Kelaynak

Emre Ergin

Güzellik ve tesadüfün her ikisi de yüzümü gülümsetir. Di. Çünkü güzelliğin tesadüfi olabileceğini düşünür. Düm. Bu yüzden de tesadüflerin de güzelliğine inanır. Dım. Bütün bunlar gençliğimdeydi. Şimdi kavramların hiçbirinin birbiriyle bir alakası olmadığına, tanışıklıklarının meraba merabadan öteye geçmediğine, sırf bir zaman yanyana bulundular diye iki kavramı, sevgi ve mutluluğu meselâ, korku ve saygıyı ve bunun gibi ne varsa, alakalı sanmamak gerektiğini öğrendim.

İçeriye giren genç ve güzel kadın bana bunları düşündürdü. Yirmi ila yirmi beş yaşlarında. Genç ve güzel. Ayrı ayrı. Birbiriyle alakası yok. Dükkanıma yakışmadığı belliydi, ama tesadüflerin de güzelliklerle bir alakası yoktu. Güzelliğinin alımlılıkla da bir alakası yoktu. Cakkıdı cakkıdı çiğnediği sakızının arasından, “Pardonnn..” dedi. “Kiloyla kitap alımı yapıyor musunuz acaba?”

Doğrulurken, dizlerim bilgelikle alakası olmayan bir şekilde çatırdadı. Kızı tepeden tırnağa süzdüm. Müşteriyi süzer gibi. Getireceği kitaba ne kadar verirsem pazarlık yapmakla, başka yere sormakla filan uğraşmaz diye değerlendirdim. Onu buraya yönlendiren sebebi merak etmedim, eline nereden kiloyla kitap geçtiğini de merak etmedim. Ama gelişinin sebebi her ne idiyse, buraya yakışmayan bu kızın, bir an önce gitmek isteyen bir bakışla süzdüğünü fark ettim. Sıvası çatlamış sütunları, ahşap deseniyle boyanmış rafları, sırtı bantlı kitapları ve beni, göz kapaklarımı, kapanıp açılıyor, kapanıp açılıyor ama alakası yok kapanmaların açılmalarla, sırf birbirlerinin arkasından geliyorlar, hafifçe içim geçiyor. Uyuyakalıyorum sonra.

Uyuyakaldığım yerde gözlerimi açıyorum. Az önceki kız başımda duruyor. Öldüm sanmış. Ölmedim ama buna mana biçmek yanlış. Ölmeyeceğim manasına gelmez. “İyi misiniz?” dedi. “İyiyim” dedim. Karşıdaki plastik tabureye oturuyor, hafiften iğrenerek. “Bir su içseniz kendinize gelmez misiniz?” Ne alakası var su içmeyle narkolepsinin. Ama bozmuyorum onu. Kız güzel çünkü. Ben ellimi geçsem de böyle şeylerin hakkını teslim etmek gerek. Su içiyorum. Ona da ikram ediyorum.

Kitaplara bakıyorum. Cilt cilt, aynı renkte kapaklar. Font aynı tasarım aynı… Yazar da aynı. Ama başlıklar farklı. Bunlar… Bu başlıkları biliyorum. Bilmem mi? Hepsi…

Sakızı ağzında yaptığı tükürükle hemhal çalkantılarla kendisini hatırlatıyor. “Yani şimdi bütün bu kitapları ne kadara alırsınız. Fazlaca da zamanım yok biliyor musunuz? Buradan sonra gideceğim bir sürü yer var.”

Hikâyesini aslında ilk geldiğinde merak etmiyordum. Elbette, böyle bakımlı bir kadının Ulus’un sahaflar çarşısına gelmesi sıradan bir olay sayılmazdı. Dedim ya güzellik tesadüfi değildir, aynaya bakmaya zamanı olabilecek kadar lüks içinde kadınlığın yan etkisidir. Bir terim olarak havsalaya dahil olabilmesi kendine yer edinebilmesi hayatın içerisinde daha acil başka konulardan yer kalabildiğine işarettir. O yüzden üç beş tane bu işin duayeni haricinde sahaflar ucuza kitap alınabilen yerlerdir ve güzelliğine fazlaca düşkün hanımların yolları buraya o kadar sık düşmez.

