Çölün ortasında güneşin altında kavruldum. Kabilem beni çölün ortasında bıraktı gitti. Öleyim diye elbet. Akbabalar etimi çiğnesin. Kemiklerimi sırtlanlar yalasın diye. Anneme ömrü boyunca yutacağı dikenler sunulsun, babama dipsiz sessizlikler. Sevdiğime unutmanın ve yeniden başlamaların en acısı kalsın diye. Çölün ortasında güneşin altında kavruldum.
İlk zamanlar, etim kıpkırmızı oldu. Zonklaya zonklaya yandı uzun süre. Kumlara saldım kendimi. Her bir toz tanesi, o ufacık önemsiz taneler kaslı birer düşman kesildi. Yaktılar güneşten beter. Ölmedim. Ölseydim üç gün içinde, sevinir miydim bilmiyorum. Çünkü insan, yaşarken sevindiğini bilir. Ölüler sevindiklerini, üzüldüklerini bilselerdi ölmüş olurlar mıydı? Ama iyi olurdu. Eriseydim kumların içinde. Zarar veremeyen düşman gibi kudursaydı kumlar. Ölmedim. Etim ciğer gibi kıpkırmızı oldu.
Acı alışılınca azalan bir şey. Devam ediyor acıtmaya ama alışmak denen ecza dinmiş illüzyonunu sunuyor. En son kerteye vardığında, delirmenin o uyarıcı eşiğine yani, o noktadan sonra dindiriyorsun acıyı. Alışıyorsun ya da. Ya da dindiriyorsun. Bilemedim. Ben de o koca çölde yapayalnız kavrulurken, o sınırda dindirdim acımı. Etim o zaman pul pul olmaya başladı. Kırmızılık giderek kavuniçine, derken toz pembeye, sonra beyaza tebdil edince acım gerçekten azaldı. Azabı bir güzel çekince beyazlık geldi. Azapları bir güzel çekince beyazlık gelirdi. Acı alışınca azalan bir şey.
Beyazlık gitti. Yerinde buruşukluk kaldı. Kabuk gibi sert, nasırlı. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Her günüm bir önceki günün tekrarıydı çünkü. Aynı olanı saymak ne zor. Uzağımdan kervanlar geçti. Bağırdım ama duymadılar. Yakınımdan kervanlar geçti. Seslendim ama almadılar. İşlerine yaramazdım. Yüzümü görmüyordum ama elimle yoklayınca parmak uçlarıma gelen his, ürkütücüydü. Vazgeçtim sonra. Kervanlar geldiler, durdular, sen kimsin n’oldu sana böyle dediler, dürtüklediler. Kıpırdamadım. Kadınlar geldiler, ağladılar, merhametleri kabardı. Erkeklerine yalvardılar, hadi bunu da götürelim yazıktır, dediler. Erkekleri merhamet ricalarını geri çevirmedi ama merhamet de etmediler. Kalk diye öküze üvendire dürter gibi dürttüler. Kalkmadım. Kalkmayınca rica mica dinlemediler. Tekmeyi savurup ayrıldılar başımdan. Acıyan kadınlarını da kollarından çekip götürdüler başımdan. Yine de uzaktan su ve bir parça yiyecek atılırdı her seferinde önüme. Bilirlerdi bunu yapmazlarsa ölüvereceğimi. Ben ölüverirsem benden çok uzağa da gitseler korkarlardı o zaman ölmemden. İnsan, kendi ölümünü seyretmek ister mi? Başka ölümlere önce bu yüzden yanarız. Beyazlık gitti, yerinde buruşukluk kaldı.
