Düz Dünya Müzesi

Hasna Para

Kahve döşemelerin üzerinde uzanan bordo duvar çok can sıkıcı. Sonu görülmeyen koridor boyunca karşılıklı kapılar bulunuyor. Bu kapılar nereye açılıyor? Gerçekten bir yere açılıp açılmadıklarından emin değilim. Tek görebildiğim koridora hâkim olan can sıkıcı havaya tezat olan barok tarzı ögeler. Kapılar rengiyle ve duruşuyla oldukça sıradan gözüküyor ama işçiliği mükemmel. Dört köşesinde de küçürek çiçek motifleri oymacılık ile kondurulmuş. Kapılar kesinlikle sedir ağacından. İlerledikçe detaylar daha belirgin hâle geliyor. Duvar kağıdında damask desen tercih edilmiş. Başımı kaldırınca tavan dikkatimi çekiyor. Göz alıcı yıldızlı bir gökyüzü resmedilmiş. Daima yukarı bakma iştiyakı uyandırıyor insanda. Peki kimse yok mu? Seslenmeye karar veriyorum. “Kimse yok mu?” Sesim koridor boyunca yankılanıyor. Cevap yok. Bir kez daha. “Kimse yok muu?” Sanırım yok. Kapılardan birini açsam? Hiç değilse bir fikrim olur. Hemen önümdeki kapı koluna uzanıyorum. Tam açacakken sesle irkiliyorum. “Düz Dünya Müzesine hoş geldiniz!” Arkamı dönmemle ufak bir çığlık koparıyorum.

“Ne zamandır oradasınız?”

“Ah. Özür diliyorum. Sizi korkutmuş olmalıyım.”

“Şey… Evet… Biraz.”

“Düz Dünya Müzesine hoş geldiniz. Müzemizi gezerken size ben eşlik edeceğim. Sorularınız olursa cevaplamaktan memnuniyet duyarım.” Uzun boylu zayıfça bir adam. Üstündeki gerçekten bir smokin mi dokunup kontrol etme güdüsü duyuyorum. Müze görevlileri ne zamandır smokin giyiyor? Arkaya doğru taranmış parlak siyah saçları var. Tam filmlerdeki kötü adamın saç stili. Arada sağ işaret parmağıyla burnunun üstündeki yuvarlak çerçeve gözlüğü itiyor. Aslında oldukça komik gözüküyor ve gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Bir yandan da bir ürperti sarıyor her yanımı. Ortamın havasından mı bilmiyorum.

“Düz Dünya Müzesi mi?”

“Evet!”

“Peki ne sergiliyorsunuz burada? Müzenin ismi nereden geliyor, çok merak ettim açıkçası.”

“Müzeyi birazdan beraber gezeceğiz. İsmi dünyanın düz oluşuna dayanıyor.”

“Şekil olarak mı?”

“Hem şekil olarak hem anlam olarak.”

“Nasıl yani? Yoksa siz düz dünya savunucularından mısınız?” Muzipçe gülümsüyor.

“Bu oldukça aşikâr.”

“Bilim insanları bunu yanlışlayalı yüz yıldan fazla oldu.”

“Bilim insanları önce Plüton’un gezegen olduğunu iddia ettiler. Şimdi de gezegen olmadığını söylüyorlar.”

“Çünkü bir gezegen olmanın gereklerini yerine getirmiyor.”

“Önceden getiriyordu yani?”

“Bu dünyanın şekliyle ilgili tartışmalardan çok farklı bir konu.”

“İsterseniz biraz rahatlamanız adına müzemizi gezmeye başlayalım. Bu konuyu daha sonra yine konuşabiliriz.”

“Ben rahatım.” Daha fazla bir şey diyemedim. Ses tonumu korumaya çalışıyordum. Neyi sergiliyorlar müzede? Güneş sistemini mi? Tüm keyfim kaçtı.

