Hükümsüzdür

Fatma Ünsal

Kasa kuyruğunun yerini bilemedi. Direkt kasaya yöneldi. Cüzdan buraların işportacısından alınmış değildi. Yabancıydı cüzdan. Kadının ten rengi de yabancıydı. Etrafındakilerin alıcıları hemen açıldı. Anladılar. Kendilerine benzemeyeni tazı gibi fark ederlerdi hemen. Kendilerinden olanı anlamaları da saniye sürerdi. Sırada bekleyen kadın, onun anlamadığını anladığı hâlde anlamamış gibi davrandı. Böylesi işine gelirdi. Araplar ne demiş, ah minel mağduriyet vel halâtihî. “Teyze!” diye ağız dolusu püskürdü, şu köşede mendil var, alıp yüzünüzü temizleyin, “teyze bak biz bekliyoruz ama olur mu canım ayıp da harala da herele de.” Aynı yaştalardı hâlbuki. Demek teyze olmak hoşuna gitmiyordu. Eh birinin üstüne bırakıverirse bu teyze lafını, kurtulacak. Kime bırakmalı, kime bırakmalı? Tabii ki kendisini anlamayacak, nereden teyzen oluyorum, sensin teyze demeyecek birinin üstüne. Kadın eliyle dış kapıyı işaret etti, bir şeyler anlatmaya çalıştı. Diğeri kasiyerle ağlaşmaya başladı. Kendisiyle aynı dili konuşmuyor diye epey öfkeliydi kadına. Öfkesini yine kendisiyle aynı dili konuşmayan bir topluluğu överek haklı göstermeye çalışıyordu. Kasiyer: “Ağzımızı açsak bizi sosyal medyada linçlerler, suçlu oluruz bir de.” diye büzülünce “Amerikalılar bizden ahlaklı,” deyiverdi kadın. Kasiyer pel pel baktı. “Amerikalı mı? Amerikalı ne arar la bizim dükkânda?” diyemedi. Araplar ne demiş, ah minel aptallık vel halâtihî. Amerika övücü kadının arkasında bekleyen köyün delisi gülerek sordu: “Kim bizden daha ahlaklıymış?” Kadın: “Amerikalılar? Yoksa erkekleri mi demeliydim?” diye lafı bulandırıp ödemesini yapıp kapıya yöneldi. Kasiyer, kasiyerliğine döndü.

Tanzimat züppeliği ne zaman bitecekti? Bir sahne vardı, adam Avrupa aşkından bağırıyordu filmin tekinde: “Ahh Evropa, Evropa böyle mi monşer?”

Dünyanın prototipiydi dükkân. Korkak kasiyer, saniyesinde dümeni kıranların soyundandı. Amerika övücü teyze, milletini değil de kafasının rahatlığını seven ırkçıların soyundan. Irkçılar böyledir dostlarım, en çok başka milletleri övmeleriyle ünlüdürler. Yabancı teyze, dünyada bir türlü köşe kapamamışların, dünyaya sığdırılamayanların soyundan. Köyün delisini açıklamaya hacet yok. O da yamuk odunu dergâhtan içeri sokmayacağım diye aklını peynir ekmekle yiyivermişlerin soyundan. Mağazada sessiz sedasız dolanan, sonra da evine suhuletle gidiverenler. Onlarsa dünyanın asıl sahiplerinin soyundan. Ses etmeyecekler ve ses etmediklerinden başları hiç ağrımayacak. Dünya dediğiniz yer, bakın hemen herhangi bir dükkândan içeri, o kadardır.

Yabancı kadın, bin özürle alacağını aldı. O da kapıya doğru yöneldi. Ne olduğunu, kendisine nelerin saydırıldığını anlamamıştı. Amerika övücü kadın caddeye çıkmıştı bile. Kasiyer, mağazanın içini kesiyordu. Köyün delisine geldi sıra. Kasiyerin önüne bıraktı aldıklarını. Kasiyer hızlıca işini yaptı. Delilerle uğraşılmazdı. Ya ona da sorarsa şimdi, kimmiş bizden daha ahlaklı olan, diye? Ne cevap verirdi? Mağaza doldu boşaldı, doldu boşaldı.