Vücudumun görebildiğim her yerine baktım. Öyle derin vadiler oluşmuştu ki. Her bir vadi kabilemden hatıra. Şu, beni sevmeyen kuzenim Tufeyl’den. Şu kini ağzından taşan Bekir’den. Şu Sohrab’dan. Ne güneşin ne de kumların suçu bunlar. Hepsi onlardan miras. En derini, hepsinin sebebi annemle babamdan. Sevmeyi merhametle, ilgilenmekle kuşatamadılar. Doğurdu, sütünü verdi ama dizinde üç saniye oturtmayı beceremedi. Besledi, giydirdi ama omzuna alıp sokağı yara yara koşmadı benimle. Kardeşleri Yusuf’u çölde kuyuda bırakınca, onu kurt kaptı, kurtaramadık, demişlerdi Yakub’a. Acaba anneme ve babama ne dediler? Bunu bilmiyordum ama kabullenişlerini tahmin etmek zor değildi. “Şüphesiz bana bugün güzelce sabretmek düştü.”derken Yakup(as), biliyordu gerçeği. Allah’ım, onlara Yusuf’un babasından hiç mi miras kalmadı? Vücudumun görebildiğim her yerine baktım, öyle derin vadiler oluşmuştu ki.
Memnuniyetsizliklere önce vücut isyan eder. Eh, madde ne de olsa. Neden sonra ayaklarım titremeye, ellerim yerinden memnun olmamaya başladı. Görüyor, hissediyor ama düşünemiyordum. Rüya mı gerçek mi? Bir hissiz deniz. Ortasında kaldığım yer şimdi bir hissiz denizdi. Yassı. Uçsuz bucaksız merhametsizlik ortasında bir çiğneyim insan kalıverirse sonu nice olur? Aklı olan bu soruya ölüverir, derdi. Aklı olan ama yaşamaya devam eden insan ise, “Ölmez, milyonlarcası her gün böyle uçsuz bucaksız merhametsizlikte yaşıyor ama ölmüyorlar bak,” diye cevap verirdi. Ölmedim ama yaşıyor da sayılmazdım. Bir karaltının bana doğru yaklaştığını gördüm sonra. Nedir bilemeden kendimden geçmişim. Madde ne de olsa. Memnuniyetsizliklere önce vücut isyan eder.
Gözümü açtığımda bir divanda yatıyor hâldeydim. Bir odadaydım. Nizami ve temiz. Eşyalar eski ve nizami. Ve temiz. Eski eşyaların bu hâli, gösterişli ve yeni olanlarından daha nizami gelirdi. Eski, yeniden daha nizami bir ruh taşır da diyebiliriz. Vücudumu kıpırdatamıyordum ama başımı çevirebiliyordum. Tek kanatlı pencere açıktı. Perde, rüzgârla salınırken o aralıktan dışarısı biraz gözüküyordu. Kadın ve çocuk sesleri geliyordu. Hayvan sesleri, hışırdayan yaprak sesleri. Çölde değildim artık demek. Neredeydim peki? Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum. Kapı açıldı ve içeri girdi. Uzunca boylu karaltı. Yaklaştı yaklaştı. “Demek gözünü açtın,” dedi. “Şükürler olsun. Seni gördüğümde çölün ortasında yatıyordun. Baygındın.” Gözümü açtığımda bir divanda yatıyordum, bir odadaydım.
“Anlat bakalım, adın sanın nedir? Nerelisin? Nereye gidiyordun da kalıverdin çöllerde? Yolu mu bulamadın, yoldaşını mı yitirdin?” Başımı destekleyerek nane çayı içirirken soruyordu. Çaya bal da mı katmıştı? “Asaf.” Yalandı. “Kocaman bir kervanın başıydım.” Bu da. “Devemizin yavrusu kayboldu. Adamlarıma siz devam edin. Ben yetişirim onu bulup, diye gönderdim kervanı. Derken yavruyu bulamadım. Hâliyle yetişemedim. Başım da dönünce bayılmışım.” Başımı yavaşça bıraktı yastığa. Tası da sehpaya. “Bana baksana sen,” diye celallendi. “Şu yaşta masal yutacak değilim. Adım da Şehriyar değil. Hasan. Asaf haa adın? İnsan adım ne olsun diye karar verir de sonra mı söyler adını? Nefes alır gibi deyiverir. Bak ben diyorum: Hasan! Anlat bakalım şunu. Ne nane yedin de kaldın çöllerde?” Sustum. Beni kurtardı diye cümle ömrümü bu uzun ihtiyara anlatacak değildim.”Az önceki çay iyi geldi. Biraz daha içirir misin?” dedim. Suratıma baktı, tasa uzandı, başımı kavradı.”İç bakalım,” dedi. “İç. Nasıl olsa anlatacaksın.” Nasıl olsa anlatmayacaktım. Sonraki zamanlarda da sordu:”Anlat bakalım, adın sanın nedir? Nerelisin?”
