Birkaç yüzyıl öncesine kadar Dünya insanlığa ev sahipliği yapıyordu. Sömürülmeye izin veriyor, kendini insanlık uğruna feda ediyordu. İnsanlar da Dünya her halükarda sömürüye açık bir yurtmuş gibi onu yiyip bitiriyordu. Dünya acı çekiyordu ve insanlara sinirliydi. İyileşmek için ayağa her kalktığında bir darbe daha yiyordu. Milyar yıllarca sustu ama daha fazla dayanamazdı.
İnsanlar Dünyaya bir savaş açtıklarını görmüyormuş gibi dolandılar yıllarca toprak anada. Bu savaşı kazandıkları takdirde kaybedeceklerdi. Bilime güvendiler ama onu kullanmayı beceremediler. En sonunda Dünya biriktirdiği öfkeyi saçtı insanların üzerine. Yanardağlar aktifleşti, depremler arttı, sular taştı.
Bilim insanları artık daha fazla koşturuyordu. Bu işin bir hal çaresine bakmak için var gücüyle çalışıyorlardı. Ertelenen, görmezden gelinen felaketler patlak verince insanlar hiç korkmadıkları kadar korktular. Yıllarca farklı farklı bölgelerde milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Bazı tedbirler alınmaya çalışsa da hâlâ ulaşılamayan yerler, yaşamını yitiren insanlar vardı.
Hâlâ iyilik için çalışan bir avuç varlıklı insan el ele verip güvenli bir bölge inşa ettiler. Bu güvenli bölge dağlardan, fay hatlarından, denizlerden uzak; atmosferin kalın ve küçük su kaynaklarının olduğu bir bölgeydi. Yıllarca süren afetlerin ardından elde avuçta kalan insanlar bu bölgeye tahliye edildi. Fakat bu kalıcı bir çözüm olamazdı. Kıtlık çok yakında baş gösterecek, kaynaklar azalacaktı. Bilim insanları canla başla yeni bir yaşam alanı bulmaya çalışıyordu. Dünya'yı eskiye döndürmekten vazgeçilmişti. Yeni bir gezegen onlar için umut ışığı olmalıydı. O gezegene gidip orayı da sömürmeleri gerekiyordu.
Bir gün istenilen ve uğruna çabalanan gezegen bulundu. İnsanlıktan geriye kalan bir avuç insan yine bilime güvenerek Dünyayı terk etti. Atmosfere sahip bu gezegende yaşamaya başladılar. Samanyolu'nun ücrasında kalmış bu gezegenin buluşu bilim insanlarını ve tüm halkı sevindirmişti. Kaynakları ve yaşam alanları insanlar için elverişliydi. Zaman Dünya zamanından yarım yıl yavaş akıyordu. Hemen bu gezegene alıştılar. Tıpkı Dünya'nın yok olmasına alıştıkları gibi.
Gezegene Yeni Yaşam anlamında NL-01 ismini koydular. Bu gezegen yapısı bakımından Dünya'ya benziyordu. Sadece karalar daha fazla yer kaplıyordu ve daha önce görmedikleri bitki çeşitleri vardı.
Tehlikeyi henüz sezmemişleri çünkü "Zaten bir avuç insanız" diye düşündükleri için barış içinde yaşıyorlardı. Zaman geçti ve yeni kuşaklar da NL-01'e gözlerini açtı. İşte o zaman Dünya'da bozgunculuk çıkaran insan ırkı bu gezegeni de kızdırmaya başladı. Ama bilemedikleri, hesap edemedikleri, bir şey vardı. NL-01, Dünya gibi bozgunculuğa göz yummuyordu.
Bir gün iki adam ateşli bir kavgaya tutuştu. O ana dek bu denli kavga olmamıştı. Birbirine kötü söz söyleyen ve yalan konuşan insanlar vardı elbet. Böyle davranınca parmaklarının inceldiğini, bazı uzuvlarının işlevini kaybettiğini fark etmişlerdi ama bunu kötü davranışlarına yormamışlardı. Taa ki o güne kadar.
İki adam kavga ederken tüm halk kavganın olduğu meydana toplandı. Bazıları ayırmaya çalışıyordu ama ikisi de birbirine çok kızgındı. Yaka paça süren bu kavga ateşlenirken bir anda adamlar yere yığıldı. Çünkü bacakları incelmişti ve onları taşıyamadı. Bir anda bütün vücutları incelmeye, bir kağıt kıvamına gelmeye başladı. Korku içinde kıvranmaya başladılar ama insanlar da korkudan uzaklaşmıştı. Yardım için kimse el uzatmıyordu. Yapabilecek bir şey de yoktu.