Hava epey sıcaktı. Çantalarına davrandılar. Sularını içtiler. Caddeye yapıştılar ama gezmekten de vazgeçmediler. İnsanlar. Deliler, akıllılar, başka millet övücüler, başka millet tahammülsüzleri, sessizler, kasiyer kızlar ve erkekler. İnsanlar böyle sınıflara ayrılırdı. Başka dükkânları geze geze evine vardı mesela Amerika övücü teyze. Suyunu yudumladı, oh şükür ya Rabbi’nin peşinden mağazayı bir önceki mağazadaki suratıyla gezdi. Burada da teninden kendisinden olmadığını anladığı birilerini gördü. Bir elbisenin kumaşını inceliyordu o sıra. Yakınında başka bir kadın eteğin canını çıkarıyordu neye benzediğini anlamak için. Hemen ona yanaştı ve fısıldadı: “Bak bak, nasıl sündürüyor penyeyi. Ama Amerikalılar bizden ahlaklı. Yazık.” Eteği çekiştiren kadın kafasını kaldırdı, anlamaya çalıştı. Etrafına bakındı. Kadına fısıltıyla sordu: “Amerikalı mı var burada hani? Varsa fotoğraf çektirelim. Amerikalı görmedim ben hiç Ceyar’dan başka. O da şerefsizdi zaten.” Amerika övücü teyze, çehresini hiç değiştirmedi. Umduğu cevap değildi bu. Elbiseden elini hışımla çekti, mağazadan çıktı.

Artık sokaklarda duramazdı. Evine vardı. Emekli eşi, şehrin tüm parklarını dolaştıktan sonra evin yolunu bulabilmişti. Salondaki koltuğa gömülmüş, saat başı haberlerini dinliyordu. Kadın söylenerek salona girdi. “Yazık yazık,” dedi beyine bin memnuniyetsiz suratıyla. “Köşe yastığı gibi yine aynı yerde buldum seni. Yemin ederim Amerikalılar bizden ahlaklı.” Adam uyuşuk hâlinden birden silkinip ayağa kalktı. Kadının üstüne yürüdü: “Ne Amerikalısı? Bana bak şu yaştan sonra boşarım seni.” Kadın korktu ama çehresini ve tavrını değiştirmedi: “Ne var ayol,” diye üste çıktı. “Bizden ahlaklılar diyorum. Yalan mı diyorum? Kalk ekmek al da gel. Ben unuttum almayı.” Adam mecbur sinirini yuttu, kapıyı çarpıp çıktı. Açık televizyonda dünyayı saran aynılık hastalığının haberi vardı. Kadın biraz dinledikten sonra sinirle kapattı televizyonu: “Bir de bunu çıkarın başımıza. Neymiş, artık başka türlü olamazmışmışmışız. Ama öyleyse de hep bunların yüzünden. Oradan oraya gezerlerse olacağı o. Bulaştırdılar işte hastalığı her yere. Ama Amerikalılar öyle mi? Bizden ahlaklılar.”

Mağazada Amerika övücü teyzenin hışmına uğrayan kadın, markete uğradı. Eşyaların evrensel dili vardı şükür. Hem hangi dili konuşursan konuş, hangi ten rengine sahip olursan ol yargılamazlardı. Süte yöneldi süt olduğunu bilerek. Deterjana uzandı deterjanlığından emin olarak. Ekmeğin ekmek, yumurtanın yumurta olduğunu biliyordu. Ama karşıdan gelen birilerini görünce kenara çekilip yol verdi. Anlayamıyordu onlar kim. Bazen gülümsüyorlardı. Bazen ağızlarından köpük çıkıyordu. Bazen sessizce bakıyorlardı delen bakışlarla. Bazen gözleri bir gülümsüyordu ki evinde hissediyordu kendini. Ama işte insan, net olmayan bu varlık, bu makine, ürkütücüydü. Yabancı ellerin işportacılarından alınan cüzdan çıktı, kaşları endişeyi yazdı. Dili, yeni öğrendiği üç beş kelimeyle derdini anlattı. Ödemeyi yapıp çıktı.

