Sahaf Ömer, en son yaptığı kârlı alışverişi düşünüyordu. Sarı saçları küt kesilmiş, bakışlarından acı çeker gibi bir hâli olduğu zannedilen, gayet hanımefendi müşterisi iki poşet dolusu -kelimenin tam anlamıyla doluydu- kitabı soluk soluğa getirip dükkâna bıraktığında, kitapları kilo ile satmak istediğinde, paraya ihtiyacı olduğunu söylediğinde, Sahaf Ömer’in bu hüzünlü kadına acıyıp belki biraz daha iyi bir ödeme yapmaya niyetlendiğinde, kitaplar tartıldığında, kadının bir umut kahverengi deri çantasını karıştırdığı o ânda, sonra çantadan gayet ince bir kitap çıkardığında, o ince kitap ile ölçü tam kiloya ulaştığında, kadın sadece birkaç kuruş fazla alacağı için iç geçirdiğinde bunun gerçekten iyi bir alışveriş olduğunu düşünmemişti. Şimdi o ince kitabı elinde evirip çeviriyor, kocaman gülümsemesiyle sayfaları yokluyor, sonra dönüp tekrar tekrar ilk sayfaya bakıyordu Sahaf Ömer. Yıllardır hatırası olan, üzerine notlar alınmış, imzalı kitapları topluyordu. Bu kitapları kesinlikle satışa koymuyor kişisel arşivi için ayırıyordu.
Sahaf Ömer’in en büyük keyiflerindendi arşivine bir göz atıp bu kitaplarla vakit geçirmek. Sık sık bazısını eline alır, hikâyesine dair tahminler yürütür, notları okuyup tahminlerini kuvvetlendirecek ipuçları arar, tatmin edici bir işaret bulduğunda keyiften dört köşe olurdu. Kitapların tekini dahi kimseyle paylaşmak istemezdi. İşte şimdi o kitapların arasına bir yenisi eklenmişti. Üstelik bu eser oldukça nadide bir eserdi. Sanmıyordu ki başka bir baskısı olsun. Epey eski olan kitabın tozlu kapağını fırça yardımıyla temizliyor, açıp ilk sayfadaki yazıyı okuyor, parmaklarını yazının üstünde gezdiriyordu. Neşelenmişti. Çay söylemek için yerinden kalktı. Dükkânın önüne çıktı.
Çay ocağı çırağı Sermet’ten açık çayını ısmarladı. Dönüp sandalyesine oturdu. Eli masada duran ince kitaba gitti. Tam o an iyi giyimli iki adam dükkâna girdi. İçlerinden daha uzun olanı “Sahaf Ömer?” diye sorarak onay bekledi. Sahaf Ömer “Buyurun benim” diye yanıtladı. Şimdi ikisi çok çalışılmış bir hareketmiş gibi aynı anda kimliklerini gösterdiler. Polis olduklarını, dükkân için arama emri bulunduğunu bildirdiler. Sahaf Ömer duruma şaşırdı. Bir yanlışlık olup olmadığını sordu. Daha kısa olan memur, bir yanlış varsa arama sonrası belli olacağını ifade etti. İkisi dükkânı aramaya başladılar. Rafları karıştırıyor, kitapları sağa sola fırlatıyorlardı. Sahaf Ömer tüm olanları endişeyle izliyordu. Kitaplar raflardan düşerken içi gidiyor, öne doğru atılacak oluyor, sonra polisle başına bela almamak için geri adım atıyordu.
Sonunda Sahaf Ömer’in her zaman başında oturup müşterilerini beklediği, aşkla kitapların sayfalarını karıştırdığı masaya yöneldiler. Birkaç el hareketinden, kitapları bir kenara fırlattıktan sonra masadaki en ince kitabı aldılar. Uzun olan daha kısa olana buradan başlamalıydık dercesine bir bakış attı. Daha kısa olan ne olduğunu anlamaya fırsat vermeden Sahaf Ömer’i ters kelepçeye aldı.
Sahaf Ömer aman diliyor, hâlâ bir yanlışlık olduğunu iddia ediyordu. Polis memurları onu hiç dinlemiyordu. Uzun bir yolculuğun ardından Sahaf Ömer’i çevresi yüksek duvarlarla örülmüş, girişinde yüksek güvenlik önlemleri alınmış bir binaya soktular. Sahaf Ömer çok geçmeden hızlı bir üst araması sonrası kelepçeli olarak bir odaya alındı. Epey korkmuş gözüküyordu. Polislerin oturttuğu sandalyeden etrafı seyretmeye başladı. Önünde bir masa, masanın karşısında bir sandalye vardı. Şampanya rengi duvarda da bir saat asılıydı yalnızca. Düşünüp durdu. Polisler neden dükkânına gelmişti? Biri mi şikâyet etmişti? Bir de… şu ince kitap. Polisler dükkânı alt üst etmiş, o kitabı bulduklarında durmuşlardı. Buranın sorgu odası olduğunu anlamıştı artık. Neler sorulabileceğini ve nasıl cevaplar verebileceğini düşündü.
