Son toprak parçası da bölündüğünde…Son tarla da açgöz bir akrabanın hırsına kurban verildiğinde…Anası atası kalmadığında… Sevdiği kız da sende çul yok, Ülemagillerin Lütfü bir giydiğini bir daha giymiyor, deyip sümüklü Lütfü’yle söz kestiğinde…Köyde dolaşırken herkesin suratına tüküresi geldiği o vakitlerde…Koca Şef Köy Meydanını Bekleyen Boğa, tütsüsünü yakıp, “sana yol gözüktü evlat, var git Donuk Bakışlı Kara Tüylülerin, uzun ukala binaların olduğu yere var,” dediğinde…Soluk benizlileri yenmeye ant içen o genç köyünden çıktığında…Geriye dönüp buradan eşekle çıkıyorum, limuzinle geri döneceğim diye köyüne doğru yumruk salladığında…Bekir yüzü hırstan kaskatı kesilmiş, köyünden Ankara’ya çalışmaya gitti. Taşı toprağı altındır, İstanbul’a var, yalanına kanmayıp başka yalana kandı ve Ankara’ya geldi.
Elinde bavulu, otobüsten inince görüntünün karıncalanmasını bekledi bir süre. Filmlerde öyle oluyordu çünkü. Gözünü açtı kapadı, açtı kapadı bir numara yok. Demek televizyon aldatması, dedi. Tek aldatmanın bu olmasına şükretti. Tam yumruğunu sıkıp seni yeneceğim İstanbul! diye bağıracaktı ki Ankara’da olduğunu hatırladı. Olsun, dedi. Ben de SENİ YENECEĞİM ANKARA! diye bağırırım. Bağırdı da. Sesi çatallandı bir yerde. Detone oldu, kahramanların detone olmaması lazım ama o oldu. Tam son heceyi de uzatıyordu ki ensesine sağlam bir tokat yedi: “Ne bağırıyon ulan Merzifon eşeği gibi? Otobüsten her inen bağırsa şurada asayişi nasıl sağlarız?” diye hiddetlenen zabıtayla göz göze geldi. Sinirlenmişti, karşılık verecekti ama baktı ki zabıta enli biri, lafını yutuverdi. Çünkü dedesi Gün Görmüş Ulu Tilki ona ufacık bir veletken şöyle demişti: “Bir kavgaya girmeden önce denkliğini kontrol et. Senden ufakça ve bilgisizse hiç acıma. Senden ufak ama bilgiliyse yine acıma. Senden iri ve bilgiliyse bir şansın olabilir ama yine de kaç oğul. Lakin senden iri ve bilgisizse ardına bile bakma. Alaca gözlü ceylanlar seni izlese bile kaç oğul.” Dedesi lafını daha bitiremeden öksürük krizine girmiş, eliyle vur diye sırtını göstermişti. Sese gelen ninesi, “Yine mi kafadan atıp tuttun da nefessiz kaldın kör olmayası!” diye paylamıştı dedesini. İşte böyle bir günde aldığı bu altın öğüdü tuttu ve affedersin abi, deyip oradan uzaklaştı. Hâliyle Ankara’yı yenme ihtimali de o an kayboluverdi.