Kasiyer iş bitimi biraz dolaştı sokaklarda. Elinde telefonu sosyal medyayı turladı. Aynılık hastalığını paylaşan paylaşanaydı. Korkunç, diyorlardı. Hep aynı mı kalacağız, diyorlardı. Bunlar Amerika’nın oyunu, diyorlardı. Bunu dedikleri yerde bir teyzenin sesi duyuluyordu arkadan: “Terbiyesizlik etmeyin, Amerikalılar bizden ahlaklı.” Kasiyer bu sesi tanımıştı. Yolda bir arkadaşına denk geldi. Selam sabahtan sonra: “Ne olacak böyle?” dedi diğeri. “Hastalığa yakalanacakmışız diyorlar. Yine kapatırlar mı evlere bizi dersin?” Kasiyer: “Sus sus,” dedi arkadaşına. “Ağzımızı açsak bizi sosyal medyada linçlerler, suçlu oluruz bir de.” diye büzülüverdi. Olaysız ayrıldılar. Kasiyer eve vardı. Anası karşıladı. İçeriden bol soğanlı yemeğin kokusu geliyordu. “Elini yüzünü yıka da sofraya gel,” dedi. “Acımdan öldüm seni beklerken.” Televizyona nazır sofralarına geçtiler. Bakımlı sunucu kadın, yüzünde bin endişeyle haykırıyordu: “Yakında hislerimiz donup kalacak. O yüzden uzmanlar, en işe yarar hisle hareket etmemizi öneriyor sayın seyirciler.” Kadın ekrana baktı baktı. Oğluna dönüp sordu: “Ne diyor bu kadın? Hiçbir şey anlamadım. Soğuklar mı geliyormuş yazın ortasında? Donmak monmak diyor.” Kasiyer, yemeğini kaşıklarken cevapladı umarsız: “Hep sevimli ol hanım teyze, diyor. Aynılık hastalığı varmış.” Kadın tülbentini düzeltirken azarladı oğlanı: “Ben hep sevimliyim zaten edepsiz. Sen de edepli ol bari.” Kasiyer cevap verecekti lakin tuttu dilini: “Sus oğlum sus. Şimdi anana cevap verirsen konu komşu duyar. Rezil olursun sus.” Başıyla onayladı. Yemeğe devam ettiler.

Mağazada sessizce dolanan kadınlardan biri evine vardığında dağ kaçkını kocası eve daha teşrif etmemişti. Muhtemelen gelmek üzereydi ve evde henüz yemek yoktu. Dışarı çıkmadan pişirivermeyi bugün akıl edememişti kadıncağız. Makarna kaynattı hemen. Yanına salata ayran. Bunun üstüne öğün zor bulunur ama adam içeri girer girmez makarna kokusunu alınca kıyameti kopardı. Onun için yemek sayılmazdı makarna. Mübarek midesi, kavrulmuş salça soğanı, bol baharatı, içinde eti olmayan yemeği yemekten saymazdı. Ağzına geleni saydı. Kaldırdı makarnayı çöpe boşalttı. Yarım saate adam gibi şeyler gelsin diye püskürdü, yüzünüz tükürük olmuştur, buyurun mendil, geçti salona koltuğa gömüldü. Haberlerde dünyayı saran hastalık vardı yine. Homurdandı: “Ulan,” dedi. “Bir de bunu çıkardılar başımıza. Öfkeliyken yakalanmasam bari. Bir ömür öfkeli öfkeli nasıl geçer?” Karısı mutfakta usul usul ağlarken “patla,” dedi. “Sanki başka huyun var da kalacaksın. Patla inşallah.” Bunu o kadar sessiz söyledi ki kulaklarına zor erişti dedikleri.

Köyün delisi, evine dışarının yükünü de getirmişti. Amerika övücü teyzeyi getirmişti misal. Salonun baş köşesine oturtmuştu. Yanına kasiyer oğlanı. Sessizce dolaşan diğerlerini. Salon ağzına kadar yabancılarla dolmuştu. Sonra Mephisto’dan hallice komşusunun sesini duydu. Kadın sokağın taa öte ucundan evdeki kızına bağırıyordu “Ayfeeeer Ayfeeeeer kargo geldi mi kız?” Pencereden sarkıp: “Telefon 1880’den beri kullanılıyor dünyada. Bir sen kullanamadın.” diye bağırmayı ne çok isterdi. Ama değmezdi. Biliyordu ki insanlar eğitilemezdi. Ancak idare edilirlerdi. Pencereleri kapadı sıkı sıkı.

Korku insanı aptallaştırıyor dostlarım. Kör ediyor topraklarım. Alışkanlıkları terk, insanların tüylerini horona kaldırıyor konu komşularım. O yüzden hepsi tir tir titrediler duygularının değişmeyecek oluşundan. Aynı kalmaktan. Özgür olduklarını düşündükleri alandan süpürülmekten. Kıpırdayamamaktan.

Ama zaten kıpırdayamıyorlardı. Başka duyguların tadına da hiç bakmamışlardı.

Ölmüşlerdi. Ölümden korkmaları hükümsüzdü.