Kuru fasulye sulu olmuştu. Suyu ayrı baklaları ayrı gidiyordu. Canını sıkmıştı bu. Yediğinden zevk almıyordu. Zaten pilav da lapa gibi olmuştu. Ayrana da yoğurt diyorlardı. Daha ne olsundu?
Başta kuru fasulyenin onun hayatını bu denli etkileyeceğini tahmin etmemişti. Ne huzur kalmıştı onda ne sevinç. Annesi bir ara kuru fasulye yapmayı bıraktı. Bir işe yaramadı. Bu kez kuru fasulyeyi çok güzel yapmaya başladı. Yine olmadı. Bu sıkıntıyı nasıl bertaraf edeceğini düşünüyordu aylardır. Ne deniyorduysa işe yaramıyordu. Hayret ediyordu Kubilay’ın sevincine. Kıskanıyordu. İmreniyordu. Haset ediyordu zaman zaman. Bu kez sıkıntısı daha da artıyordu. Nasıl olurdu da insan her şeyi gülerek karşılardı? Bunu soruyordu her sabah tavana karşı.
Mahallelerindeki bakkalın sahibi her sabah aralıksız fırça çekiyordu ona. Bir ekmek almak insanın başına bu kadar sıkıntı nasıl açardı? Eve gelene kadar göğsünde bir ağrı taşıyordu. Gün boyu taşımak üzere sırtına geçiyordu ağrı. Bu insanların bir ortası yok muydu?
Çarşamba günüydü. Yaşamın ne olduğunu düşünmeye başladı. Etrafındaki insanı, kafasında tanımını yaptığı yaşamın belli yerlerine kondurdu. Ete kemiğe büründüler. Bedenlerine can girdi. Filleri yaratıldı. Hareket ettiler. Düşündüler. Konuştular. Yaşadılar. Bu muydu yaşamak? Buysa eğer, yaşadıkları neydi? Bunaldı düşünürken. Kendini rahatlatmaya çalıştı. Kim yapması gerekeni yapıyor ki bu hayatta? Canı daha da sıkıldı.
Kahvede, mahallede, okulda, mağazalarda insanların bir şikâyeti olarak dolaşmayan bu yaşamın içinde insanların gerçekten mutlu olup olmadıklarını düşündü. Bir anket neden yapılmasın ki? Bu fikri Mehmet’e sundu. Mehmet’le bu konuları mütalaa etmişti çok kez. Kuru fasulye olayından beri. Mehmet buna gerçekten gerek olup olmadığını ona sordu. Sordu: Yani bunun gereksiz bir uğraş olduğunu, insanların düşüncelerini samimi bir şekilde ankete yansıtmayacağına, anketin sonucunu düşünerek cevap vereceğine… Mehmet’in bu sorusu ona yetti. İnsanlar mutlu olmaya çabalıyorlar mıydı ya da bunu istiyorlar mıydı? Yaşamı ne olarak görüyorlardı? Bu soruların tümünün Mehmet’e gereksiz birer sorudan ibaretmiş gibi geldiğine emindi. Ama bir kez duymamıştı Mehmet’ten bunları. Mehmet’e şaşıyordu. Mehmet, sen ne için yaşıyorsun Allah aşkına?
Baş olunur muydu bunca insanla? Bu insanların yaşamı nasıl kavradığına, hâllerine, tavırlarına… Bedenleri saç uçlarından ayak parmaklarına dek hüzün, sevinç, sinir… Biri çok mutluyken, gafletten kuvvetlice dua etmiş gibi; Allah’ım bu sevinci alma benden diye. Eğer böyleyse bulunmalı bu kimse tezden. Bulunmalı ve hesap sorulmalı bencilliğinden. Bir ömür nasıl mutlu yaşanır diye ona sormalı, onu dürtmeli. Bir ömre ne kadar mutluluk sığar? Hüznünün yokluğunda hüznü bir nimet olarak görüyor mu diye kafasına bir mıh çakmalı. Hepsi nafile. Böyle bir insan, bunda bile mutlu olacak bir şey bulacaktır. Ondan ders mi almalı? Her şeyin ona sıkıntı verdiği bir yanılgıdan ibaret mi yoksa? Bunları düşünüyorken iç çekiyordu ardınca. Sabaha karşıydı, göğsünde yer edinmiş ağrı gelmişti yine. Yaşamın ne olduğunu düşünüyordu. Kaçıncı kez olduğunu bilmeyerek.