Bir hafta yattıktan sonra gücümü kuvvetimi iyice toparladım. Bir sabah:”İyiceysen dön artık memleketine. Kimsin, necisin bilmiyorum. Anan baban sağsa meraklanırlar.” dedi. “Meraklanırlar.” dedim. Yalan söyledim. Meraklanmazlar, beni pek severler ama meraklanmazlar. Kabullenirler. Onlar iyi kabulleniciler. Demedim. ”Ama bu mevsimde evimizde olmayacaklar. Amcamlar Şam’da yaşıyor. Oraya varacaklardı. Bu mevsimi yanında geçireyim iznin olursa.” dedim. “Binbir gece dolmadan gitmem diyorsun yani. Yani diyorsun ki sen Şehriyar’sın, uyduracağım sen de dinleyeceksin. Eh kal madem masalcı efendi kal. Yalnız ben demirciyim. Benimle demir döveceksin. Hiç olmadı bana yardım edeceksin. Böyle bedavadan yatmak yok.” Sevinçle kabul ettim. Sevindiğimi belli etmedim. Gücümü kuvvetimi iyice toparladım. İyiceydim ama memleketime dönmedim.
“Yalnız iyi yanmışsın ha.” dedi ihtiyar. “Beceriksiz kadınların dokuduğu kumaşlar gibi olmuşsun. Kırış kırış şuna bak.” Ses etmedim. İyi moral veriyordu yalan yok. Olanı söylemek iyi moral vermek olabilirdi neticede. Beni çölün ortasında bırakanlardan Tufeyl de olanı söylemişti o gün. “Seni bırakıp döneceğiz evlerimize. Hiç endişelenme haa, vicdanımız rahat olacak. Bu aileye zararın faydandan daha çok. Geberir gidersin. Sen ölü, biz selamet.” Dediğini yaptı. Şimdi Tufeyl’e kızmalı mı? Kızmadım. Günler birbirine ulandıkça unuttum bile. Unutarak yaşar insan. Bağışlayarak nefes alır. Gerisi hep gam. İhtiyardan demir dövmeyi öğrendim. Ocağı harlamayı. Demiri sakinleştirmeyi. Vura vura su serpe serpe kızdırmayı. Aslına döndürmeyi yani. O sıcak bana mısın demiyordu. Çünkü iyi yanmıştım. Beceriksiz kadınların dokuduğu kumaşlara dönmüştüm.
Bir gün ihtiyarın yanına bir adam geldi. İrice. Yanında çeyreği kadar bir kız. Yüzündeki tülden peçesinin altından bir ceylana benziyor. Su kuşuna benziyor. Andelibe benziyor. Züleyha’yı unuttum. Onun yüzünü tül altından görünce peşimden ağladığını ara ara hayal ettiğim Züleyha’yı unuttum. Baktığımı fark edince bana döndü yönünü. Yüzüne dehşet oturdu anladım. Hemen iri kıyım adamın arkasına saklandı. Korkar tabii. Beceriksiz kadınların dokuduğu kumaşlara döndüm. Ondan sonrasını pek dinlemedim ama adam iyi bir kılıç istiyordu. “Hasmımız boldur bilirsin. Bizde de bilek var evelallah. Öyle bir kılıç döv ki daha kılıç hasmın tenine değmeden rüzgârıyla başını alayım.” dedi adam ihtiyara. Kızın saklanmasını rahmet bildim o an. Bu adam, yanındaki kıza baktığımı bir anlasaydı. İhtiyar ciddi ciddi gülümsedi, ellerini uzatarak:”Bu ellerden başkası mümkün değildir beyim. Meraklanma.” dedi. Adam bir kese bıraktı ihtiyarın avucuna, gittiler. Andelip uçtu. İrice bir adam, geldiği gibi gitti. Yanında çeyreği kadar su kuşuyla.
