Hacer NOĞMAN’A
3 Şubat 1990’da karısı vefat edince, bulundukları muhiti terk etti. Tam yirmi yıl yaşadıkları evlerini, mahalleyi, geçtikleri sokakları. Belediyenin yirmi yılda bir türlü üstesinden gelemediği çukuru. Evlerinin önündeki top akasyayı. Karısını toprağa verdi. Başsağlığına gelenleri ağırladı. Ana babasının bari memlekete dön, ısrarlarına kulağını tıkadı. Kayınvalidesinin kızımın anısını burada bırakıp nereye, serzenişini yuttu ve gitti. İnsanın gidince iyileşeceğini, kaçabileceğini düşünüyordu. Dünyanın yamacında onca yuvarlanmasına rağmen. Merhemi arayarak yaşardık. Merhemi bulduğumuzu fark etmeden ölürdük.
Asker arkadaşı Ziya’yı çok severdi. O da kasabalarını öve öve bitiremezdi. Aklına gitmeyi koyunca ilk onu aradı. “Ne dersin,” dedi. “Sizin orada bana bir kapı bulunur mu?” Tereddütsüz “gel,” dedi Ziya. “Tüm kapıları sana açtırırım.” Evlerinin eşyalarına dokunmadı. Bir bavulla çıktı evden. Dikiş makinesini de aldı. Bir avuç da hanımeli tohumu. Karısı özenle yetiştirmişti. Sonra karısının mor çiçekli pazenden elbisesi. Onu da aldı. Elleriyle dikmişti. Bir sonbahar, dükkâna gelip yeni gelen malların arasından gördüğü kumaşa sarılmış, bundan elbise istiyorum bundan, diye kuş gibi cıvıldamıştı. Pazen kumaşları severdi kadın. “Anneannemi ve onun akça yüzünü hatırlatıyor bana,” derdi. “Hanımeli de ondan yadigâr. Çocukluğum geliyor aklıma kokusunu duyunca. Kucağına kıvrılıveriyorum o zaman anneannemin. İnsan çocukluğuna kaçmazsa nereye kaçar? Söylesene Bay Terzi, nereye kaçar?” Bay Terzi, suskun gülümser, “bilmem,” derdi. “Hiç kaçmadım ben. Kaçmam da sanırım. Belki sana kaçarım.”
Terzi kaçıyordu şimdi. Karısından. Ziya’nın memleketine bir sabah vardı. Ziya karşıladı. Kaptı getirdi evine. Yedirdi. “Dinlen biraz,” dedi. “Sonra sana bulduğum evleri gezdireyim.” “Olmaz,” dedi adam. “Hemen bakalım.” Ziya, taş gibi inatçı olduğunu bilirdi arkadaşının. Israr etmedi. Çıktılar. Gösterdiği ilk evi beğendi. Yan tarafında ufak bir dükkânı olan tek katlı ev, yeni sürgün mekânıydı. Ziya evi temizletti. O gün eşyalar ayarlandı ve yerleşti. Dükkânı kendim hallederim, dedi. Kabaca temizledi. Dikiş makinesini yerleştirdi. Gitti çarşıya, bir yığın pazen kumaş aldı. Adam, abi bak şöyle başka çeşit kumaşlar da var, dediyse de dinletemedi. Çeşit çeşit çiçekli pazenleri sipariş verdi, çıktı dükkândan. Adam peşinden şaştı kaldı. Okuyan şaştı kaldı. Hatta okurların biri bir iftira bile fırlattı: Modern zaman romantiği. Hayatsa başını salladı: Bilmediğinden konuşuyor, diye mırıldandı. Size kim dedi tek tip acı çekilir? Modern zaman yargıçları.
Çarşıyı turladı. Tabelacıya uğradı. Dükkânına tabela siparişi verdi. Dâhil oldu hayata. Kanın damarlarda dolaştığını hissetti. O zaman koşar adım döndü evine. Yası olanlar, hayata karışmaktan imtina ederlerdi. Yas. Yani yeniden yaşamaya başlamaya reddiye. Ziya geldi geç vakit. Çay demledi. “Ne zaman başın sıkışırsa buradayım,” dedi. “Kapanıp kalma buraya.” Oraya kapanıp kalacaktı. Bunun için kaçmıştı.
