çiçekleri koparmayın efendiler. değmez.
Gece uykuya dalmadan yakın uzak kaç kişinin ölümüne şahit olduğunu sayardı. Liste epey kabarıktı. Yaşlısı genci kadını erkeği derken epey bir kişiyi uğurlamıştı buradan. Acaba sıra kimde, diye düşündü. Annesinin horlamasını duydu. Nefesi duruyor sonra geri başlıyordu horultular. Uyku apnesi mi ablası mı bir şey demişti doktor. Seksen beş yaşındaydı. “Gençlerde bile sık görülüyor. Tehlikeli ama annenizin yaşı icabı yapacak pek de bir şey yok,” demişti. Sinirlenmişti doktora ama belli etmemişti. Annesine yaşlı demesine değil. Kendisi de altmış yaşındaydı. Yani bu adam pardon doktor acaba kendisine de mi yaşlı demek istemişti? Size ve annenize artık pek yapacak bir şey yok. Evinize gidin ve bekleyin.
Evlenmemişti. İnsanların evlenmesinde gerekçeler olduğu gibi evlenmemesinde de gerekçeler olurdu. Çoğu bunu nasip çatısı altında toplayıveriyor. Çünkü öyle deyince işler kolaylaşıyor. Sebeplerin yükü atılıyor. Nasip ne güzel kelime bazen. Yorgan gibi. Sarmalıyor insanı. Sadık işleri kolaylaştırmayı severdi.
Uyumadan önce aklından geçirdiği son kişi, onu iş güç sahibi yapan Rıza amcasıydı. Annesiyle yaşıt bu adam, babasının arkadaşıydı. Babası çok erken yaşlarda vefat edince ahde vefadan mı yoksa ana oğulun garibanlığına acıdığından mı bilinmez, her işlerine koşturmuştu. Oğlu askerden gelince annesi, Rıza amcaya şunu da bir yere yerleştiriver, kurban olayım diye yalvarmıştı da adam çalmadık kapı bırakmamıştı. Bir sene içinde tam yedi işe girdi Sadık. Her seferinde beceremeyip ayrıldı buldukları işlerden. En sonunda Rıza amca, Çıkrıkçılar Yokuşu’nun başındaki bir dükkâna çağırdı Sadık’ı. Burası yastık imalatı yapan küçük bir yerdi. Koca bir çuvalı eline tutuşturdu. Bunları satacaksın, dedi. Sadık, çuvalı açıp bakınca renk renk yastıkları gördü. Dinlenme tesisinde ekmek su gibi gidiyor bunlar, diye destekledi satıcı. Tamam, dedi Sadık. Başka ne desin? Elleriyle uzatırdı insan seçme hakkını. Ama isteyerek ama istemeyerek. O günden beri de başka işte çalışmadı. Bu yaşına kadar mekânı olarak dinlenme tesisini belledi.
Gözünü açtığında gece uykuya dalmadan önce düşündüklerinin bir teki bile yoktu aklında. Onun için sabah, bir önceki günü sıfırlamak demekti. Annesi uyanmış, sofraya Allah ne verdiyse koymuştu. Sessizce kahvaltılarını yaptılar. Yola koyuldu. Ömrünün bilmem kaçıncı kez tekrarlanan sabahı başladı.
Otobüse atladı. Her zamanki koltuğa geçti oturdu. Şoför yine kaşının üstünden bir bakış fırlattı ona. Ne o Sadık abi, yine bu sabah pek mutlusun, diye takıldı. Sadık’ın yüzünde gram değişiklik olmadı. Bir şey demedi. Satışlar nasıl satışlar, diye sordu şoför. Eee yolda da olsa millette uykuya rağbet çok. Kırıyorsun vallahi parayı, dedi. Dilinin ucuyla, şükür dedi Sadık. Allah daha da uyutsun. Şoför dünyanın en komik cevabını duymuş gibi sarsıla sarsıla gülüyordu. Bir taraftan da tek eliyle direksiyona vuruyordu. Sadık, niye bu kadar güldüğüne anlam veremedi. Ne uzattın ulan Behçet. Dedi içinden. Dışından deyip uğraşmak istemiyordu. Sakin yaşama kuralı. İçinizden saydırın. Başını dışarı çevirdi. Şehirden uzaklaştıkça aklı da uzaklaşıyordu kalabalıktan. Anası bugün de ölmeseydi.