“Benim bu hâlime şifam yok mudur?” dedim ihtiyara. “Ne o, celladın kızına mı sevdalandın?” deyiverdi ihtiyar. Hangisine yanmalı bilemedim o an. İhtiyarın kızı beğendiğimi anlamasına mı, gönlümü kondurduğum kızın babasının cellat çıkmasına mı? İnkâr ettiysem de dinletemedim. Sonunda kabullendim. “Var,” dedi. “Hiç olmaz mı? Bir demir döveceksin kendine. Tam yirmi gün. Eritip eritip yeniden yeniden döveceksin. Sonrasını o zaman anlatırım. İşin aceleyse hemen başla. Yok değilse, kız başkasıyla evlenince başlarsın.” O böyle deyince kinlendim. Koşarak başladım demirimi dövmeye. İhtiyar, celladın kılıcını dövüyordu. Şimdiden nasıl da görkemli mübarek. Boynum sızladı kılıca bakarken. Yine de dövdüm demirimi. Benim bu hâlime şifa yok mudur, demiştim ihtiyara. Celladın kızına mı sevdalandın, diye sormuştu o da.
Cellat, ihtiyarın yanına yalnız geldi. Keşke yalnız gelmeseydi. O günden başka görmedim kızını. İnsan bir görmeye de sevdalanır mı bu kadar? Çekecek olan sevdalanır. Kılıcını uzattı ihtiyar. Şöyle bir baktı cellat. Koy hele şuraya bir mum, dedi bana. Titreyerek koydum. Başının üstünde tam tur çevirdi. Muma indirdi. Mum düşmedi. İtele, diye gürledi bana. Muma şöyle bir dokundum. Tam ortadan bir parça yana devriliverdi. Mumla birlikte ben de devrildim. Görmediler. “Emeğine sağlık ustam,” diye ağız dolusu ve keseler dolusu teşekkür etti. “Hasımlar bundan memnun olmayacaklar ya olsun.” dedi gülerek. Gülmesine ihtiyar da katıldı. Kızdım içimden. Çekti gitti sonra. Yalnız gelmişti. Keşke yalnız gelmeseydi.
On dokuz gün dövdüm demiri. Yirminci gül elimden aldı ihtiyar demirci. Isıttı. Büktü. Bir kutu gibi şekil verdi. Tepesine tahta bir sap yerleştirdi. Elime tutuşturdu. “Al eczan hazır.” dedi. Baktım baktım anlayamadım. “Yenilmez içilmez. Bunun neresi ecza usta?” diye çıkıştım. “Gel öğreteyim madem.” dedi, kolumdan çekti ocağın başına götürdü. Kızıl korları bu demir kutuya doldurdu. Doldururken eliyle de kontrol ediyordu. Dokunuyor, olmamış manasında başını sallayıp devam ediyordu. Dokundu ve ossaat çekti elini. “Al,” dedi. “Olmuş. Otur bakalım şuraya.” Uysalca oturdum. Tutuşturdu elime eczayı. “Bas bakalım kırışık yerlerine bas.” Demir öyle sıcaktı ki,”Delirdin mi ustam?” dedim.” Bunu basarsam daha beter yanarım. Olmaz. İstemiyorum senden şifa mifa. Eksik kalsın.” İhtiyar, kalktığım sandalyeye zorla geri oturttu.”Bas ulan bas! Bas diyorum!” diye zorladı. Gözlerine baktım, iki şimşek. Kurtuldum kollarından, kaçtım dışarı. “Delirmişsin sen, delisin.” diye bağırıp uzaklaştım. Eve de demir ocağına da bir hafta uğramadım. Yakalarsa basacaktı kızgın demiri çünkü. On dokuz gün dövmüştüm demiri. Yirminci gül elimden almıştı elimden almaz olası.