Amcasının oğlu Hüseyin çağırmıştı. “Gel,” demişti. “Benim keyfim gıcır. Üç apartmana bakıyorum burada. Dairem bile var, tek kuruş ödemiyorum. Hem zengin muhit. Üst baş derdim de olmuyor. İnanır mısın koskocaman bir de orman var karşımda. Sana da ayarladım bir apartman. Övdüm de haa. Sümsük gibi durma. Kanlı canlı dur, atik dur yanıma varınca.” Dolmuşla Hüseyin’in verdiği adrese doğru yol alırken kanlı canlı durma talimleri yapıyordu. Omzunu geriye doğru atıyor, çenesini yukarı kaldırıyordu. Site yöneticisine de şunları şunları derim diye düzenliyordu aklından. Tam son cümlelere gelmişti ki, şoför seslendi buna: “Burada ineceksin sen birader. Işıkları geçince sağ dik yolu beş dakika kadar yürü, dediğin siteyi görürsün.” Teşekkür ede ede indi. Etrafına şöyle bir bakındı. Gerçekten de lüks duruyor. Kocaman bir binayı iyice inceledi ağzı beş karış açık. Buna bizim köy sığar, artanına da civar köylerden ikisi sığar, diye düşündü. Öyle büyük. Köylü olmayanların pek bilemeyeceği tuhaf bir kuraldı bu. Kocaman bir binayla karşılaştığında geldiğin toprakları unutamazdın. Gelme ve yerleşme ihtimallerinin olmadığını bilirdin ama yine de binanın ululuğu karşısında mahcup hissetmek için bunu yapmalıydın. Yoksa, köylülük nasıl devam edecek? Bu durumu ünlü bir iş adamı olan Beyti Kuruyosun’a sormuşlar: “Efendim siz de uzunca binalar gördüğünüzde hâlâ buraya bizim köy sığar, artanına da şu kadar köy sığar diye hesaplıyor musunuz?” Hazret ilk kelamı edince bakmış ki sesi köylü gibi çıkıyor, hemen boğazını temizleyip sesini jakoben-snop bandında bir havaya büründürüp tısıldayarak demiş ki: “Evet? Bunda merak edilecek ne var? Evet, ben de her köylü soylu gibi kocaman binaları görünce mutlak sayıyorum. İşte gelişememizin asıl sebebi bu. Oysa bakın Avrupa köylüsüne, bina işte der geçer. Neyine hayret edecek hem? Ama biz öyle miyiz? Yazık.” Bekir de bu hesabı yapa yapa ilerledi yol boyu. Önünden giden bir kadın, kucağındaki el kadar köpekle konuşuyordu: “Yavrum benim yavrum, annen şimdi sana ne mamalar alacak.Sonra da biraz yürürüz, evimize öyle döneriz.” Köpek cılız cılız havlayınca, şen bir kahkaha koyuverdi kadın: “Seni serseri, sevindin değil mi sevindin. Tamam Mualla teyzenin Şuşu’sunu da çağırırız.” Bu manzarayı görünce aklına ninesi Yüce Alaca Ceylan’ın dedikleri aklına geliverdi: “İt, ittir oğul. Ona göre muamele et.” O esnada Yüce Alaca Ceylan’ın eteğini köpekleri çekiştirmişti de kaç yıllık köpeklerine en gür perdeden bağırmıştı ninesi:“Hoşt entarimi yırtacaksın hoşt.” İt, ittir, dedi kadının yanından geçerken. İçinden dediğini sanmıştı ama her bir kelimeye bastıra bastıra ve ninesini taklit ederek söylemişti: “İiiit, ittiirr.” Kadın bu lafı duyar duymaz çita çevikliğinde döndü, hiddetle haykırdı: Terbiyesiz, it sensin terbiyesiz. İti yani köpeği sahibi hiddetlenince havlamaya başlamıştı. Peş peşe durmadan havlıyordu. Bekir ikisinden de korktu epey. Özür dilese neye özür dileyecek? İte it dediği için mi? Kadından dilese özrü, ona it demedi ki. Kadın bin telaşla sarıldı yavrusuna: “Tamam canım tamam. Sen bakma o kendini bilmeze tamam. Hiç köpek mi görmüş hayatında o, tamam.” Gördüm tabii, diye itiraz edecekti ki durmadı daha fazla orada. İnsan hayatında ne manasız anlar yaşardı. Bekir bunlardan birini savdı. Yoluna devam etti.
Hüseyin’in yanına vardığında öğle vaktiydi. Hoşbeşten, hâl hatır, akrabayı taallukatı sorduktan sonra Bekir’i site yöneticisiyle tanıştırmaya götürdü Hüseyin. Şartlar kabul edildi, imzalar atıldı ve Bekir’e çalışacağı bina gösterildi. “ Aman,” diye uyardı Hüseyin. “Burada etliye sütlüye karışma. Günaydın iyi akşamlar, buyrun hanfendi beyfendi, bu kadar. Ekmekse ekmek, gasteyse gaste. O kadar. İşine bak, keyfini çat.” Başıyla onayladı Bekir. Yoldaki itten sonra hiç karışır mıydı? Tövbe. “Binanda mühim adamlar oturuyor haa. Gözlerine girersen yaşadın gitti.”