Evet, muhakkak ilginç bir hikâyesi vardı bu kızın, ancak umrumda değildi. Bütün bu kitapların hepsini okumamıştım ve emindim ki bu kadınınkinden daha ilginçleriyle doluydu raflar. Ama işte… Başlıklara bakınca. Hangi kitapları satmaya çalıştığını görünce yani. İlgisizliğim yerini… Bir … Bir tut… Tutku. Sıvası çatlamış kirişler, birbirine yaslanmasa hepsi birden devrilecek raflar, üstüste katman katman yapıştırılmış fiyat etiketleri ve benim kapanıp açılan kapanıp açılan ve bazen de açılmayan kapanması daha uzun süren göz kapaklarımın ardına saklanmış bir tutku…

Gözümü açtığımda kaliteli parfümünün kokusu genzimi yaktı. Öksürdüm. “İyi misiniz?” İyi miyim? “Evet. Peki sen…” dedim. Gülümsüyor muydum? Cevabın konuyla alakası var mıydı? Sen dememe bozuldu, “Kızınız yaşı…” filan gibi ifadeler içeren cümleler kurdu. “Afedersiniz.” dedim. “Kendime henüz gelemedim. Yoksa size sen demem, kızım yaşındasınız, denir mi kızım, kızıma sen.” Kızım olsa ona sen der miydim bilmiyorum, tabi elbet herkesin kızı var, dünyada bir sürü baba var bu babaların üçte ikisinin kızları da var ve gidip örnek alacak olsak bir baba kızına acaba ne diyor bunun cevabını bulmak işten bile değil ama ben onca okumuşluğumla onca özgünlüğümle yaşadıklarımla umutlarımla ve umut kırıklıklarımla acaba bir kızım olsa ona ne derdim? Hangi konuda herkes gibiyim de bu konuda dünya birleşmiş babalar genel örgütünün alacağı kararlara kendimi uymak zorunda hissedeyim? Kızım olsa…

“İyi misiniz? Doktor çağırayım mı?” Kızım olsa… Ona kelaynak derdim. Esnedim. “Bana bu kitapların hikâyesini anlatır mısınız?” dedim. Ağlamaklı oldu. “Annem uzun zamandır hastanede.” Annen? “Anneniz?” Annesi? Gerçekten mi? Hastanede mi? Hem bu kızın annesi?

Başını salladı. “Önce evini dağıtmayalım dedik, bir an önce iyileşir geri döner, düzenini bozmayalım, dedik. Ama özel hastaneye nakletmemiz gerekti. Hem sonra malum, kiralar ateş pahası. Evini boşaltmaya karar verdik. Bu kitaplar da kilerden çıktı. Ben aslında geri dönüşüme atalım diye düşündüm.” Bana baktı. Acaba beni kırmış mıydı? Ya da az sonra ona vereceğim fiyat teklifine zararı olmuş muydu bu dediğinin. Hayır. İkincisi geçmemişti aklından, kitapların kaydadeğer bir para edemeyeceğine çoktan kani idi. Burada bulunma sebebi başka olmalıydı.

“Kendine geldiği sıraların birinde nasılsa bu kitaplardan konu açıldı. Evi boşalttığımızdan hastaneden çıkınca bizim evde kalabileceğinden filan bahsediyordum. ‘Sakın!’ dedi. ‘O kitapları geridönüşüme filan atmayın. Çok kıymetlidir onlar. Hem sözüm var benim.’

Çok eski bir dostunun yazdığı ve sadece birer adet bastırıp ciltlettiği kitaplarmış. Yirmi beş yıldır onu görmemiş, ama arasıra, gençliğini hatırlamak istediğinde açıp bu kitapları okurmuş. Ben de biraz baktım. Annemle belki aramızda ortak bir konu olur diye. Ama hiç de bir şey anlamadım. Roman desem değil, öykü desem değil, şiir desem hiç değil… Belki deneme. Biraz günlük. Ama biraz da diğer her şey. Annem ısrarla bu kitapları geridönüşüme atmamızın bir cinayetle eşdeğer olacağını, kitapların içinde anlaşılamamış bir dahinin yattığını, sırf kapağında bir yayınevinin mührü yok diye hakir görmemizin makul olmayacağını söyleyip duruyordu.

Eğer geridönüşüme değil de, bir sahafa bari satar isem, kitapları işin ehli birisi, o kitapların hakkını verecek birisi, okuyup kıymetini anlayacak birisi alırmış. Kitapların değerini çarçur etmemenin tek yolu da buymuş. Kâğıt edebiyatın bahanesiymiş, bahaneye para biçip edebiyatı çöp etmek olmazmış.

İşte buradayım. Üzemedim annemi. Yani o kazandı. Anneme bu kitaplardan bir halt olmaz, bu kitapları kim neden satın alsın, hem de alacak olsa hangisini alsın, dokuz kilo, yayınevi olmayan, kapağı kargacık burgacık, yazarının ismini kimsenin bilmediği bu kitapları kim ne yapsın diyemedim, yani.”

İçim mi geçmiş yine. Hikâyenin sonunu kaçırdım mı. Hayır. Kaçırmamışım. Üç dört satır daha var. Uyandığımda, kız hâlâ karşımda duruyordu. Endişeli. Korkmasın diye gülümsedim. “Tanışalım.” dedim. “Ben Ahmet Sivrioğlu. Bu kitapların. Hepsinin yazarı benim.” Elimi uzattım. Kelaynağa.