Bir Yerden Başlamalı

Hacer Noğman

Saati o duvardan alıp başka bir duvara takmışlardı. Saatin yerineyse bir tablo. Silik bir cami vardı tabloda. Sadece cami. Saati merak ettiğinde hep o camiye bakıyordu. Sonra hemen diğer duvara, saate dönüyordu bakışları. Gözlerini deviriyordu bazen. Bazen de uflayıp pufluyordu bu değişikliğe. Alışması zor olacaktı, böyle düşünüyordu. Sonra içini rahatlatıyordu: O tablo başka bir yere koyulamazdı, tam yeriydi orası. Fakat alışması zor olacaktı. İnsan nelere alışmazdı ki?

Bir ikindi vaktinin son bulmasına doğru, kerahet vakti girdi mi diye saate bakacakken camiyle göz göze geldi. Onda zaman zaman varlığını hissettiren fakat adını koyamadığı bir şeyi hissetti o an. Güneş duvarı kızıl renge boyarken gözlerinin acıdığını hissetti. Gözlerini alamadı tablodan. Midesinin altından yukarı doğru nefes borusuna tırmanan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kalbi uzaktan fark edilir şekilde atıyordu. Durduğu yerde sarsıyordu kalbi onu. Bir hekime gitse, hekimin bir ad koyamayacağı hastalığın ona musallat olduğundan korkuyordu. Bu şeyi en son ne zaman yaşadığını düşündü. Bedeni hâlâ sarsılıyordu. İki hafta öncesi miydi yoksa üç hafta mı? Hatırlayamıyordu. Nefes borusunda yumru olan o şeyin ne olduğunu anlayamıyordu. Başını çevirdi. Bunu yapabildiğine şaşırdı. O hâlin etkisinden çıkamayacağını düşünürken yaptı bunu. Saate baktı. Rakamları birbirine girmiş saatin ona söyleyecek bir şeyi yoktu.

İnsan böyle şeyleri nasıl atlatabilir diye düşünmesi birkaç saatini almıştı. Günleri hiçbir şey olmamış gibi geçirmesi onu şaşırtıyordu. Fakat neye şaşırdığını anlamıyordu. Bunu anlamadığını da. Ona ilham olmasını istediği bir şeyler vardı ama adını bilmiyordu. Şimdilik bunun bile farkında olmak iyiydi ona göre. Bak aynaya ve kendinde gördüklerinin farkında ol. Ol.

Aynadaki gözlerden soru işareti çıkarken söylüyordu bunu. Tekrar baksan o tabloya ve caminin dili olsa. Belki minarelerden gelen o sesi, gördüğün o şeyi anlayabilirsin. Sislerin arasında, güneşin o sis bulutlarının arasına süzülmesinde, o sapsarı tabloda görsen. Ama neyi?

Görmenin, bilmenin gözlere uyku sokmadığı geceler değildi onun geceleri. Görmemenin, bilmemenin, bunların hepsinin bir eksiklik olarak onun karşısında duruşunun, bir bulut gibi karşısında duruşunun sebep olduğu geceler. Sabahlar. Sözlükte, anlatmak istediklerinin bir karşılığının olmadığını düşünüyordu. Dilindeki kelimeler bitiyordu böylece. Kaç kez yanlışlıkla saate değil de tabloya baktıysa da o şeyi hissetmedi. Belki bir anlık bir şeydi, diyecek gibi olsa da önceyi hatırlıyordu. Hissettiği rahatsızlık gelip onu buluyordu. Beklemeye başladı. Beklenen elbet gelirdi.

Gitmeye karar verdi. Bir şey bekliyorsa insan, beklediğine yürümeli, dedi. Sokağa adımını attı. Yolunun üstündeki camilere tek tek girdi. Kuşluk namazını kılıyor olmalıydı yaşlıca bir adam. Onun dışında kimse yoktu bu camide. Sonra bir diğer cami. Öğlen vakti yaklaşıyordu. Şadırvan etrafında birkaç kişi. Kiminin başında fes, yüzünde sakal, beyazdan bir nur. Caminin yanında kabristan. Demirle örülü mezarın etrafında nazlı nazlı süzülen kediler. Kabrin başında birileri. Elleri göğe bakıyor. Öğle ezanı. Esnaflar acele ediyorlar. Kimisi dükkâna kilidi vurmuş, bir an önce kılıp çıkmalı. Kıymeti olan bir kalabalık. Halı yumuşak. Kırmızı. Tilavet. Ufak kubbelerdeki hat yazıları. O. O’nun Resulü. Gül kokusu. Erkenden ayrılanlar. İmam da ayrılıyor. Çocuğu hastaneye götüreceğini söyleyerek ayrılıyor yaşlıların yanından. Yaşlılar bölünen muhabbetlerini devam ettiriyor. Kırmızı halı işitiyor söylenenleri. Tablo geliyor aklına. Çıkıp caminin minaresine bakmayı düşünüyor. Ayaklanıyor, kapıya gidiyor, ayakkabılarını giyeceği sırada kamburu sırtında bir adam geliyor. Hâkî yeleği, pileli pantolonu, fesi. Allah kabul etsin diyor adam. Midesinin altından bir şey yukarı doğru çıkıyor başını adama döndüğünde.