Terminale vardığında cebine yeltendi. Behçet, her zamanki gibi koy onu cebine koyy, diye üsteleyince millet bu babacan şoföre şöyle bir baktı. Olmuyor Behçet, niye almıyorsun? Al şunu. Dilenci miyim ben? diye ısrar etti Sadık. Behçet onu duymadı bile. Çoktan çayını söylemişti.
Etraf ana baba günüydü yine. Her seferinde şaşırıyordu bu manzaraya. İşinin başına geçmeden elini gözüne siper edip bakıyordu tesisin her yerine. Tıklım tıklım. Nereye gidip nereden geliyordu bu insanlar? Bu harekete de bu kalabalığa da anlam veremiyordu.
İnsan kaç yıl yaşar? En çok yani?
Seksen. Hadi doksan. Çocukluğu çık on yıl kadar. Tam yetmiş yıl, insan kendisini çevresiyle mukayese eder mi birader? Kefenleniyor misal. Gözünün o ölü aralığından etrafı kesmiyorsa gelin beni bulun. Bulamazsınız da hoş. Aramakla bulunmaz mı diyelim illa? İnsan, bu kadar yılı anlamlandırmayla yok mukayeseyle geçirir mi? Oturtsana şunu diline: Sana ne ulan? Yok. Olmaz. Karışacak. Bu ne kalabalık? Her gün her gün nereye gidiyorsunuz, diye salça olacak. Desene yüksek sesle kendine: SANA NE BİRADER?
Sadık, bakıp bakıp anlam veremeyince amaan bana neyse, diye tesisin içine yollandı. Etrafta sesler, dumanlar, çay kaşığı şıkırtıları. Yeni bir otobüs geldi durdu. Zayıftan sarışın bir çocuk elinde hortumu fırçasıyla koşarak yanaştı. Yenice oturmuş diğer delikanlı ona seslendi: Ne o, yorgun duruyorsun? Uyumadım, dedi otobüse koşturan. Ooo, buradan gider gitmez yatıyom ben. Uyumadan olur mu?
Markete emanet bırakırdı Sadık yastıkları. Selamünaleykümle girdi içeri. Onu görünce getirdiler yastık çuvalını. Ayda üç yüz kâğıt versen, aha şu köşede sat diyoruz inat ediyorsun Sadık abi, dedi marketin sahibi. Şimdi gideceksin dikeleceksin dışarıda. Hadi şimdi yaz. Kışın? Donuyorsun ayakta. İnat etme. Hadi iki yüz elli kâğıt ver tamam. Sadık, taş gibi inatçıydı. Olmaz, iki yüz elli az para mı? Olmaz, dedi yüklendi yastıkları. Bir taraftan da standı iteledi. Eh sen bilirsin, iyilik de yaramıyor, diye söylendi adam peşinden.
Sadık işin aslı iyilik istemiyordu. Bu işe onu bağlayan parası pulu da değildi. Her gün evden çıkışı, yola düşüşü. Behçet’in ısrar kıyamet yol parasını almaması. Bu gürültülerin varlığı. Sarışın zayıfça gencin fırça elinde koşuşu. Zenginin sulu yemek yerkenki kurumu. Simit yiyenin de neticede doyması. Sadık, hâlâ hayatta olduğunu fısıldayan izlere bağlıydı. Hiç dükkâna geçip oturmak olur muydu?
