Camın ardını, sarımtırak bir film sahnesi olarak hayal ediyordu. Bitki örtüsünün hardal sarısı olduğunu düşünüyordu. Ne güzel oluyordu öyle filmler. Kalite kokuyorlardı. Çoğu kez hayatının bir film olmasını istiyordu. Uyanmak ve gerçeğe kalkmak istiyordu fakat gerçekten maksadının ne olduğunu hiç düşünmüyordu. Bu, aklına gelmiyordu. Mevcut olanı, olanların en beteri olarak görüyor, çok geçmiyor, gerçek beteri görünce şükrediyordu. Bu ise en fazla birkaç saat sürüyordu. O saatler dolunca da hayatının o filmlerden bir film olduğunu, o güzel sonlardan bir son olmasını hayal ediyordu. Bulanık görüntünün yerini gözlerim aldı.
Yemek molası için bir dinlenme tesisinde durulacağının anonsunu ediyordu muavin. Sigarayla karışık parfüm kokusu otobüsün perdelerine siniyordu. Koridora fışkırmış ayaklardan kimse rahatsız değildi. Herkes hâlinden memnuna benziyordu. Arka çaprazımda oturan yaşlıca iki teyzenin sekiz saat, aralıksız konuşabildiklerine şaşırmıştık. Ben ve birkaç kişi. Benim dışımda buna şaşıran illa birileri olmuştur. Garip olan şu ki kimse teyzelere “Hoop teyzeler, ne çene var sizde!” ya da “Teyzeciğim, uyuyacağım biraz, daha küçük harflerle konuşabilir misiniz acaba?” veya “Hanım teyze arkadakiler rahatsız oluyormuş, biraz daha sessiz lütfen.” diyen olmadı. Bu teyzeler bunlardan hiçbirini anlamazdı çünkü. Böyle teyzeler metrekare başına bir tane olacak şekilde yayılmıştı. Sekiz saate gündem özel yayını yapmış gibi her konuyu ele almışlardı. Acaba tivitır kullanıcı adları neydi? Olmamasının imkânı yoktur. Araya serpiştirdikleri espriler bile bas bas bağırıyordu bunu. Zaman zaman eğlendiğimi inkâr edemem.
Kutuplardan hallice bir dinlenme tesisinde durduğumuzda akrep akşam sekizi gösteriyordu. Aynı otobüsü paylaşanların birbirine olan yakınlığı hissi, otobüse bindikten birkaç saat sonra başlamıştı bende. Teyzelerde de başlamıştı belli ki. “Kızım, tuvalet nerde?” Duvarda bu sorunun cevabı kırmızı işaretlerle verilirken teyzenin bu tavrını hiç garipsemedim. Metrekare başına düşen insandan herhangi biri bunu sorardı. Her şeye en kısa yoldan nasıl ulaşabilirim sorusunun ayaktaki hâliydi milletimiz. Camdan dışarı bakan ben’e bakarken söylediklerim geldi aklıma. Aynen kanka aynen, sarımtırak filmler. Önündeki mercimeğe elli lira veren amca kâseyi ekmekle kalaylarken elli lirasının sarısı gitmiyor gözünün önünden. Bir oğlan çocuğu annesinden arsız arsız “Şunu da istiyorum, bunu da istiyorum.” diye ortalığı yıkarken annesi fiyatların normale göre kaç kat fazla olduğunu hesaplıyordu. “Gel teyze şöyle.” duvardaki WC→ yazısını gösteriyordum elimle. İki teyze yan yana, peşimden geliyorlardı. İlginçtir ki vece’de peçeteler tamdı, sabunluklar doluydu ve iç karartıcı bir koku yoktu. O sarımtırak atmosferli filmler tekrar geldi gözümün önüne. Belki, dedi o ben. Aynen kanka, aynen.
Teyzeleri beklemeyi görev edindim. Bu zaruriyeti bilirsiniz. Niçin beklediğiniz ya da gittiğiniz takdirde niçin gittiğiniz sorusunun bir cevabı var mı diye düşünerek geçer bu zaman. Sonra o beklediğiniz kişiler size dua eder, sizi baştan aşağı süzer. Tiksinç bir yüz ifadesi sarar yüzünüzü. Ya da yüzümü. Neyse.