Bekir, işinin ilk haftasında binadaki herkesle tanıştı. Hüseyin’den işin mühim kısımlarını da öğrendiğinden zorlanmıyordu. Resmiyetini muhafaza ediyor, beyefendi hanımefendi demeden ikinci kelamı etmiyordu. Bekir Efendi aşağı, Bekir Efendi yukarı. Adının yanına eklenen efendi, ona yerini de bildiriyordu hem.
Bir gün dokuz numaradan çağırdılar Bekir Efendi’yi. Kapıda yaşlı, bakımlı bir adam onu bekliyordu. “Bekir Bey,” dedi yaşlı adam. “Lütfen bana bir süt alabilir misiniz?” Tabii bey amca deyiverdi Bekir. Sonra hemen düzeltti: Tabii beyefendi. Sütü alıp geldiğinde yaşlı adam onu evine buyur etti. Yok olur mu dediyse de diretti adam. Herhalde yalnızlıktan sıkıldı, deyip içeri girdi.
Ev, sakin döşeliydi. Nizami duruyordu. Maun mobilyaların olduğu bir odayı gösterdi adam geç diye. Eve adımını atar atmaz dini bütün bir adam herhalde, diye düşünmüştü içinden. Maneviyatlı geldi. Büyük halası İyi Huylu Turkuaz Sülün’ün şu sözünü hatırladı o an: “Eğer bir insanın huyu iyiyse evinin huyu da iyi olur. Dini bütün insanların evleri burası dini bütün bir insanın evidir, diye haykırır yeğenim bunu böyle bil.” Hacı olmalı, dedi. “Buraya mı hacı amca?” diye soruverdi bu çıkarımından sonra. “Böyle mi geçeyim?” Adam başıyla onaylarken gülümsüyordu.Oda evin genelindeki düzenli havayı taşıyordu üstünde. Duvarda başı örtülü bir kadın ve kucağında da bebeği vardı. “Ulan,” dedi. “Bu resimler şey değil mi?” Bu soruyu da içinden sorduğunu sanıp yüksek sesle sormuştu. “Meryem Anamız,” diye cevap verdi ihtiyar. “Ve kucağındaki de bebek İsa. Tanıdın değil mi?” Ne diyeceğini bilemedi Bekir önce. “He,” dedi, “Bilmem mi? Tövbe tövbe. Hacı baba. Peygamber resmi günah. Torunun mu astı da asma diyemedin?” Adam gülümsedi: “Ben papazım evlat,” dedi. “Herhalde şimdi anlaşılmıştır.” Olduğu yerden hızla kalktı Bekir. Dinden çıkmış gibi hissetti. Refleksinde bu vardı. Olayı anlayınca sakince geri çöktü yerine. Adam da geldi onun yakınına oturdu. “Nereden geldin?” diye sordu. “Amasya,” cevabını alınca orası neredeydi diye hatırlamaya çalıştı. “Hah tamam bildim,” dedi. “Merzifon da oradaydı.” Bu duruma biraz bozuldu Bekir. Amasya denilince akla direkt neden Merzifon geliyordu sanki? “Evet peder efendi,” dedi. “Eşeği meşhurdur.” Ağız dolusu güldü bunu deyince. Kendi yaptığı esprilere en çok kendisi gülenlerin tavrıyla. “Senin kilise nerede?” Kilise deyince de içi bir hoş oldu. Tövbe, dedi. “Yakın buraya, kırk yıldır buradayım. İstanbul’da görevliydim önce. Eşim vefat edince buraya geldim, duramadım orada,” dedi. Bekir yaşlı başlı adamın Hristiyan olmasına mı yansın, eşinin vefat etmiş olduğuna mı yansın bilemedi. “Başın sağ olsun peder bey,” dedi. “Mekânı cennet olsun.” Bunu der demez pişman oldu. Mekânı nasıl cennet olacak? Sonra aklına büyük amcası Ulu Büken Koca Timsah’ın sözleri geldi: İnsanların son anda ne dediklerini bilmediğinden milletin alnının çatına kâfir lafını çatma. Çatacaksa da başkaları çatsın, sen karışma, demişti. Âmin, dedi peder. Şüphesi yok gibi âmin, dedi.