Biraz sonra onu tutuklayan memurlardan başka bir memur odaya girdi. Öteki ikisinden daha büyüktü yaşı. Sahaf Ömer’e kitabı nerede bulduğunu, neden dükkânında sakladığını sordu. Sahaf Ömer durumu açıkladı. Dükkânına gelen kadını, kiloyla kitaplarını satmak istediğini, sonra ince kitabı da getirdiği diğer kitapların arasına eklediğini, kadının kendini acındırdığını bu sebeple ona biraz fazla ödediğini, kitabın yalnızca bir haftadır kendinde olduğunu, kadını daha sonra bir daha görmediğini, kitabı daha evvel hiç görmediğini, tüm olan biteni anlattı. Polis memuru hepsini dinledikten sonra “Kadın mı?” diye sordu yalnızca. Anlattıklarının saçma olduğunu, kitabın yasaklı kitap olduğunu, aynı zamanda kıymetli bir eser olduğunu söyledi. Israrla kitabı nasıl bulduğunu sordu. Sahaf Ömer hiçbir şey anlamadı. Tekrar tekrar aynı şeyleri anlattı. Kadını, dükkânına gelişini, evet sarı saçlıydı. Elinde iki poşet dolusu kitap oluşunu, hayır ince kitap diğer kitapların arasında değildi, sonradan çantasından çıkarmıştı. Hanım hanımcık bir görünüşü vardı, hayır asla bir zanlıya benzemiyordu, başına böyle bir iş geleceğini düşünmemişti. Hayır kitabı başka bir yerden almamıştı, keşke o kadın dükkânına gelmeseydi, keşke kadına acımasaydı, kitaplarını kabul etmeseydi. Polis memuru olayların yerini değiştiriyor. Şaşırtmaya çalışıyor, gene de Sahaf Ömer her seferinde aynı şeyleri anlatıyordu. Konuşmaktan ve devam eden sorulardan yorgun düşen Sahaf Ömer hâlâ tutarlı konuşuyordu. Memur gene de ona inanmıyordu. En sonunda polis memuru da yorgun düştü. Sorguyu sonlandırıp odadan çıktı. Sahaf Ömer biraz olsun nefes alabilmişti. Az sonra iki adam kollarından tutup odadan çıkardılar.
Sahaf Ömer’i bir hücreye yerleştirdiler. Kelepçeyi çıkardılar. Bitkin düşmekten denilenleri tam anlayamadığı talimatları saydılar. Hücrede yalnız bir hasır vardı. Sahaf Ömer yere çöktü. Sırtını duvara yasladı. Düşünmek istiyordu ama düşünecek takati kalmamıştı. Kadın…kitap…ölçü…dükkân… diye sayıklarken uyuya kaldı.
Ertesi gün, sonraki gün, bir sonraki gün ve daha sonraki gün. Aynı şeyler yaşanmaya devam ediyordu. İki görevli gelip Sahaf Ömer’i alıyor, ellerini kelepçeliyor, sorgu odasına götürüyor, sorgu odasında aynı lanet sorular sorulmaya devam ediyor, Sahaf Ömer sorulara hep aynı yanıtları veriyordu. Bir haftayı geçtiğinde işkenceler başladı. Önce hafif sonra orta, gittikçe daha ağır. Bir kitap. Sadece bir kitaptan dolayı başına gelmişti tüm bunlar. O şirret kadın -artık pek hanımefendi değildi- dükkâna gelmişti, ağlak ağlak konuşup hâline acındırmıştı. Sahaf Ömer lanetler okuyor, küfürler savuruyordu. Zaman algısını yitirmişti. Bugün günlerden neydi? Saat şu an kaçtı? Kestiremiyordu.
Günler geçmeye devam etti. Her gün aynı şeyler yaşanıyordu. Sorular. İşkenceler. Sonra tekrar sorular. Tekrar işkenceler. Sahaf Ömer artık mesleğini yapmaya başladığı güne lanet okuyacak hâle gelmişti. O ince kitap için nasıl da sevinmişti. Başına iş açacağını bilmiyordu ama. Bilseydi sevinir miydi bu kadar? Kıymetli olduğunu anlamıştı da mahpuslara düşürecek bir kitap olduğunu anlayamamıştı. Tüm bunlar sevdası yüzünden gelmişti başına. Hatıralara, hikâyelere olan sevdası. İmzalı, hediye, bağış olan, kenarında notlar, kıyısında köşesinde katlanmış kâğıtlar, tren biletleri, elektrik faturaları bulunan, sayfalarında çay kahve lekeleri olan, yağmur suyunun yapraklarını kabarttığı kitaplara olan sevdası bu durumlara düşürmüştü onu.