Bu tesisin karbonatlı çayını içmeyelim mi diyerek bir çay istedim orta yaşlı abiden. “Çayımızda karbonat yok!” Tüh, sesli düşünmüşüm. “İçince bakacağız.” dedim. Fazla iddialıca geldi bu söz bana. Bir daha görmeyeceğim bir insana karşı denmesinde bir sakınca bulmadım. Ayrıca her insan yalan konuşabilir. Hele bu insan bir dinlenme tesisindeyse. Hele de bu şehirdeyseniz. Çayımı alıp sakin olduğunu düşündüğüm bir yere oturdum. Çayın neredeyse yarısı çay tabağındaydı. Şekerin kâğıdı ıslanmış, tabaktaki çay tatlanmaya başlamıştı. Bardağı kaldırdığımda üç damla birbirini aynı hızla takip ederek tabağa düştü. Sinirlendim. Derin bir iç çektim. Otuz liraya yastık satan amca, çayı aldığım abi, garsonlar, yolcular… Herkes düşen bu üç damlayı izliyordu. Çayını biraz daha yavaş hareketle eline al, yudumunu yavaş iç. Etraf yavaşça sararıyordu. Şu insanlara bak. Hangi memleketin kalbinden koptun kavruk tenli amca? Sigaranın külünü bırakmandan belli çok profesyonel olduğun. Çok rahat, çok profesyonel. Gözlerinin beyazı kıpkırmızı, ne tür bir acının ateşi gözlerine oturmuş şu ablanın? “Gel gel, bizim kız burda.” Sarımtırak dünya bir balonun patlaması gibi yok oldu birden. O ben şaşırdı bayağı. Daha kiloluca olan teyzenin sözüyle yüzüm ekşidi, kaslarım nasıl şekil alacağını şaşırdı. Gözlerimden soru işaretleri çıkıyordu. Teyzelerin ikisinde de gözlük vardı. Sandalyeleri gürültüyle çektiler, oturdular. Elli liraya çorba aldıklarını, bu kadar pahalı olur mu hiç sitemlerini dinledim bir iki dakika. O amcanın yüz ifadesini bir kez daha düşündüm. Yukarıdaki elli lira detayını işte şimdi düşündüm aslında. Ama oraya daha çok yakıştı. “Çay güzel mi?” Güzel teyze, öyle güzel ki. İyi günümdeyim, dua edin, dedim içimden. “Eh işte.” Doymanın en kısa yolu olduğunu düşünerek ekmeğe abandılar ve önlerini pırıl pırıl yaptılar. Sonra en tezinden bir çay aldılar. Onların da şekerleri çayda yüzüyordu. Daha çok şeker. Daha çok. Şaşırtıcı değil çünkü teyzelerin hacimleri de bu kelimeyle açıklanabiliyordu: ÇOK. Bir mola nasıl bu kadar uzun sürebilirdi? Yav sen gene nerden çıktın, bi dur şimdi. Mola kelimesinin karşısındaki zaman ifadesi, herhâlde yanındaki kişilere göre uzayıp kısalıyordu.
Teyzeler çayın güzel olduğunu, bunun neresinin eh’lik bir çay olduğunu, ama çorbanın pahalı olduğunu-tekrartekrar-, otobüste çok konuşanların olduğunu(????), muavinin hizmetinin iyi olmadığını söylüyordu. Hepsine kafa sallıyordum. Teyze siz ne anlatıyorsunuz Allah aşkına, demeyi çok istiyordum ama diğer ben, bu beni tutuyordu. Otobüsün kalkacağına dair anonsla ayaklandım. “Bizimki mi?” diye sordu daha kilolu olan teyze. Teyze nereden gelip nereye gittiğini de bilmiyordu galiba. -Haydan gelip hu’ya…- Düşüncemi yuttum derhâl. “Evet teyze.” Adımlarımı hızlandırıp yastık satan amcaya tanesinin ne kadar olduğunu sordum. Bir tane aldım. Koltuğuma geçtim. Teyzeler, pengueni andıran yürüyüşleriyle geliyorlardı. Buradan geçen insanlardan yalnızca biri olarak zamanın hafızasında yerini aldın.
İki saatin sonunda otobüsün yarısından fazlasının koltuğu boştu. Otobüs daha sakin olmalıyken teyzeler buna fırsat vermedi. Ze kuşağı konusunu dördüncü kez, seçimi bilmem kaçıncı kez, hastalıklarını beşinci kez, akrabalarının(kardeş olduklarını düşünüyordum) onlara yaptıklarını ikinci kez konuşuyorlardı. Bu, en uzun süren konuşmaydı. Bu teyzelerin konuşarak ne yapmaya çalıştıklarına bir türlü anlam veremedim. Cümlelerinin çoğu sitem, şikayet, olumsuz eleştiriydi. Otobüsü laciverdimsi bir hava kapladı. Bunu yayanın teyzeler olduğuna emindim ama ispat edemezdim. Birkaç saat önce, karşılarında WC→ yazarken bana sordukları soruyu düşündüm. Bakmaktan öteye geçmediklerini.
Muavin ikram arabasıyla yaklaştı. “Çay mı kahve mi hanımefendi?” Daha kötüsü olamaz dedim ve “Çay.” dedim. Muavin’den her ne kadar “Bilemediniz, kahve!” demesini beklesem de olmadı. “Tabii.”