Meyve suyu getirdi mutfaktan. Yanında da bisküvi. Bekir huzursuz kıpırdandı. Peder efendi bunlar Türk malı mı? deyiverdi. Gülümsedi peder, helal dedi, ye. Ye de sana mirasımı göstereyim. Merak etti Bekir. Bisküvileri üçer beşer tıktı ağzına. Meyve suyunu da içince kalktılar.
Yan odaya geçtiler. Burası içeriden de geniş, dört duvarı kitaplıklı bir odaydı. O kadar çok kitap vardı ki sığmamış yerlere de koymuştu ihtiyar. Şaşırdı Bekir: “Aman peder, ne kadar çok. Sen okudun mu bunların hepsini?” dedi. Kitaplık görünce sorulması gereken soru da sorulduğuna göre cevap beklenilebilirdi: “Evet,” dedi peder. “Aşağı yukarı. Birazı eşimin. Çoluk çocuk yurt dışında. Bunlar oldu benim çocuğum.” Şehir insanını garip buldu Bekir. Kimisi köpeğe evladım der, kimisi konuşmaz etmez kitaplara. Üstelik Ankara’da Hristiyan da varmış, tövbe. Müsaade isteyip ayrıldı sonra. Bir ihtiyacın olursa gece gündüz çağır çekinme, dedi.
Sonraki günlerde samimiyeti artırdı Bekir ve peder. Din diyanet konuştukları yoktu. Bekir zaten temkinliydi. Köye bir de Hristiyan olup dönüyormuşum, tövbeee, aman uyanık ol, diyerek otururdu pederin yanında. Yine de sevdi pederi. “Sana Amasya’yı da gezdireyim yazın,” dedi. “Memleket neymiş gör. Eh ne demişler, gez dünyayı, gör Amasya’yı.” Sözleri birbirine uladı Bekir. Belki köyde imamla rastlaştırabilirse…Şöyle içten bir şehadetle…
Hüseyin arada Bekir’i yokluyor, yaşlı pederden sebep takılıyordu: Bekir, vaftiz maftiz olmadın inşallah…Gülüşmeler, takılmalar arasında Bekir, yaşlı pedere iman Kuran nasip etsin duasıyla tamamlıyordu cümlelerini.
Her doğan ölür. Emrihak vaki oldu, pedere de Azrail misafir oldu. Tabutunu en önde sırtlayanlardan biri oldu Bekir. Kiliseye girmedi ama köşeden izledi. Üç dört ay öncesinde bir kilise köşesinde bir peder için gözyaşı dökeceksin, deseler inanmazdı. Buna şaşırmak, dünya gibi bir yerde şaşırmanın kendisi daha doğrusu, ne boştu bazen. Pederi bir Bekir de uğurlayabilirdi pek tabii.
Pederin çocukları, geleni gideni ağırladılar. Bekir arada bir uğradı. Dairesinde helva kavurdu pederin ruhuna. Sevaptır, dedi. Belki azabını azaltır ikram, dedi. Pederin yakınları, gözü yaşlı bina hizmetlisinin ikramını şaşkınlıkla yediler. Kalabalık dağıldı, cenaze evi de sessizleşti.
Ertesi gün bahçeyi süpürürken pederin çocukları geldi Bekir’in yanına. Babalarını yalnız bırakmadığı için teşekkür ettiler. Evin anahtarını verdiler. Birkaç güne boşaltacaklarını, kiraya verdiklerini, zahmet olmazsa ilgilenmesini istediler. Hay hay, dedi Bekir. Bir de bir mektup verdiler babalarından Bekir’e yazılmış.
