Yirmi dört yaşındaydı Akif. Esmer olmasına rağmen tonu laciverte yakın bir göz rengine sahipti. Görenler hayranlıkla bakardı. Kimi ona özenirdi kimi de onu kıskanırdı. Ama o bunların farkında değildi. Abarttıklarını düşünüyordu. Ona ne kadar özenen varsa o da bir o kadar bir başkasına özeniyordu. Yaşadığı hayatı sevmiyordu. Dışardan bakan birisi için Akif dağın zirvesindeydi fakat o zirvenin de ötesine çıkmak isteyen biri olarak gözüküyordu. Fakat Akif, bırak zirveye çıkmayı daha yeryüzüne bile çıkamamış olarak görüyordu kendisini.
Akif yaşadığı ülkenin en iyi üniversitesine gidiyordu. Ailesi ile birlikte yaşıyordu ama aile fertleriyle çok bir arada bulunmuyordu. Arkadaşlarıyla takılır, bazen halı sahaya gider bazen sahile inerdi. Geçe geç dönerdi eve ve döndüğünde aile fertleri uymuş olurdu. Ailesi bu durumdan muzdaripti tabiî. Ama çok da laf etmezlerdi. Çünkü korkuyorlardı bizi bırakır da gider diye veya alışmışlardı artık bu duruma.
Akif mutlu değildi. Ailesi yanında olmasına rağmen, eğitiminde başarılı olmasına rağmen, herkesin onu sevmesine rağmen mutlu değildi. Çünkü o zengin değildi. Çok parası olursa mutlu olacağını zannediyordu.
Bir gün bir arkadaşı köylerine bir kadın geldiğini söyledi. Kadın çocuklara hikaye anlatıyormuş. Ve köy ahalisinin dediğine göre de anlatılan hikayelerin hepsi gerçekmiş. Yaşanan olaylar ve yaşanan yerlerin hepsi… Akif'in dikkatini çekmemişti bu. Ta ki arkadaşı örnek bir hikaye anlatana kadar… Arkadaşı üstünkörü hikayeyi anlattı ona. Anlatılana göre bir delikanlı evlenmek istiyormuş ama ailenin istediği altınları alacak kadar parası yokmuş ve bir gün bir dağın -yerini hatırlamıyor- ardında kocaman bir ağaç ve dallarında da altın asılırmış. Akif " Hadi canım sen de, bilimsel olarak mümkün mü böyle bir şey? Buna inanmadın değil mi?" diye sorsa da arkadaşına, Akif'in içinde bir umut belirmişti. Arkadaşı inanmadığını ama köylülerin anlatılan hikayeleri tasdik etmelerinden dolayı inandığını söylemişti. "O zaman," dedi Akif " Neden hikayeyi duyanlar gidip aşmamışlar o dağı? Niye bulamamışlar altınları?" " Kolay mı zannediyorsun kardeşim? Sence denemediler mi?" "Saçmalık." "Ben de öyle düşünüyordum ama sen bir de bizim köylülerden ve o kadından dinle."
Akif'in aklına bir kere karpuz kabuğu düşmüştü. Arkadaşının onunla biraz daha konuşması üzerine hikaye anlatıcısına gitmeye karar verdiler. Biraz da onlar dinlesinlerdi.
O günden sonraki gün arkadaşıyla birlikte köylerine gittiler. Şanslarına kadın oradaydı ve çocuklara hikaye anlatıyordu. Oturup dinlediler. Hikayeler ilgi çekiciydi ama Akif'in ilgisini çekmedi. Onun ilgisi başka taraftaydı. Hikayeler bitince kadının başından ayrılmadılar. Çocuklar gitmişti. Akif'in arkadaşı hemen söze girdi: " Dağdan bahsetmiştiniz, ardında altınlar sarkan ağaçlardan nerede o dağ? Biz de oraya gitmek istiyoruz." dedi. Bunun üzerine kadın güldü. Akif sinirlendi. Kadın: Oraya o delikanlıdan başka kimse gidememişken siz mi gideceksiniz?" Akif: " Belki anlattıkların gerçek olmadığı için kimse gidememiştir." Kadının yüzü düştü. "İyi o halde gidin oraya ama bilesiniz ki o dağı aşmak yokuş çıkmaya benzemez. Zaten bu yüzden kimse aşamadı." Kadın dağın nerde olduğunu, nasıl gideceğini, dağın yüksekliğini onlara söyledi. Kadının tabiriyle dağ Ağrı Dağı'nın 5 katı büyüklükteymiş. Ağrı Dağı'nı hiç görmedikleri için kafalarında canlandıramadılar.