Ertesi sabah, kumaşlar geldi. Pazenler. Bir köşeye yığdı. Üç gün öyle durdu. Dördüncü gün raflar geldi. Müşteriler de yavaş yavaş uğramaya başladılar. Ellerinde iyi kalite kumaşlarla geldi kimisi. Kimisi dükkânda ne varsa ondan diktiririm, diye geldi. Pazenleri görünce dudak büktüler, “biz başka alalım da ondan dik terzi efendi,” dediler. “Olmaz,” dedi. “Diktirecekseniz sadece pazen. Makinem sadece onu dikebilir.” “Ayol,” dedi bir kadın. “Hiç de öyle kumaş seçen dikiş makinesi görmemiştim. Önüne geleni diker bu, bendeki küçük makine bile neleri dikiyor.” “İyi öyleyse, onda dik sen hanım,” diye savdı başından kadını. Kadın çıktı gitti.
Küçük yer, adamı alaya almaya başladı mı geçmiş olsun. Çan takarlar, teneke bağlarlar kuyruğuna. Terziye meczup, dediler. Eserekli dediler. Zengin de ondan böyle şımarıyor, dediler. Sadece pazen kullanan terzi mi olur, dediler. Dediler de dediler. Yeter ki ellerine malzeme ver. Sekiz sütuna manşet ederler de dönüp bir de şaşkınlıkla okurlar. Hiçbirine aldırmadı terzi. Pazenden başka kumaş dikmedi. Eline de almadı.
Bahar gelip dallar yeşillenmeye başladığında yanında getirdiği hanımeli tohumlarını ekti. Geldi gitti suladı, konuştu tohumlarla. Nazlı nazlı baş verdi çiçekler. Sarılı beyazlı hanımeliler, baygın kokularıyla sardılar mahalleyi. Mahalleli bu kokunun hatırına mıdır nedir, terziye karşı yumuşadılar. Selam sabaha yanaştılar da terzi pek oralı olmadı. Ziya geldi gitti kızdı arkadaşına. “Yav arkadaş, daha kaç gün böyle yabani davranacaksın millete?” dedi. “Ölenle ölünür mü?” Dedi. “Pazenden başka kumaş dikmiyorsun, vay efendim neymiş, yenge en çok onu severmiş de eline nasıl alsınmış? Arkadaş, gömleğin, pantolonun da mı pazenden? Şuraya gül de dik, dedik. İstemedin. Niye? Rahmetli, en çok hanımeli severmiş de ondan. Tövbe tövbe.” Ziya’yla gelen karısı adamı dürtse de susturamadı kocasını. “Sen karışma hanım, kötülüğüne mi diyorum? Hadi sen geç eve,” diye yolladı kadını. Terzi, Ziya’nın suratına baktı baktı. Eve girip kapıyı çat diye kapadı adamın suratına. Adam kalakaldı dışarıda. Fesüphanallah çeke çeke ayrıldı oradan.
Terzinin dükkânın yanındaki boş yer tutuldu bir gün. Temizlendi, paklandı. Şen adamlar geldiler, gittiler. Mis gibi bir aktar bıraktılar geriye. Dükkânın yeni sahibi de şendi. Hemen kaynaştı mahalleliyle. Hâliyle yolu terzinin yanına da düştü. Baktı ki bir âdem, belini bükmüş, pazenlerin ortasında didinir. Baktı ki dükkân havasız, geçimsiz ve kara. Baktı ki terzi kendini toprağa gömmemiş ama yaşamıyor da. Sakalını bir kaşıdı, durumu anladı. İyi Müslüman kısmısı böyle olurdu. Şıp demeden karşısındaki kardeşinin ciğerindeki derdin haritasını dökmeyi ve şifasını bulmayı yani. Selamünaleyküm aleykümselam. “Eh,” dedi “çayın yok mudur terzi?” Terzi, adamın suratına uzun uzun bakıp kaçırmayı düşünüyordu ama aktar uyanık çıktı. Çekti altına bir tabure, oturuverdi. “Yok ama demlerim, buyur,” dedi dilinin ucuyla. Demledi de.
Çaylar geldiğinde yani ortalığa sohbet bahanesi geldiğinde aktar sorguya başladı terziyi: “Kimsin, kimlerdensin, eşin dostun ocağın var mı?” Terzinin konuşası yoktu. Ağzında lafı geveledi, dolaştırdı. Sonra kanlı bir tükürük gibi tükürdü: “Karım öldü. Kimsem kalmadı,” dedi. Aktar, pişman oldu soracağına ama olan olmuştu. Çayını bitirdi, usulca kalktı yerinden. Benim dükkâna da buyur, dedi. Sıkılma hiç. Başıyla onayladı terzi.
Sonraki gün, aktar geldi terzinin yanına.
Sonraki gün de.