İkindi vaktine kadar üç camiye daha giriyor. Girdiği her camide o halıyı, o kokuyu bulmak istiyor ama onlar muhayyilesinde kaldı sadece. O adamı. Boğazına çıkmayan o şeyi. Aynı mıydı o zamankiyle diye soruyor aynı olmadığını bilerek. Belki diyor başlamalı bir yerden. Bir terzi dükkânına gitmeli. O adamı düşünüyor. Gitmeli ve pileli bir pantolon sipariş vermeli. Etrafa bakmadan. Terzinin istediği ölçülerin sahibinin bir başkası olmadığını, dedesi yahut babası olmadığını tekraren söylemesi gerekir mi? O adamı düşünüyor. Şimdi yukarı çıkmaya devam ediyor o şey. Pardon, yakınlarda erkek terzi var mı acaba?

Bir yerden başlamalı. Tepeden tırnağa yayılan bir sarsılışın ancak tepeden tırnağa yapılan bir değişimle son bulacağını bilerek başlamalı. İşte böyle düşünerek eve girdi. O, pantolonla başlamıştı. Kerametin nereden geleceğini kim bilebilirdi ki? Asansörün aynasındaki kendine bakarken böyle söylemişti. O his yoktu artık. Evlerinin sokağına girdiğinde onu terk etmişti. Eve girer girmez tabloya baktı. Camiye. Sonra saate. Her şey nasılsa öyleydi. Kendi de.

O adamı düşündü gece boyu. Sonra ona hissettirdiklerini. Bir süre sonra düşünmeye çalıştı. Zoraki. Uzun sürmedi. Uyudu. Yarın tekrar o camiye gitmeyi düşünüyordu. Teslim alacağı pileliyi. Yarının bugünden farklı olacağını. Sabah oldu, güneş her zamanki gibi doğdu ve odasında her zamanki gibi süzüldü. O, güneşten de daha farklı bir performans bekliyordu ama dillendirmedi çekimser davranarak.

İşten ayrılışının bir anlam kazandığını düşünmeye başlamıştı. Bir kapı kapanır başka bir kapı açılır diyordu içinden. Buna şüphe yoktu. Aması vardı.

Gününü o camide geçirecekti. Bu niyetle evden çıkmıştı. Öyle de yaptı. İmam, yüzünü arada sırada gördüğü bu kimsenin uzunca bir vakti camide geçirmesini garipsedi, belli etmemeye çalıştı. Bir ara kuşkulandı bile. Sonra umursamadı. O adamı aradı gözü. Öğlen olmuştu ama gelmemişti. Onunla ne zamandır tanışıyormuş gibi bir yakınlığın hissiyle bekledi onu. Dünkü cemaatten birilerini gördü. Aynı kedileri. Ona Allah kabul etsin diyen de olmuştu ama o adam gelmemişti. İkindi ezanına az kalmıştı. Camiye doğru gelenler, onun camiden çıkışını garipsercesine baktı ona. İçinden bahanesini onlara savuruyordu: Terziden alacağı bir şey vardı! Bir de yelek dikmesini isteyecekti terziden. Elinize sağlık. Bir de yelek isteyecektim. Rengi hâkî olsun lütfen.

O adamı düşünüyordu. Cami çıkışında, arkadaki güllerin bulanıklığı önündeki gözlerini. Yeleğini. Pantolonunu. Yarın tekrar camiye gitti. Aynı yüzleri gördü. Aynı gülleri. Aynı kedileri. Aynı kokuyu. O pantolonu giymişti. Ama o adam bir türlü gelmiyordu. Kime sorabilirdi? İmama? Belki. Ama gelmeliydi. Hele bir yarın olsun. Şu yeleği de giyeyim, diye düşündü. O hissin tekrarı için dün gece saatlerce o tabloya baktığını hatırladı. Belki güneşin kızıllığı gerekliydi, dedi sessizce. Güneşi kaybetmemek için eve yollandı. İçinde bir yeşertiyle.