Yastıkları usulca yerleştirdi standa. Taburesini çekti, yerleşti yerine. Ve perde. Gençten bir kız indi mola veren otobüsün tekinden. Temkinli bakışlar atıyordu etrafa. Muavine tam üç kere sordu otobüsün kaçta hareket edeceğini. Tatmin olunca tesise girdi. Sadık’ın yastıklarına göz ucuyla bakınca hafif hareketlendi Sadık. Kız geçip gitti. Zaten almazdı, diye düşündü. Bu hiç uyur mu yolda? Yakınında bir kadınla bir adam oturuyordu. Kadın, senin şu dürtmelerin olmasa vallahi şu sıcakta yola düşmem Mustafa, diyordu adama. Annen o kadar da dedi gelmeyin iyiyim diye. Adamın konuşası yoktu ama duramadı belli. “Geri dön sen istersen Behiye,” dedi. “Şuradan biletini alayım geri dön. Nerede Behiye, derlerse sıcakta zatım eriyor diye gelmek istemedi derim.” Sadık, ayvayı yemişsin der gibi üst dişlerini alt dudağına geçirdi onları dinlerken. Mustafa üç kilo ayvayı yiyecekti ama üç çocuklu ailenin gürültüsü Sadık’ın bakışını Mustafa’dan ayırmaya yetti. Perişan olmuş ana baba arkada, üç tane canavar önde, hareket eden otobüse bir koşturmadır başladı. Tere batmış adam bağırıyordu, yahu daha beş dakika vardı. Nereye nereye heey hemşehrim dur ya! Hep bunların yüzünden, dedi anaları. Doymak bilmediniz doymak!
Arkadan bir ses işitti Sadık. Çay ister misin Sadık amca, diyordu çaycı oğlan. İsterim ya, dedi Sadık. İster ya istemez mi? Şu manzaraya çay yaraşmaz mı? Oğlan çift şekerli çayı eline tutuşturdu Sadık’ın.
Hangisini alalım hayatım, diye bir ses böldü çaydan alınan o ilk yudumu. Buyurun efendim, diye ayaklandı hemen Sadık. Bu benim kanıma çok dokunuyor erenler. Koca koca adamların, kadınların efendim diye iki büklüm olmaları. Demeseler. Demedi. Yeniden. Buyurun, diye ayaklandı hemen Sadık. Bakımlı kahverengi saçlarıyla dal gibi bir kadın yastıklara bakıyordu. Yanında ona layık bakımlı bir bey. Ee başka nasıl olacaktı? Sen bilirsin hayatım, dedi adam. Sen uyuyacaksın neticede. Ay bunlar da kim bilir nasıl tozludur. Yok vazgeçtim almayalım hayatım, dedi evinde temizliğin t sini beceremeyen kadın. Vazgeçtiler. Otobüse geç… Mediler. Hiç otobüse geçerler mi? Araçlarına geçtiler. Sadık bakakaldı arkalarından. Bir tanesini aldı yastıkların. Şöyle bir çırptı. Toz moz yoktu. Tozlu değil ki, diyecekti vazgeçti. Almasın da boynu tutulsun. Dedi içinden.
Kaç para amca bunlar, sesiyle gidenleri unutuverdi Sadık. Otuz lira yeğenim, dedi. Beş daha düş de alayım, dedi adam. Sadık olur manasında başını salladı. İlk siftah. Bereket versin bereketini gör.
Gün öğleye vardı. Anonslar, otobüsler, gidenler, duranlar, koşanlar, saçları briyantinli, yelekli, ucuz parfümlü, genç, tercihen siyah saçlı, kara gözlü, zayıf, yüzü ifadesiz muavinler, kır saçlı ya da kel, ama kesinlikle şişman ve göbekli, sigarayı daha yoldayken yakan, tesise varınca ortalıktan kaybolan, hareket vakti gelince nereden geldiği belli olmayan, ciddi, dikiz aynasına neredeyse hiç bakmayan, bir şey düşünen ama ne düşündüğü bilinmeyen zaten de umursanmayan şoförler, ayakları oturmaktan şişmiş, gelinin kızın evine giden, etraflarına bunu anlatmak için fırsat kollayan, midesi bulanan, yola bakamayan, biteviye uyuyan, uyanıkken çıkınından sürekli poğaça yiyen ve şükreden teyzeler, muavinin verdiği keki kahveyi dakkasında yutan, başı geride ağzı açık uyuyan, tabii ki horlayan amcalar, kulağında ucuz kulaklığın cızırtısı, dinlediği müziğin kulaklıktan fırlayan sesi tüm otobüsü kaplayan, kuul, eşofmanlı, memleketine ya da okuluna dönen, konuşmamaya kararlı duran ağızlarıyla gençler, otobüse bindiği andan itibaren soran, soran, uykusu gelmeyen, soran, yine soran, çişi gelen, acıkan, ağlayan veletler… Kimler kimler. Sadık bunların tekmilini birden izler, her birisini kafasına atar, izleyerek bağ kurduklarına içinden iyi yolculuklar dilerdi.
