Hayat devam ediyor. Artık devam etmez hatta etmemeli diye düşünse de hayat sahibi varlıklar, her şeye rağmen herkese inat devam ediyor hayat. Bütün dünya insanları olarak toplu hâlde intihar etmeyi bile düşündük fakat her millet; biz öldükten sonra bunlar kalır, zaten dünya onlara kalsın istediklerinden bu başımıza gelenlere de onlar sebep olmuştur, şeklinde düşüncelerle birbirine güvenmediğinden vazgeçti toplu intihardan. Neticede insan, alışıyor her şeye. Cehennem azabına bile alışacak kadar arsız yaratılan bu bünyeler her şeye alışıyor. Dünyanın sonuna kadar tek bir duyguyla yaşamaya da alışır elbet. İçinde bulunduğu üzüntüye alışmak istemediği için kafasını taşlara vura vura ölenler, depresyondan artık hiç çıkamayacağını düşündüğü için yüksek yerlerden atlayanlar, üzücü olaylar yaşadığı hâlde içinde bulunduğu mutluluktan kurtulamadığı için bileklerini kesenler olsa da alışarak yaşamaya çalışan milyonlarca kişiyiz.
Bilim adamları araştırmalarını sürdürüyor. En kötü ihtimal her duyguyu bir ülkede toplamayı planlıyorlarmış. Üzüntülüler ülkesi, mutlular ülkesi, çılgınlar ülkesi, depresyonlular ülkesi, canı hiçbir şey yapmak istemeyenler ülkesi, düşünceliler ülkesi… Bu bir çare mi, bilemiyorum. Mesela tüm öfkeliler bir ülkede toplanırsa ne tür bir facia çıkacağını kim kestirebilir? O değil de benim gibi düşünce hâlinde kalmış olanları hangi ülkeye atarlar acaba?
(Yusuf’un) üzerine, sahte bir kan bulaştırılmış gömleğini getirdiler. (Yusuf sr. 18)
Olan bizim Yakup’a oldu. Tam duyguların sabitleşeceği gün, oğlunu kaybetti. O lanetli saatlerde büyük oğluyla küçük oğlunu ekmek almaya göndermişler. Çocuklara yolda başıboş köpekler saldırmış. Büyük oğlan kaçabilmiş ama küçüğü paramparça etmiş itler. Bizim hanım “Çocuğun adını Yusuf koymasaydı böyle olmazdı. Bak, büyük kurtuldu. Niye? Çünkü onun adı Necati.” diyor. “Yav ne alakası var. Dedesinin adı Necati’ydi onun için büyüğün adını Necati koydular,” dedim. Hanım o lanetli saatlerde uyuyor olduğu için nötr duyguda kaldı, ondan böyle konuşuyor ona buna. Bir şey bildiğinden değil. Duygusu olmayanın düşüncesi de olmaz. Önceden olsa Yakup’tan çok o ağlardı. Yakuplara başsağlığına gittik. Oğlunun kanlı gömleğine sarılmış ağlıyordu Yakup “Yusuf’um,” deyü. “Bir senedir bu hâlde,” dedi hanımı. Ağlaya ağlaya gözünde yaş, başında saç, yüzünde kan kalmamış. “Yapma böyle,” dedim. “Hepimiz bir gün öleceğiz. Bakarsın sana cennet vesilesi olur.” “Elimde değil abi. Biliyorsun artık geçmiyor duygular. Evlat acısı geçmez zaten de hafiflemiyor bile,” dedi ağlayarak. Kanlı gömleği yüzüne sürdü, kokladı “Yusuf’um, yavrum.”
Acıdım Yakup’a. İçime bir şey oturdu. Hanıma “Köye gidelim,” dedim. “Hiç değilse ev müstakil. Çıkar bahçede otururuz. İnsanları gördükçe içim parçalanıyor. Burada günde beş yüz insan görüyorsak orada beş insan göreceğiz,” dedim. Hanım fark etmez anlamında omuz silkti. Tası tarağı toplayıp köye gittik. Köyde de durum aynıydı tabii. Kimi kahkahalar atarak, kimi zırıl zırıl ağlayarak, kimi bön bön bakarak, kimi hayretler içinde kalmıştı köylünün. Günlük işlerini de bu duygularıyla yapmaya alışmışlardı. “Yaa sayın köylüler, Yusuf emmiyle dalga geçmek kolaydı. Gülme komşuna gelir başına. Geldi mi sizin de başınıza? Hepiniz deliden de beter görünüyorsunuz,” dedim. İçimden.