Bekir onlar gidince, bir köşeye çöktü, okumaya başladı. Peder uzun uzun yazmış, sen evladımsın bile demişti. Gözü doldu Bekir’in. Etrafına bakındı gören yok, devam etti okumaya. “Kitaplarım sana emanet,” demişti. Bir adres verip bu sahafa bırak, yazmıştı. “Ama vermeyip de benim olsun, dersen pek memnun olurum.” Burada bir estağfirullah çekti Bekir. N’apacaktı Hristiyan kitaplarını? Bunu derken büyük dayısı Sırtı Kara Ulu Samur’un sözünü hatırladı: “Unutma Bekir, onların dini onlara, bizim dinimiz bizedir.” Dayısının bu sözünü hatırlayınca kitapları sahafa taşımaya karar verdi. Mektup, “Sen bilirsin Bekir,” diye devam ediyordu. “Her taşıdığın kitap için paranı alacaksın.” Yazdığı para da iyi paraydı hani. Köşeyi şöyle böyle dönerdi.
Bekir hemen o akşam pederin evine girdi. Bu eve ilk girdiği günü hatırladı. Pederi dini bütün bir amca sandığı o günü. Ev yine nizami ama gariban bakıyordu şimdi Bekir’e. Odaları dolaştı. Derken kütüphanesine girdi pederin. Biraz sonra başladı bir çantaya doldurmaya kitapları.
Sabah, apartmanın işini bitirir bitirmez sahafın yolunu tuttu. Yol boyu düşündü. Ne tuhaf işti bu. Adı: Bekir. Memleketi: Amasya. Ne taşıyor? Ölü bir pederin kitaplarını.
Sahafa girdiğinde pederin ismini söyledi. Kendi ismini de iletti. Sahaf, derin üzüntüsünü ilettikten sonra Bekir’in elindeki çantaya gözü kaydı. Eee, teslim et artık diyordu âdeta. Bekir anladı ve hızla çantayı uzattı. Sahaf heyecanla açtı çantayı. Kitapları bir bir çıkarırken gözleri parlıyordu. Rahmetli peder, çok kıymetliydi çok, diyordu bir taraftan. Kitapları tartıp Bekir’e yüklü bir ödeme yaptılar.
Eve vardığında yemeğini yiyip yine çıktı pederin dairesine. Hızla boşaltması gerekiyordu kitaplığı kiracı gelmeden. Bu sefer iki çanta kitap topladı. Sabaha yine sahafa bıraktı. Kilo başına yükle para alıp evine döndü.
Epeyce para kazanmasına rağmen vicdanı rahat değildi. Satmasa ne yapacak? Sabaha kadar uyuyamadı.
Ertesi gün, pederin evine tekrar girdi. Kararını verdi. Parça parça taşıdı kitapları. Ufacık dairesine gün gün taşıdı. Tek göz odası neredeyse doldu kitaplarla. Çoğu da Hristiyanlık kitaplarıydı. Hüseyin geldiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu az daha. “Ulan,” dedi, “memleketten birileri gelecek olsa, Bekir din değiştirmiş diye yedi düvele duyururlar. Sakın evine çağırma kimseyi. Hem niye satmadın bunları? Adam sana sat demedi mi?” Cevap vermedi Bekir.
Günler günleri kovaladı. Hayat durmadığı yerden aktı. Bekir, gece gündüz çalıştı. Döndü bir yığın kitabın arasında yaşadı. Arada bir kafasını kaldırıp baktığında bir azizin hayatını öve öve anlatan bir kitapla göz göze geliyordu. Estağfirullahla gözlerini yumuyor ama vicdanını da rahat hissediyordu.
Sahaf sonraki günlerde Bekir’i aradı aradı. Kilo başı daha çok para teklif etti. O böyle yaptıkça Bekir’in aklına büyük teyzesi Ak Kanatlı Ulu Güvercin’in sözleri gelirdi: “Ne olursa olsun, fiyatı artırana güvenme Bekir. Orada onun kârı daha çoktur.”
Bekir, atalarının sözünü dinlerdi. Evine gelmelerini istemeden.