Kağıt gibi incelen adamlar derhal incelemeye alındı. Üst düzey laboratuvarlarda aylarca bu olay üzerine çalışıldı. Yerçekimi ya da manyetik alanla alakalı olabilir diye yorumluyordu bilimciler. Ama kimse asıl sebebini bulamıyordu. Vücudunun büyük bölümü incelen adamlar yaşamsal faaliyetlerini yerine getirebiliyordu. İşin ilginç yanı da buydu.
Bu olayın üzerine herhangi bir uzvu incelmiş, vücudunda küçük incelikler olan bazı insanlar da şikayetlerini belirttiler. Bilimciler bilime daha da sıkı sarılarak bu işi anlamlandırmak için bir hayli çalıştı. En sonunda her şey mantıklı bir sebebe bağlandı.
Bu gezegenin, NL-01'in, Güneş sistemindeki konumundan dolayı manyetik alanı elektronlar üzerinde farklı bir etki yaratıyordu. Sinir sisteminde öfke ve buna benzer duyguların impulsları beyinde sinaps yapacakken manyetik alan bu elektronları algılıyor ve beyinsel iletiyi ele geçirip bedeni iki boyuta geçmeye zorluyordu.
Yani "sen her şeyi kafanda kurmuşsun" cümlesinin bilimsel haliydi. Halk bu açıklamalardan pek bir şey anlamamıştı. Onlar için "Bu gezegende sinirlenmek yasak"tan ibaretti tüm olay. Mecbur kötü davranışlardan, sözlerden uzak durulacaktı. Kural buydu.
Tabii insanoğlu hangi gezegene gitse rahat durmazdı çünkü Dünya'dan ayrılırken nefisleri onları bırakmamış ve onlarla gelmişti. İnsan yine aynı insandı. Herkesin iyi bir insan olması için kurallar koyuldu. İki boyuta geçen insanlar ayıplandı.
Toplum tabakalara ayrıldı. Üç boyutlular, yarımlar (vücudunun yarısı ya da daha azı boyut değiştirenler) ve iki boyutlular diye üçe bölündüler. Üç boyutlular hayatlarını sefa içerisinde, birbirlerini kırmadan incitmeden yaşıyorlardı ve mutluydular. Yarımlar ise belirli çizgiler dışında üç boyutlularla aynı muameleyi görürdü. Çünkü küçük bir hatadan kaynaklanan sinirlenmeler olabilirdi. Ama iki boyuta geçenler toplumda hor görülürdü. Onların ahlak açısından yoksun insanlar olduğu düşünülürdü.
O da böyle bir toplumda NL-01'e gözlerini açtı. Ailesi üç boyutluların ileri gelenlerindendi. Varlıklı ve çevresince sayılan bir ailesi vardı fakat ailesi yarımlara ve iki boyutlulara aşağılık bir gözle bakar, onları hor görürdü. O ise bu tavrı anlayamadı. İnsanların hatalarını zaten bu gezegen bir kara leke gibi vücutlarında tesir ettiriyordu. Bıraksalardı da bu acı onlara yetseydi. Bu durumla her karşılaştığında iki boyutluların ve yarımların sesi olmaya çalışırdı ama henüz yirmi üçünde olduğu için pek kâle alınmazdı.
Ailenin tek erkek çocuğuydu. Ablası vardı ve ikisi beraber çok güzel bir çocukluk geçirmişlerdi. Ama ablası büyüyüp etrafa açılınca iki boyutlu bir oğlana aşık oldu. Bir müddet gizlese de zamanı gelince ailesine söyledi. Evlenmek istiyordu. Ailesi sinirlenmeden ne kadar karşı çıkılırsa o kadar karşı çıktı. Ablası buna dayanamadı ve evden kaçtı. Ailesi onu aramadı bile. O günden beri ablasından haber alamıyordu.
Onu çok özlemişti. Yaşıyor mu onu bile bilmiyordu, ailesi de bu konu her açıldığında kapatıyordu. Tek bir emare bile olmayınca eli kolu bağlı durup bir işaret beklemekten başka çaresi yoktu.
Bir gün beklediği işareti gördü. Üniversitenin koridorunda amfiye yürürken uzun, sarışın bir oğlanla çarpıştı. Bir anda oğlanın elindeki kitaplar yere saçıldı. Kendisinin de hatası olduğunu düşünerek yardım etmek için eğildiğinde ablasının polaroid fotoğrafı karşısındaydı. Şaşkındı. Uzun, sarı oğlan bir şey fark etmiş gibi fotoğrafı alıp kaçtı.
Onun bu işi anlamadan bırakma niyeti yoktu. Oğlanın peşine düştü. Oğlan önde o arkada koşuyordu. Uzunca koridoru aşıp dışarıya çıkınca oğlanı çıkışın dibindeki duvarda kıskıvrak yakaladı. Nefes nefese "Anlat" Dedi. "Ablamı nereden tanıyorsun?". Uzun, sarı oğlan da nefes nefese "Ablan kim?, Ben bilmem." Gibi yalanlar savurunca iş kavgaya tutuştu. Sarı oğlan çok sakindi ve dayaktan perişan olmuştu ki "Tamam söyleyeceğim." Dedi korkuyla.
