da adamı sorgulamıyorsun? O da tanımadığı bir kadının evine gidiyor. Sonra ne oldu? Yürümeye başladılar. Adam sorular sormaya devam etti:

* Yalnız mı yaşıyorsunuz? Eşiniz, çocuklarınız var mı?

* Yaşamıyorum ama yalnızım. Eşim, dostum, çoluğum çocuğum yok.

* Hiç evlenmediniz mi yani?

* Hiç.

* Anne babanız rahmetli olmuşlardır herhalde.

* …

* Allah rahmet eylesin.

Tepeyi aşarlar. Dümdüz bir ovada tek bir ev var ve evin önünde, dallarında renkli kumaş parçaları bağlanmış dilek ağacına benzeyen kuru bir ağaç. Karşıda evleri görünen küçük bir köy var. Adam “Neden şu görünen köyde yaşamıyorsunuz da burada tek başınıza kalıyorsunuz?” diye sorar. Kadın güler. Cevap vermez. Adamı evine buyur eder.

Evde top top kumaşlar, renk renk boyalar var. İçerisi dağınık. Nem kokusuyla karışık esans kokusu sarmış her yanı. Adam kumaşları göstererek “Kime satıyorsunuz bunları?” diye sordu. Kadın “Satmıyorum,” diye cevapladı. Adam yüzünü kırıştırdı, gözlerini iğrenerek etrafta gezdirdi, bulduğu bir minderin üzerine oturdu. Kadın adama yiyecek bir şeyler ikram etti. Adam çok aç. Yüzünün kırışıklığını düzeltti ve yemeğe gömüldü. Kadın yemedi. Kumaşlarla ilgilenmeye başladı. Kimini özenle renklendirdi, kimini parçaladı, kimini çirkince boyadı, kimini çamura buladı, her kumaşın bir ucuna ağaçtan kopardığı kumaş parçalarını bağladı. Sonra da uğraştığı bütün kumaşları evin dışına attı. Adam anlam veremedi kadının yaptıklarına. “Neden yapıyorsun bu işi?” diye sordu. Kadın cevap vermedi. Tesbihini aldı. Adamın karşısındaki mindere oturdu. Kafasını kalbine doğru eğdi, tesbihi kalbine kadar kaldırdı, gözlerini yumdu.

Kadın bir derviş ve adamı eğitecek mi? Çok sıradan düşünüyorsun. Adam eğitilecek birisi değil. Kendi cinsinden olan insanları beğenmeyip dağa çıktı. Kimseyi beğenmeyen, kimseyle anlaşamayan kibirli bir kütük. Sığındığı dağa bile vefası yoktu, görmedin mi? Kadıncağız nasıl eğitsin bunu? Yemekten sonra adama bir ağırlık çöktü, oturduğu minderin üzerine kıvrılıp yattı. Uyudu. Üzerine yattığı kolunun uyuşukluğuyla uyandığında etraf zifiri karanlıktı. Kalkmadı. Döndü, biraz da diğer kolunun üzerine yattı. O kolunun uyuşukluğuyla uyandığındaysa sabah olmuştu. Baş ucunda bir kahvaltı tepsisi buldu. Kadın yoktu. Kahvaltısını yaptı. Tepsiyi kaldırma zahmetinde bile bulunmadan çıktı. Kadın görünmüyordu. Evin yanında yetişmiş kocaman bir hanımeli çiçeği vardı. Kokusu mest edebilirdi ama adam ne çiçeği ne kokusunu önemsedi.