Kadın, Yûsuf'un gömleğini arkadan yırttı. (Yusuf sr. 25)
Yusuf emmi bizim köyün delisidir. Köylü milleti deli koymuş adını. Yoksa en akıllısı Yusuf emmidir. Gençken jilet gibi delikanlıymış. Babası da esas adammış, okutmuş oğlunu. Memur etmiş. Yusuf emmi elinde evrak çantası, takım elbisesiyle bir yürürmüş bütün kızlar hayran kalırmış. On dokuzunda göreve başlamış yirmisinde evlenmiş Yusuf emmi. Severmiş karısını. Gözü ondan başkasını görmezmiş. Karısı da onu sever miymiş bilmem ama mutlularmış. Tabii Yusuf emmi gibi efendi bir adamla kim mutlu olmaz? Lakin uzun sürmemiş mutlulukları. Bütün kızların gözü yetmezmiş gibi bir de amirinin karısı göz koymuş Yusuf emmiye. Ne zaman karşılaşsalar uzaktan edalı cilveli işmar eder, imalı imalı konuşurmuş. Yusuf emmi kafasını kaldırıp da bakmazmış karıya. Namuslu adammış. Gün geçtikçe kadın iyice cozutmuş. Her gün iş yerine gelip Yusuf emminin yanına uğramadan gitmez olmuş. Kocası da eşek miymiş, hiç mi anlamamış, orasını bilmem. Gel zaman git zaman bir gün ortalık iyice tenhayken gelmiş kadın. Yusuf emminin odasına girip kapıyı kilitlemiş. Tabii Yusuf emmi hemen ayağa fırlamış. Kilitli kapıyı açmaya çalışırken kadın Yusuf emminin gömleğini tutup yırtıvermiş. Arkadan. Yusuf emmi “Napıyon lan sen haysiyetsiz karı,” diye tokatı yapıştıracakken kadın imdat, diye bağırmaya başlamış. Bütün daire çalışanları ve amir bey başlarına üşüşmüş. Koca bir kâbusun içinde kalakalmış Yusuf emmi. Sırtında yırtık gömleği. Çığırtkan karı. Mal amir. Elalem. Yusuf emmi koşarak terk etmiş daireyi. Eve gelmiş. Olanları karısına anlatmış. Karısı önce inanmamış. “Sen,” demiş. “Sen kuyruk sallamasaydın….” demiş. Yusuf emmi yemin billah etmiş. Karısının ayağına kapanmış. Ağlamış sızlamış. Kadın biraz sakinleyince inanmış kocasına fakat konunun komşunun dedikodusuna dayanamayıp bir gece ansızın Yusuf emmiyi terk etmiş. O günden sonra adı çıkmış Yusuf emminin. Duramamış. Köye gelmiş. Duramamış. Kafayı yemiş. Hikâyesini babamdan dinlediydim. Ben Yusuf emmiyi bildim bileli elinde sopasıyla köyü turlar her gün. Gün sonunda gömleğini bir yere takıp yırtar. Sonra da o kadına küfür ede ede evin yolunu tutar. Rahmetli babasıyla anası gömlek yetiştiremezlerdi oğullarına. Şimdilerde de köylü, yardım olsun diye eski gömleklerini veriyorlar. Evi yırtık gömleklerle doluymuş, öyle diyorlar.
(Yusuf) “Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın…” dedi. (Yusuf sr. 93)
Köy meydanının tam ortasına uzunca bir demir dikmişler. Demirin başına da askıyla bir gömlek asmışlar. Bu ne iştir, diye sormak için muhtarın yanına gittim. Muhtarın yüzünde aptal bir sırıtış, gözlerinde küçümser bir bakış, omuzlarında kibirli bir duruş vardı. Muhtar köyün ağası sayıldığından kibirli olması sünnetullahmış gibi oldu olası kibirliydi zaten. Hazzetmem kendisinden. Lafı uzatmayıp “O gömlek? Ne iş?” dedim. “Benim oğlan. Yusuf,” dedi. Kafasını öne doğru uzatarak “Vali oldu vali.” Bu hareket ne oğlun var ne kızın, benim hem oğlum var hem de vali oldu, naber, demekti. Muhtar, her zamanki uyuz muhtar. Bütün insanlık bir duyguda sabitlenmiş olmasaydı da bizim muhtar uyuzlukta sabitlenirdi. “Vali oldu da ilk görev gününde giydiği gömleğini babasına gönderdi. Müjde olsun babama, diye,” dedi. Peh, der gibi ağzımı eğdim, yüzümü kırıştırdım. Çıktım. Eve gelince haberleri dinlemek için radyoyu açtım. Spikerin anlattığına göre bilim adamları en az üç duygunun bir arada olduğu bir karışım elde etmeye çalışıyorlarmış. Fakat bütün denemeler başarısızlıkla sonuçlanıyormuş. En az üç duygu. Haberi duyduktan sonra düşünmeye başladım. En az üç duygu. Biri üzüntü olsa. Biri sevinç olsa. Biri de… Başka hangi duygu vardı ya? Kızgınlık. Öfke. Nefret. Utanç. Her şey olabilir. Üç duygu nasıl bir araya gelebilir? Çözüm bulunana kadar bunu düşüneceğim mecbur. Akşam yemeğini yerken hanıma muhtarın yaptığı görgüsüzlüğü anlattım. Hanım bana ne anlamında omzunu silkti. Önceden olsa benden çok o sinirlenirdi. Nereden aklıma geldi bilmiyorum “Bak, Yakup’un oğlu için adını Yusuf koymasaydı, diyordun. Muhtarın oğlunun adı da Yusufmuş ama vali olmuş. Kurtlara köpeklere yem olmamış,” dedim. “Adı Yusuf olduğundan vali olmuş,” dedi donuk donuk bakarak.
…Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır. (Yusuf sr. 76)
İşte bütün ışıklar o zaman yandı beynimde. Adı Yusuf: Kanlı gömleğiyle babasının ciğerlerini dağlayan. Adı Yusuf: Yırtık gömleğiyle iftiraya kurban. Adı Yusuf: Şehre sultan olup gömleğiyle babasını mesrur kılan. Gam, haya, sürur. İşte üç farklı duygu. Bu üç duygu, ancak üç Yusuf’un üç gömleğiyle tek bir gömlek elde edilerek bir araya getirilebilir. Bilim adamları hormonlarla, karışımlarla uğraşadursun ben kolları sıvadım. Önce Yakup’a gittim. Durumu anlattım. Oğlunun gömleğini istedim. Yakup ağlıyor. Vermem Allah vermem. “Oğlum, insanlığın derdine çare olacak bu gömlek. Oğlunun adı sonsuza kadar yaşayacak,” dedim. Öyle deyince yumuşadı. Ağlaya ağlaya verdi gömleği. Tekrar köye geldim. Gelir gelmez Yusuf emminin eve girdim. Gariban kapısını bile kilitlemiyor. Tabii kim ne yapsın Yusuf emminin evini? Hiç aklına gelir mi birinin yırtık gömleğini çalmaya geleceği? Zaten iki odalı olan evin her yerine baktım bir tane yırtık gömlek bulamadım. Ulan, dedim. Hani Yusuf emmi yırtık gömlekleri evinde biriktiriyordu? Nereye atıyor bu adam onca gömleği. Umutla girdiğim kapıdan biçare olarak çıkarken Yusuf emmiyle karşılaştık. Mütemadiyen nemli olan gözleriyle bana baktı. Hışımla kolumdan tutup eve soktu. Sedirin üzerine fırlattı beni. Korktum. Bu delinin sağı solu belli olmaz, şuracıkta öldürse beni kimsenin ruhu duymaz, diye düşündüm. Yatak odasına girdi. Biraz sonra elinde yırtık, beyaz bir gömlekle geldi. “Esas gömlek bu gömlek,” diyerek suratıma fırlattı gömleği. Gömleği aldım. Titreyen bacaklarıma aldırmadan eve kadar koştum. Deli değil velisin sen emmi. Deli değil veli.
Eve gelince düşüncelerimi hanıma anlattım. “Bu üç gömleği bir araya getirip tek bir gömlek yapmalıyız. Yapabilir misin,” dedim. Hanım olur, anlamında kafa salladı. Üçüncü gömleği sordu, onu gece kaçıracağımı söyledim. Direğin tepesinden gömleği düşürmek için uzun sopaları birbirinin ucuna ekleyerek bağladım. Gece olunca köy meydanına gittim. Sopayı gömleğin askısına geçirip aşağı indirdim. Eve geldiğimde hanım dikim işlemlerine başlamıştı. Üçüncü gömleği de verdim. Benim hanım beceriklidir, hemen dikiverdi. Mahzuniyet, mahcubiyet ve mesruriyet gömleğiydi bu gömlek. Üç duygu birleşti. Hanıma “Önce sen giy bakalım. Bismillah de. Yusuf’ u dost yüzlü düşmandan, kuyudan, zindandan kurtaran Allah bizi de kurtarsın inşallah,” dedim. Hanım giydi gömleği. Birden gülmeye başladı. Oldu. Başardık. Ben sevinemedim. “Ver gömleği,” dedim. O sırada gömleğin kanlı kısmını görünce ağlamaya başladı hanım. “Adını Yusuf koymasaydı böyle olmazdı,” dedim. Gömleği aldım. Ben de giydim. Giyer giymez zihnim gevşedi, göğsüm genişledi. Güldüm. Bağıra bağıra. Ağladım. Hönküre hönküre.