Avare avare dolaşırken celladın kızını gördüm sokakta. Yanında iki kadın vardı, terziye giriyorlardı. Yürüyor mu uçuyor mu belli değil. Yüzündeki mi tül kendisi mi tül anlaşılmıyor. Onlar çıkana kadar bekledim. Çıkınca da peşlerine takıldım. Nice yürüdük bilinmez, biri elindeki bohçayı yere düşürüverdi. Bohçadakiler saçılıverdi. Koştum yardıma. Sağ ol evladım, derken ellerim dikkatlerini çekmiş olmalıydı. Derken suratıma da bakınca. Kısa bir çığlık attı biri. Estağfirullah sana ne oldu yavrum, deyiverince elimdekileri bırakıverdim olduğu yere. Kızın gözüne de yine o korku yerleşti. Acıma mı korku mu bilemedim. Kaçtım oradan. Uzunca koştum. Tufeyl’e, Bekir’e sövdüm. Anama babama isyan ettim. Sarsıla sarsıla ağladım. Sonunda ustamın yanına döndüm. Ocağa. Baktım, demir dövüyordu sakince. Bir şey demeden eczamı kaptım. Başını bile çevirmedi. Ocaktan kızıl kızıl korları doldurdum. Kıpırdamadı. Geçen oturttuğu sandalyeyi çektim. Yönünü dönmedi. “Görelim senin eczayı işe yarayacak mı ihtiyar?” diye ünledim. Durdu. Demir dövmeyi bıraktı. Demiri sol elime yanaştırdım. Bastırdım. İnledim. Avare avare dolaşırken celladın kızını görmeseydim sokakta.
Demir etime yapıştı. İhtiyar, inleyince yanıma geldi. Usulca kaldırdı demiri. Baktı ki iyice göynümüş. Ossaat kabardı. Merhem çaldı. Araba yükü kızdım ona, ses etmedi. Karşıma bir iskemle çekti. Oturdu. “Bu demiri gavur memleketinde kırışık kumaşları düzeltmeye kullanıyorlar,” dedi. “Be akılsız, hadi bunu görmedin hiç. Anlamadın da mı? Ete kızgın demir değdirilir mi? Hadi gönlüne verdin bir ateş. Bula bula cellat nam herifin kızını mı buldun? Seni mum gibi biçer ulan o. Pişirir lokma lokma yer. Anladık aklını yola atacak kadar sevdin. Eğer illa alacağım diyorsan, al o demiri işini tamamla. Ha onun kızına dünürcü çıkman ha bu.” Sonra kalktı. Usulca işinin başına geçti. Söyleniyordu bir taraftan da:”Suratını sev ulan. O zaman sevecek biri gelir bulur seni. Ahmak mısın ulan? Beceriksiz kadınların dokuduğu kumaş gibisin dedik diye etine sıcak demir mi basılır? Seni böyle kandırıp attılar demek çöle.” Çöküp kalmıştım sandalyede. Elimde demir. “Bu çölde de kaldın. Allah’ın hakkı üç. Sonuncuda da kalırsan karışmam. Kalk, nane çayı demle bize. Bal da koy.”
Nane çayı demledim bize. Bal da ekledim. Demirin etime yapıştığı elimle fincanlara doldurdum. İnledim. İhtiyar, inleyince yanıma gelmedi.