Ablasının kaçırıldığını öğrendi ve sarı oğlan eline bir adres tutuşturdu, sonra ortadan kayboldu. Tam adresi okuyacakken az önce yaptığı hatayı fark etti. Sinirlenmişti. Bunun bedelini iki boyuta hapsolarak ödeyecekti. "Hayııır!" diye bağırsa da fayda etmedi. İkinci boyuta geçmişti.
Eve gidemezdi. Ailesinin ona vereceği afakî tepkiden korkuyordu. Ailesi şu an düşünülecek şey değildi. Yapması gereken bir şey vardı: O adrese gitmek.
Adresi araştırdı ve üç boyutlulardan oluşan bir çeteye ait olduğunu öğrendi. Bir plan yaptı ve onu uygulamak için harekete geçti. Başı ve ayakları dışında tüm vücudu iki boyuta geçtiği için tüm vücudunu kaplayacak kadar pamuk buldu. Bunları dışlanmayacağı yerden, iki boyutluların mahallesinden, temin ediyordu. Janti bir görünüşe girmek için kıyafetlerini ütülemeliydi. Ütülemek için yeltendiğinde içinde bulunduğu vaziyetin ciddiyetini anca fark etti. Artık ikinci boyuttaydı. Ütü masası artık ondan daha kalındı. Kıyafetlerini ütülemek için çıkarması bile gerekmiyordu. Masaya uzanıp kendini ütüledi. Şaşkındı ama o ailesi gibi anlık öfkelerin insanı düşürdüğü durumu hor görmüyordu. O ablası gibiydi. Biricik ablası... Onu bulmalıydı.
Ütü masasından kalkıp pamukları içine yerleştirdi. Boyutunu kamufle etmişti. Adrese gitti ve kapının önündeki badigart adamlara "Başınızda kim varsa onunla konuşmak istiyorum." Dedi. Adamlar ona aşağılar gibi bakarken birisi onu kolundan çekip ara sokağa sürükledi.
"Sen kimsin?" Dedi. "Kardeşim seni anlattı, çoktan ikinci boyuta geçmeliydin. Burada olmamalısın." Dedi karşısındaki siyah deri ceketli, sarı saçlı adam . "Tamam da kimsin sen? Kardeşin kim?"
"Dövdüğün çocuk kardeşim. Seni tanıyorum. Sen onun kardeşisin. Ablanı aradığını biliyorum ama şimdi beni iyi dinle. Asıl aşağılık insanlar üç boyutlular." Bunu derken tişörtünün içindeki pamukları gösterdi. Bu adamın ablasının sevdiği adam olduğunu anladı.
Adam ona ablasının babasının onu yakalasın diye tuttuğu adamlardan kaçarken bu çetenin eline düştüğünü ve bu çetenin ablasını tuzağa düşürüp öldürdüğünü anlattı. İkisi de ağlıyordu. Ablası ölmüştü. Üstelik çok zaman önce.
"Baban biliyor, annen de biliyor. Senden sakladılar çünkü senin sınıf ayrımına karşı olduğunu, bu yüzden ablanı aramaya kalkacağını, dolaylı olarak da ölümünde babanın suçu olduğunu anlayacağını biliyorlardı. Buraya seni ben çağırdım. Fotoğraf, çarpışma hepsi bilerek yapıldı. Ama üzgünüm senin sinirlerine hakim olamayacağını hesap edemedim." Başını öne eğdi.
Her şeyi anlamıştı. Vücudundaki pamukları boşaltıp oradan uzaklaştı. İnsanlardan uzak bir yere gitti. Bu düzensizliği anlayamadığı için ağlıyordu. İnsanların hangisi daha tehlikeliydi gerçekten? Öfkesini gördüklerimiz mi yoksa göremediklerimiz mi? Ya da gerek var mıydı âni duygular yüzünden böyle ayrışmaya? Güneş'e kızdı, manyetik alana, beynine, tüm boyutlara, insanlara, ailesine, ütü masasına... Her şeye kızdı.
Bağıra bağıra ağladı. Saatler sonra gece çökmüşken olduğu yerden kalktı. İlerideki uçurumdan atlaması onu öldürmezdi, rüzgar savururdu onu. Çaresizce ve ne yapacağını bilmeden geri döndü. Nereye döndüğünü bile bilmiyordu. Ama bu düzeni değiştirmek için hiçbir şey yapmadı düzene sövmekten başka. Zaten bu zamana kadar biri yapmış olsaydı şu an bu gezegende olmazdı insanlık. O da yapmadı, tıpkı ataları gibi.