Hep aktar geldi. Terzi her seferinde usulca çay demledi, tek tük ve usulca konuştu, usulca uğurladı. Aktar onu zorlamadı. Meseleyi de anladı. Terzinin evinin önünde yetişen tek çiçeği, hanımeliyi, dükkânında bulundurduğu ve diktiği tek kumaşı, pazeni, terzinin aynı zamana kilitlendiğini, terzinin aynı iplikle aynı zamanların etrafında ip doladığını, bazen bu ipin boynuna dolandığını, terzinin kurtulmaya çalışmadığını anladı.
Bu adamı biraz buradan çıkarmalı, diye düşündü. Ama nasıl etmeli nasıl etmeli… “Yahu,” dedi o an ne diyeceği dilinin ucuna tak diye geliverenlerin ivecenliğiyle, “yahu geçen benim dükkâna bir yeni tohumlar geldi. Ben tohumu ne yapayım diye satıcıya çıkıştım ama bunlar ikramımız, dedi adam. Yani beleş. İster dik ister sat. Çok kıymetlidir haa, hele biri Japonya’dan geldi, dedi. Öylece duruyor tohumlar. Biz de çiçek miçek anlamayız. Gel de bir bak şu tohumlara,” deyiverdi. Hâlbuki tohum mohum yoktu aktarda, yalanın belini iyi kırmıştı. “Hele bir tanesinden çeşit çeşit, yok Japon hanımelisi, yok Çin hanımelisi, yok efendim pembe beyaz hanımeli…Çeşit çeşit birader. Gel seç al.” Terzi “git getir de bakalım,” deyince telaşlandı aktar. “Yahu hiç öyle olur mu, hep sen ağırlıyorsun, yarın gel de çayı bu sefer benim dükkânda içerken vereyim, hadi eyvallah,” deyip kaçtı.
Dükkândan çıkar çıkmaz hanımeli tohumu aramaya çıktı aktar. Buldu da. Tam tohum aldığı yerden çıkıyordu ki satıcıya: “Bu tohumun tipine benzer tohumlar varsa karıştır şuna,” dedi. Adam üç beş çeşit çiçeğin tohumunu da hanımeli tohumlarının içine kattı.
Ertesi gün terzi, ürkek başını aktar dükkânından içeri uzattı. Aktar, alıcı kuş gibi kaptı adamı içeri. Çay anında hazırlandı. Terzi tohumları bekliyordu, belli. “Hah” dedi aktar. “Getireyim. Bunlar hanımeli, bunlar nergis, şu hercai menekşeymiş bak bak, şunlar şebboy. Yazıyor gerçi üstlerinde. Al seç senin olsun.” Terzi, hanımelini sıyırdı aldı diğerlerinin arasından. “Gerçi mevsimi geçti ama gelecek bahar ekerim,” dedi. “Sağ olasın.”
Aktar sağ ola cevap vermedi. Durdu durdu, kaçacağını anladı. Çabucak bir soru atıverdi ortalığa: “Yahu,” dedi, “sen şu koca dağların hikâyesini bilir misin birader? Anan atan sana büyürken anlatmadı mı yoksa?” Terzi şaşırdı, “ne dağı ne hikâyesi?” dedi. “Tohumu da verdin kalkayım ben.” “Otur oturduğun yerde,” diye gürledi aktar. “Kahve içirmeden yollamam.” Terzi, bari dükkâna bakıp geleyim, diye ayaklandı. Yine gürledi aktar. “Çırağı yollarım ben, otur dedik aa.” Çırak, terzi dükkânına yollandı. Kahveler geldi.
Ninem biz küçükken dizinin dibine alır beni ve kardaşlarımı, dağın taşın, ırmağın efendime söyleyeyim bulutun çiğin yağmurun hikâyesini anlatırdı bize. Anam nineme arada kızar, bunların Müslümanlıkta yeri yoktur, derdi. Ninem de onun üstüne çıkar, “eh ben gâvur muyum gelin, Türkmen ocağında bellettiler bize. Ondan ünlerim,” diye çıkışırdı. Bu tohumları görünce dağın hikâyesi aklıma geldi. Hele dinlerim derseen, anlatayım. Yok dersen kahvem bitiyor kalkayım, de hadi kalk. Terzi şöyle bir yeltendiyse de kalkmaya, neden sonra vazgeçti ve oturdu: Buyur, dedi. Hadi anlat madem de işime varayım.
Tanrı, yeryüzünü yaratmış. Yanında da Kişi varımış. Evvelde her yer suymuş. Kişi sonsuz suya dalmış, Tanrı buyruğuyla elbet, açgözlülük bu ya, alması gerekenden fazla toprak almış ağzına doldurmuş. Yüzeye çıkınca Tanrı, büyü diye ünlemiş toprağa. Kişi’nin elinde kolunda olan toprak büyümüş ama ağzındaki de büyümeye başlamış. Şerefsiz Kişi, boğuluyormuş az daha.