Günler geçmeye devam ediyordu. Sorgu sualler bitmek bilmiyordu. İşkenceler yalnız bedeninde değil ruhunda da derin tahribata neden oluyordu. Bu süreçte hücre arkadaşları edindi. Aynı hücrelerde değillerdi ama hücreleri yan yanaydı. Kendi aralarında sohbet etmeye başladılar. Biraz olsun yaşadıklarını hissediyorlardı.
Kuşçu Musa ile yakın arkadaş olmuşlardı. Sahaf Ömer onun espri anlayışını da seviyordu. Neden içeri alındığını sorduğunda, kuşlarımı yanlış yerlerde uçuruyormuşum, cevabını aldı. Birlikte güldüler. Bir işler vardı Kuşçu Musa’da. Yoksa niye alsınlar kuş eğiten adamı içeri? Belki de casustu. Tekin olmadığı belliydi de keyifli bir adamdı. Birbirlerine anlata anlata biraz daha dayanıyorlardı.
Sahaf Ömer ile Kuşçu Musa hücrelerin asayişini eline almıştı. Artık tüm mahkumlar onların sözünü dinliyordu. Hep birlikte dayanışma içindeydiler. Bir gün fazla yaşamak için birbirlerine umut aşılıyorlardı. Kimi sağcı, kimi solcu, kimi milliyetçi, kimi radikal kimi de ne idüğü belirsizdi. Kimler hücrede tutulmayı hak ediyor kimler masum bakmıyorlardı. Kimin neden burada olduğuna dair sorular sormaktan vaz geçtiler. Çoğu da doğruyu söylemezdi zaten. Yalnız bir kalpleri olduğuna emin olmak istiyorlardı.
Sahaf Ömer için günler, haftalar, aylar birbirine girmişti. Her gün tekrar sorguya gidiyor, dayağını yiyip dönüyordu. Artık onlar da işkence etmekten usanmış gibiydiler. Sahaf Ömer ilk geldiği günden bugüne konuşmalarında fire vermemişti. Gene de inatla tutmaya devam ediyorlardı onu.
Kuşçu Musa, kimden veya nereden havadis alıyorsa gündem hakkında yeni bir şeyler dillendiriyordu her gün. Seçim kapıdaydı. Belki, diyordu. Bir ihtimal işler tersine dönerdi. Hücre arkadaşları kendisini pek anlamıyordu ama o umutlu bir şekilde konuşuyordu. Öyle bir konuşuyordu ki orada çok uzun zamandır bulunanlar dahil herkes işkencelerin son bulacağına, bir gün mutlaka özgürlüklerine kavuşacaklarına inanıyordu.
Birbirinin ikizi günler geride kalırken yeni günde aynı şeyler yaşanmaya devam ediyordu. Sahaf Ömer, içlerinden hekim olan hücre arkadaşının yönlendirmesiyle sızıları için çeşitli hareketler ve masajlar yapıyordu. Biraz daha iyi hissediyordu kendini. İşkencelerin şiddeti de hafiflemişti.
Günler öyle bir güne rastladı ki sanki memurların, görevlilerin, tüm çalışanların başka telaşları vardı. Sorgular, yoklamalar, işkenceler azalmıştı. Hücre ahalisi olan bitene anlam veremiyordu. Kuşçu Musa bu duruma çeşitli anlamlar biçip dostlarını keyiflendirecek konuşmalar yapıyordu.
Sahaf Ömer gitgide toparlanmıştı. Zihni daha berraktı artık. Onca çektiği çileye rağmen dükkânını özlemeye başlamıştı. Kitapları gözünün önünden gitmiyordu. Buralara düştükten sonra dükkânının ne hâlde olduğunu düşünüyor, kitapları için sızlanıyor, esnaf arkadaşlarının dükkânına sahip çıktığını umuyordu.
Bir gün görevliler her zamankinden farklı geldiler hücre kapılarına. Kapıları açtılar, kimseyi itip kakmadan hücreden çıkardılar. Kelepçe de takmamışlardı bu defa. Herkesi avluya götürdüler. Sayım oldu. Mahkumlara eşyalarının iadesini yaptılar. Farklı bir hava vardı. Herkes şaşkındı. Gözlerde gizli, muğlak bir sevinç seziliyordu. Olacak olan olmuştu. Kuşçu Musa’nın söylediklerini düşündüler. Umut dolu vaazların hepsini.
Kuşçu Musa ile Sahaf Ömer yan yana ayrıldılar binadan. Yüksek, dolu dolu gülüşlerle sohbet ediyorlardı.
“Ben söylemiştim hükümet değişecek diye. Yeni cumhurbaşkanı geldiğinde salarlar bizi demiştim.”
“Okudun mu gazeteleri?”
“Daha sonra bol bol okurum.”
“Berlin duvarı yıkılmış.”
“Desene bir biz kavuşmamışız özgürlüğümüze.”