Akif ve arkadaşına göre hâlâ yaptıkları saçmalıktı ama bir kere ikisinin de kalbine bir umut düşmüştü. Hemen yola çıktılar. Kadın onlara bir harita vermişti. Araba ile gidip daha sonra dağa tırmanacaklardı. Kaç saat süreceğini bilmiyorlardı.
Araba yolculuğu güzel geçmişti. Yirmi saatlik yolculuk sonunda bir dağın önünde durmuşlardı. Resmen dağın zirvesi gözükmüyordu. İkisi de ağzı açık birbirine bakıyordu. Vazgeçecek gibiydiler. Ama daha önce dağ tırmanışı yapmışlardı. Cesaretleri ağır bastı. Birbirlerine moral ve destek verip tırmanmaya karar verdiler. Hazırlıklarını yapıp başladılar. Kâh yoruldular kâh acıktılar kâh uykuları geldi kâh hava karardı ama yirmi beş saatin sonunda bitik bir şekilde dağın tepesine vardılar. Tepeye kendilerini yığdılar. Dağın ardına bakmaya bile takatleri yoktu. Bir süre öyle durduktan sonra Akif: " Kalk lan, Kalk ne yatıyorsun? Geldik." Arkadaşı hemen doğruldu ve dağın ardına baktılar. Ağaçlar vardı ama gözükmüyordu. Yanlarında hareket eden bir şeyler vardı muhtemelen insandılar. Oraya doğru gitmeye başladılar. Ağaçlara yaklaştıkça sinir katsayıları yükseldi Akif'in ve arkadaşının. Ağacın önüne geldiler ve ağaçta altın yerine elma asılıyordu. Bir baba elma topluyor bir anne ağacın dibinde oturmuş elma soyuyor ve çocukları da uçurtma uçuruyordu.
Akif aklına ve kalbine kızdı, arkadaşına bağırdı, çağırdı. Arkadaşı da aynı şekil ona bağırdı " O bunak karı tabii ki doğruyu söylemiyordu. Ne diye ona inandık. Hay ben…" derken bir adam geldi yanlarına. Tam bir aksakallı ihtiyar… " Hayrola gençler, ne arıyorsunuz burda?" Akif sinirden gülerek "Mutluluk arıyoruz dayı, mutluluk. Bildin mi, nerededir?" "Bildim tabii evlat. Ama mutluluğu bulmak için buraya gelmeye gerek var mıydı? Olduğun yerde seni mutlu edecek onlarca şey var. Bak aileye ne kadar mutlular. Niye? Çünkü beraberler. Bak şu çocuğa bir kolu yok ama uçurtma uçuruyor ve çok mutlu. Eğer görmesini bilirsen şu dünyada şükredecek çok şey var ve eğer şükredersen seni mutlu edecek çok şey var." diyip gitti ihtiyar. Akif'in arkadaşı:"Ne gazel okudu bee. İyi kafa ütüler bu." Akif ne kadar ihtiyarın boş konuştuğunu düşünse de kafası takılmıştı söylediklerine. Yine birileri aklını çeliyordu.
Geri döndüler, büyük bir hastal kırıklığı ile. Arabayı arkadaşı kullanıyordu. Akif yola dalıp gitmişti. Aklında ihtiyarın söyledikleri vardı. Yaşadıkları yere vardıklarında arkadaşı gel bize gidelim demişti. Akif ise eve gideceğini söylemişti. Akif ilk defa eve erken gidecekti.