“İşte ilk odamız” diyerek kapıyı açıyor. Bir çığlık koparmamak için elimle ağzımı kapatıyorum. Takım elbiseli bir adam sırtı bize dönük şekilde ayakta dikiliyor. Karşısında bir ayna var. Aynada yüzü gözükmesi gerekirken sırtı gözüküyor. Bu bir dresuar. Üzerinde de bir kitap var. Kitabın aynadaki yansıması doğruyken adamın yansıması…

“Şaşırmış olmalısınız.”

“Bu nasıl mümkün olur?”

“Bildiğimiz dünyada rastlanamayacak durumları müzemizde görebilirsiniz. Bizce dünya oldukça düzdür. Tüm bu gördüklerinizin ve göreceklerinizin herhangi bir esprisi yok. Muhayyile için mümkün olan her şey yaşantıda da kendine karşılık bulabilir. Misafirlerimiz gördüklerini absürt, olağanüstü gibi kelimelerle tanımlıyor. Oysa her şey düpedüz gerçek!”

“Burası... Yani bu müze… Bildiğimiz dünyanın neresinde yer alıyor? Bu gördüğüm nasıl gerçek olabilir?”

“Yeterince hayal eder misiniz? Bu odaya baktığınızda ne görüyorsunuz?”

“Ben…”

“Bir kitap görünüş olarak nasılsa öyledir. Peki bir insan için aynısını söyleyebilir miyiz? Baktığımızda gördüğümüz kişinin gerçekten o kişi olduğunu söylemek mümkün mü?” Söyledikleri çok anlamlı. Oda sanki bir sanat eserinin canlandırılması gibi. Her şey bir fotoğraf veya tablodan fırlamış gibi gözüküyor. İlk anda korkutsa da -çünkü oldukça canlı- sonrasında verilmek istenen duygu seni ele geçiriyor.

“Devam edelim ister misiniz?” Başımı evet anlamında sallıyorum. Bir sonraki odanın kapısını açıyor. Az evvel olduğu gibi korkmuyorum. Belki biraz da alıştım. Ama bu odadaki görüntü çok daha olağandışı. Ütü yapan bir adam var. İlk bakışta üzerindeki gömleğin bir kısmını ütü masasına koyduğunu düşündüm ama sonra vücudunun aşağı doğru uzanmadığını fark ettim. Eğilip bakıyorum. Sanki havada asılı duruyor. Odaya doğru biraz daha yaklaşıyorum. Gömleğin devamında pantolon uzanıyor ve pantolonun paçalarından adamın ayakları sarkıyor.

“Hadi canım bu gerçek olamaz.”

“Gördüğünüz gibi.”

“Ama bu nasıl mümkün olur? Bir insan bu kadar ince olamaz öyle değil mi? Giysilerin içi boş gibi. Ancak pantolonun paçalarından adamın ayakları çıkıyor.”

“Mankenimizin hayali bu yöndeydi. Bildiğimiz dünyada böyle bir şey göremezsiniz. Ama o bunun gerçekleşeceğine inandı. Mankenimiz dünyanın oldukça sıkıcı olduğunu düşünüyordu. İstediğimiz her şey neden bir anda mümkün olmasın? Mesela giysileri üzerindeyken ütüleyebilmek gibi.”

“Ütüye ihtiyaç duyulmayan bir dünya hayal etseymiş o zaman.” Smokinli adam öksürüyor.

“O zaman yine sıkıcı olurdu. Neyse. Bu mankenimizin hayali.” Mankenimiz deyip duruyor. Ama mankenin hayali diyor. Bu müzeyi kendileri tasarlamamış mı yani? Hiçbir şey anlamadım. Başka bir odanın önündeyiz. Kapıyı açıyor. Bir kadın elinde alışveriş poşetleriyle yürüyen merdivenin hemen önünde duruyor. Garip olan, burası bir mağaza veya işyeri değil. Ormanın ortasında bir yürüyen merdiven var. Önceki gördüklerimden sonra bu çok sıradan geliyor. Mimari hilelerle bunun gerçekleştirilmesi mümkün bence.