Çırak, çayları getirip koydu önlerine. Terzi, adamın şerefsiz demesinden başta ürktüyse de Kişi’nin mübarek biri olmadığını anlayınca gülümsedi.
Tanrı bu salağın ağzına toprak aldığını fark etmiş tabii. Tükür ulan, demiş, tükür. Çatlayacaksın. Tükürmüş akılsız. Bu kötüler pek akılsızdır, derdi ninem, doğru dermiş. Tükürdüğü yerlerde toprak büyümüş büyümüş. Az tükürdüğü yerler tepe; çok tükürdüğü yerler dağ olmuş. Öksürerek Tanrı’nın yanına gelmiş Kişi. “Haysiyetsiz,” demiş Tanrı. “Tanrı mülkü çalınır mı? Yıkıl karşımdan, daha yanıma uğrama.”
Terzi, hak etti, dedi sesli dediğini fark etmeyerek. “Hak etti yaa,” diye cevapladı aktar. “Şerefsiz haysiyetsiz. Çalmak ne demek ulan? Neyse, devam edeyim. Çayını da iç, soğuyor.”
Kişi boş boş dolanırken şeytanların uğrak yeri olmuş. Ee boş durursan şeytan musallat olur. Sen, demiş, sen yarattın bu dağları bu tepeleri. Tanrı kondu bak mülküne. Git oraları sahipsiz bırakma. Doğru demiş akılsız Kişi. Kimin yerinden kimi kovuyor? Gidip yerleşeyim. Gitmiş en yüksek dağa yerleşmiş. Tanrı bakmış ki bu arsız gelmiş kurulmuş koca dağa. Şu dağı bir sallayayım, demiş. Dağı sallamış. Kişi oralı olmamış. Şimşeklerini sellerini yollamış. Gamsız, kıpırdamamış bile.
Ne utanmazmış bu Kişi, deyiverdi terzi. Aktar, onun insansı tepkisine koyuverdi kahkahayı. Gülünecek bir şey de yoktu ama ölü toprakta bitkiyi görmek keyif vermişti aktara. “Öyle yaa,” diye cevapladı aktar. “Hem utanmaz hem arlanmaz. Çayını tazeleyeyim ver.” Terzi, bardağını ikiletmeden uzattı.
Kişi demiş ki boşuna uğraşma Tanrı, burayı terk etmeyeceğim. Tanrı da bakmış dağ kel, toprak, taş. Buraları yeşertirsem, akan gür çaylar ırmaklar koyarsam bu kovulmuş Kişi, kaçar gider buradan. Tanrı bir tohum fırlatmış dağın göğsüne. Tohum pek nazlı, nazenin bir bitki oluvermiş. Dağın da hoşuna gitmiş olacak ki gürüldemiş. Kişi huzursuz kıpırdamış. Dağ, varlığını bu bitkiye bağlamış. Koca dağsın sen, kendine gel, diyen de olmamış ahmağa. Kişi, kıskanmış dağı. Sen görürsün, demiş. Bir gece, dağ uyurken, dağlar da gece uyurmuş, bir koyunu bırakıvermiş bitkinin yanına. Koyun bulmuşa dönmüş. Yemiş bitirmiş bitkiyi. Sabaha kaçmış gitmiş oradan. Dağ bakmış ki bitkisi yok. Bakmış ki Kişi pis pis sırıtıyor. “Ulan, demiş “sen mi kopardın?” Kişi uzakta semirmiş koyunu göstermiş: “Bu yedi demiş. Yapma dediysem de anlamadı.” Dağ, o günden sonra erimiş erimiş. Tam tepe olacakmış ki Tanrı bu duruma dur demiş. Dağı ağaçlarla otlarla ırmaklarla doldurmuş. Kişi bunalmış, bunalmış. Hangi biriyle baş etsin, bilememiş. Nere gitse envaiçeşit ot yaprak. Sonra bolluk olunca hayvanları da koymuş Tanrı dağa. Kişi’ye rahat huzur kalmamış. Bir geyiğin sırtına atlayıp kaçmış o dağdan. Dağ da büyümüş büyümüş büyümüş. Ninem derdi ki, kel, çıplak tepe görürseniz oralardan kaçın. Bu melunun yuvasıdır oralar. Anam da derdi ki: “Ağız dolusu bir euzubesmele çekin, yeter. Kaçmak da neymiş?”