İki kadın geldi. Biri genç biri yaşlı. Dün evin önüne atılan kumaşlara bakıyorlar. Yaşlı kadın arada dik dik adama bakıyor. Genç kadın “Ana benimki yine olmadı,” diyor çirkince boyanmış, yer yer yırtılmış bir kumaşı tutarak. Yaşlı kadın kızın kafasına yumruk vura vura “Olmıycak şeyler isteme sen de sıracalının gızı. Gocan zengin olmasa n’olur? Boyu uzun olmasa n’olur? Kaldın yine başıma,” dedi. Adam kadınlara ne yaptıklarını sordu. Yaşlı kadın “Hanımanneye ilettiğimiz dileklerin sonucunu almaya geldik,” dedi. Genç kadın adamı yeni fark ediyormuş gibi gözlerini kırpıştırarak baktı. Sonra hafif sırıtarak, sesini incelterek anlatmaya başladı: “Bu türbede Hanımanne adında bir yatır var. Aha şurdaki hanımeli çiçeği de anamızın elidir. Biz buraya gelir, bu çiçeği öptükten sonra dileklerimizi dileyerek ağaca çaput bağlarız. Aradan bir hafta geçince dilek çaputlarımızı kontrol etmek için geliriz. Çaputlarımızı güzel kumaşlara bağlı bulursak dileklerimizin gerçekleşeceğini anlarız. Eğer kötü kumaşlara ya da parçalanmış kumaşlara bağlanmış bulursak dileklerimiz gerçekleşmeyecek demektir. Benim dilek çaputumu da parçalanmış bir kumaşa bağlamış Hanımannemiz ama ben tam da sizin gibi birini dilediydim. Bir yanlışlık oldu elleham,” dedi.

Kadının anlattıkları adamı ürküttü. Hemen içeri girdi. Ama içerisi ne dün ne de sabah gördüğü evdi. Ortada koca bir sanduka olan tek odalı bir yerdi burası. Bir türbe. Sandukanın üstüne bırakılmış çiçekli örtü kadının dün başında olan örtüydü. Adam korktu. Hızla çıkıp dağına sığınmak için koşmaya başladı. Genç kadın da arkasından koşuyor, “Dur yiğidim, sen benim gerçekleşen dileğimsin,” diye bağırıyordu. Adam dün aştıkları tepeyi aştı. İşte dağı, karşıda dimdik duruyordu. Fakat dağ, adamı görünce eteklerini topladı ve kaçmaya başladı. Dağ kaçtı, adam kovaladı. Dağ kaçtı, adam kovaladı. Dağ kaçtı, adam kovaladı ve nihayet adamın takati tükendi. Dağ kaçtı. Gözden kayboldu. Adam yere çöküp ağlamaya başladı. Arkasından koşan genç kadın da ancak yetişebildi adama. Adamın ağladığını görünce “Ağlama yiğidim dağ gider, yâr kalır. Ağlama,” dedi. Adam, kadını sertçe itekledi, ayağa kalktı. Mecalsiz adımlarla türbeye gitti. Türbeden içeri girince öfkeyle “Beni kandırdın,” diye bağırarak sandukayı tekmeledi. Yaşlı kadın “Gız anaam Hanımanneyi depikliyo. Gonşular! Yetişin!” diye bağırdı. Ganç kadın “Yiğidim yapma çarpılırsın,” diye adamın ayaklarına kapandı. Adam, türbeden çıktı. Kadınlar sandukanın sağını solunu sıvazladılar. İki rekat namaz kılıp istiğfar çektiler. Yaşlı kadın sandukanın başında adamın sabah bıraktığı kahvaltı tepsisini gördü, adama küfrederek tepsiyi dışarı çıkardı. Onun arkasından genç kadın da dışarı çıktı, adamı görmek için sağa sola baktı ama adam yoktu. Yaşlı kadın “Yürü gız eve,” dedi kızının kolunu çimdikleyerek. Kızı birden feryat etmeye başladı. “Yiğidim taş olmuş ana! Yiğidim!” diyerek türbe kapısının yanındaki kocaman kayaya sarıldı. Yaşlı kadının şaşkınlıktan dili tutuldu. Daha önce orada olmayan kaya yere çömelmiş bir adamı andırıyordu. Adam gerçekten de taş olmuştu demek. Kadın kızını tutup yerden kaldırdı. Korkarak ve ağlayarak evlerine gittiler.

Kayadan damlayan iki damla yaş yere düştü. Yaşların düştüğü yerden hanımeli çiçeği filizlendi. Filizlenen çiçek türbenin önündeki hanımeli çiçeğiyle birleşti, kayaya sarıldılar. Dağa ne oldu? Dağ; köyün arkasına, tam kayanın karşısına kuruldu ve her gün saçlarını savura savura neşeli şarkılar söyledi. Dağ, şarkı söyledikçe kayadan yaşlar döküldü yere. Yere yaşlar döküldükçe hanımeli büyüdü. Büyüdükçe kayayı örttü. Kaya, örtüldükçe eridi, toprağa karıştı.