Sonra başka bir odayı açıyoruz. Sarıklı şalvarlı ihtiyar bir adam sırtında dünyayı taşıyor. Ortam uzay boşluğuna benziyor. “Bu gerçek olamaz” diyerek odaya adım atacağım anda smokinli adam kolumdan tutup beni durduruyor. Soru sormama fırsat vermeden kapıyı kapatır kapatmaz yürüyor. Ben de peşi sıra yürüyorum.

“Ee ne diyorsunuz?”

“Oldukça ilgi çekici. Büyüleyici.”

“Kararınızı verdiniz mi?”

“Ne kararı?”

“Sizin hayalinizi gerçekleştirmeyi de çok isteriz.”

“Anlamadım?”

“Müzedeki diğer mankenlerimizinki gibi, bildiğimiz dünyada mümkün olduğunu düşünmediğiniz ama gerçekleşmesini istediğiniz bir hayaliniz muhakkak vardır.”

“Ne yani buradaki insanlar gönüllü olarak mı müzedeler?”

“Çoğunlukla.”

“Gönüllü olmayanlar peki?” Yine o muzip gülüşünü yapıyor.

“Sanırım… Ben istemiyorum. Gerçekleşmesini istediğim herhangi bir hayalim yok.”

“Buraya kendi isteğinizle geldiniz.”

“Nasıl olur? Gelmeyi ben istemedim.” Tabi ya. Ben buraya nasıl geldim? Kendimi bir anda burada buldum. Geriye doğru bir adım atıyorum. O pis gülüşünü yapmaya devam ediyor. Bir adım daha. Islık çalıyor. Koşmaya başlıyorum. Arkama dönüp bakamıyorum ama bir şeyin beni kovaladığına eminim. Belki de bir şeyler. Koşmaya devam ediyorum. Bu koridor bu kadar uzun muydu? Kapılar uzanmaya devam ediyor. Koridorun sonu bir türlü gelmiyor. Koşuyorum. Şükür ki bir süre sonra koridor bitiyor. Yol ikiye ayrılıyor. Sağ ve sol. Sağa gidiyorum. Eğer yeni kapılar görürsem çığlık atacağım. Açık alan. Müzenin tavanındaki gökyüzü tasvirinin devamı gibi bir gökyüzü. Bu nasıl olur? Koşarken ağaçlar görüyorum. Büyüklü küçüklü kayalar. Ciğerlerim sökülene dek koşuyorum. En sonunda yol bitiyor. Uçurum. Zoraki duruyorum. Aşağısı görünmüyor. Karanlık. Korkarak arkamı dönüyorum. Takım elbiseli maskeli adamlar bana doğru koşuyorlar. Buradan nasıl kurtulacağım? Bir uçurumdan sonrasına bir adamlara doğru bakıyorum. Yaklaşıyorlar. Derin nefesler alıyorum. Birkaç adım geriye doğru gittikten sonra koşmaya başlıyorum. Sonra kendimi boşluktan aşağı bırakıyorum.

Sıçrayarak kalkıyorum. Komidindeki bardaklı sürahiye uzanıyorum. Ellerim titriyor. Suyun bir kısmını bardağın dışına taşırıyorum. Zar zor içiyorum. Yerde kitaplar, dergiler ve bazı sanat eserlerinin minyatür örnekleri gelişigüzel duruyor. “Çok dağınık.” Yerdekileri kucağıma toplayıp çalışma masasının üstüne koyuyorum. Bilgisayarımda son öykü belgesi açık kalmış. Hiçbir şey yazmamışım. İsmi bile yok. İlhamsız geçen bir haftaydı. Sandalyeyi çekip oturuyorum. Masa lambasını açıyorum. “Sanırım bir şeyler yapabilirim.” Yazı tipini Times New Roman olarak, font büyüklüğünü ise 12 olarak ayarlıyorum. Kenar boşluklarını da veriyorum. Tamamdır. İsim kalın yazı tipi olmalı. Seçelim. Evet. Şimdi sıra öykünün ismini yazmakta: Düz Dünya Müzesi