“Yaa terzi efendi, tek çeşit olursan şeytanlar basar seni şeytanlar. Hadi iç hadi. Daha çok hikâye var bende böyle. Yeri geldikçe atarım önüne üç beş.”
Terzi çayını içip müsaade istedi. Dükkânına vardığında epey vakit olmuştu. Kilitleyip evine geçti. Yatmadan aktarın anlattığı hikâye geldi aklına. Koca adam, beni hikâyelerle kandırmaya çalışacak değil a, dedi. Ben doğrumdan şaşmam hem. Yattı uyudu. Uykusunda bir koyunun hanımeli fidanlarını kemirdiğini gördü.
Sabah ilk işi hanımelileri kontrol etmek oldu. Baktı ki olduğu gibi duruyor, rahatladı. İçinden aktara kızdı. İçime kurt düşürdü, dedi.
Sonraki gece de bir hırsızın dükkânına dadandığını, kumaşları alıp kaçtığını gördü. Koştu uyanınca dükkâna, baktı ki çalınma malınma yok. Yine kızdı aktara. Bir süre yanına uğramadı adamın.
Bir gece yine koyunu gördü. Bir gece hırsızı. Bir gece hanımeli yiyen koyunu. Hırsızı. Koyunu. Derken bahar geldi. Aktarla gelip gittiler ama kâbuslarından onu sorumlu tutuyordu. Aktar dedi ki, eh şu tohumları ek artık. Turşusunu mu kuracaksın?
Terzi evinin önüne ekti tohumları. Geldi gitti suladı. Çiçekler baş göstermeye, renklenmeye başladı. Baktı ki terzi, bunlar hanımeli değil. Şebboylar, hercai menekşeler göz kırpıyorlar terziye hanımelilerin arasından. Hışımla aktara gitti: “Beni ne kandırdın? Hanımeli mi bunlar? Gel ellerinle kopar bunları. İstemem.” İri yarı aktar yerinden şöyle bir kalktı: “Bana bak efendi,” dedi. “Yüreğin yiyorsa git sen kopar Allah’ın yeşerttiğini. Günaha giremem senin boş boş takıntından sebep. Haydi işim var haydi.”
Terzi, çiçeklerin başına geldi. Bir menekşenin kökünden kavradı. Hafif çekti. Yapamadı. Başkasına geçti. Baktı ki kökü geliyor, korkarak geri bıraktı. Aktar, dükkânından terziyi izliyordu merakla. Şebboyu kavradı. Yok, yapamadı.
Hışımla dükkânına girdi. Aktar gevrek gevrek gülüyordu dükkân kapısından.
Terzi o gece rüyasında karısını gördü. Öldükten sonra hiç görmemişti. Terzi heyecanla içeri buyur etti kadını. Kadın böyle iyi, dedi yarı silik suratının ardından. Elinde tuttuğu tohumu eğildi ekti diğer çiçeklerin yanına. “Bunlar,” dedi terzi “komşum aktarın işi. Vallahi ben dikmedim.” Yarı silik suratını bir gülümseme yaladı kadının. “Ben beğendim,” dedi. “Bak bu da bir sonraki bahara çıkar. Sakın boyunlarından yakalama yine.” “Elbiseni de pek beğendim. Pazen değil ama,” dedi terzi. Kadın sinirlendi adama: “Sana kim dedi pazene âşık ol, diye? Bak, koynunda yattığım toprak çeşit çeşit. Bak. Çiçekler çeşit çeşit. Kim dedi kim dedi?” Terzi mahcup oldu. Kadın tohumu suladı. Ardını döndü gitti. Terzi yetişemedi peşinden. Koştuğunu sandı. Aynı yerde dondu kaldı.
Ertesi sabah, koşarak çiçeklerin yanına vardı terzi. Yeni ekilmiş bir toprak aradı. Baktı ki yok. Rüya işte, diye düşündü. Ne olacaktı ya başka? İki lokma yiyip dükkâna, o neredeyse kimsenin eyvallah etmediği izbeye döndü. İçi sıkıldı. Aktar da yoktu buralarda. Bir haftadır memleketindeydi. Kapının önüne çekti taburesini. Başı önde duruyordu ki taburenin sağında yeni eşelenmiş toprağı fark etti. Sulanmıştı üstelik. Nemli toprak, kabarıp duruyordu köşede. İçini eşip baksa. Cesaret edemedi.
Mecbur, dedi. Baharı bekleyeceğiz.
O esnada dükkânın önünden bir çocukla annesi geçiyordu. Çocuk avuç avuç bir şey yiyordu ki tıkandı. Anası öfkeyle bağırdı velede: “Tükür ulan tükür, çatlayacaksın!”