Akşama dört beş yastık ancak satmış olurdu. Allah bereket versin yine de. Anasının maaşıyla birleşince yetiyordu işte. Beş seneye kendisi de bağlanacaktı maaşa. O zaman da gelir miydi tesise? Gelirdi. Çünkü kimi manzaraları izlemeden yaşayamazsınız erenler.
Behçet, hadi Sadık abi diye ünlediğinde hazır olurdu. Yastık tezgâhını, yastıkları markete emanet bırakır, çıkmadan etrafı kolaçan eden dükkân sahibi gibi etrafına, tesisin her köşesine baka baka ilerlerdi otobüse. Kasılıp gevşeyen kalp gibiydi burası. Boşalmakla dolmak aynı anda bazen. Behçet’in limon kolonyasını el freninin yanından alır, önce Behçet’in eline döker. Sonra kendi eline, kafasına. Aynı koltuğa geçer otururdu. Sonra geri dönüp bakardı bir süre. Tesis evet. Kasılıp gevşeyen kalp gibiydi.
Otobüs uzaklaşıp da Behçet zevzekleşmeye başlayınca Sadık gözünü yumardı. Otobüs uykusu ne lezzzetliydi. Başını cama dayar, bugün gördüklerini duyduklarını düşünür, sahnelerin çoğuna bir şarkı gibi eşlik ederdi. Eve varana kadar aynı kaset baştan baştan kaç kere sarardı. O kadın o yastığı tozlu diye kaç kere bırakırdı elinden. Zavallı Mustafa, kaç tur karısıyla didişirdi. Elinde fırçasıyla otobüs çitileyen o genç, kaç kere yorgun bakardı. Temkinli genç kız kaç kez sorardı otobüsün ne zaman kalkacağını.
Behçet’in koca sesiyle uyanırdı: Sadık abi kalk geldik. Ceketini giyerdi. Elini cebine götürürken yine o ses koy onu cebine koyyy! Üstelemezdi. Sağ ol, deyip inerdi otobüsten. Behçet’in bıyıklı suratının gülümsediğini, çalan şarkıya eşlik ettiğini göremezdi her seferinde.
Eve vardığında annesi salonda camın kenarındaki koltukta onu bekliyor olurdu. Sofra da hep hazır. Oğlu gelmeden ne yemek yer ne de uyurdu. Ondan bugünkü hasılatı dinleyecek, evet dinleyecek, beğendiği kimi ayrıntıları tekrar tekrar anlattıracak, o gün Sadık’ın gördükleri de onlarla beraber o sofraya oturacak. Yolcular, çalışanlar odanın dört bir yanına saçılacak. Sadık anlattıkça oda mini bir tesise dönüşecek. İki kişilik yalnızlık bitecek. Tesis görevini yerine getirecek. Yemek bitecek. Varsa çay içilecek. Sonra uykuya.
Uykuya dalmadan evvel yakın uzak kaç kişinin ölümüne şahit olduğunu sayardı. Liste epey kabarıktı. Yaşlısı genci kadını erkeği derken epey bir kişiyi uğurlamıştı buradan. Acaba sıra kimde, diye düşündü. Annesinin horlamasını duydu. Nefesi duruyor sonra geri başlıyordu horultular. Uyku apnesi mi ablası mı bir şey demişti doktor. Seksen beş yaşındaydı.
Sabah. Behçet. Israrı. Tesis yolu. Bir önceki gün manzarasının bir teki bile olmazdı tesise girerken zihninde. Orayı sabaha özenle temizler, yeni misafirlerini düzenli ve boş bir evde ağırlardı. Bunu nasıl başarırdı? Yani dopdolu bir zihin ertesi güne nasıl boşalmış olarak teslim edilirdi?
Her şeyi de bilmeyiverin erenler. Ben de bilmiyorum. Sorsam da söylemezdi hem Sadık. Söyleyeceğini bilsem, dakikasında yakalar sorardım: “Ey Sadık, ey benim güzel amcam. Dünya denen bu kalabalığı, bir kambur gibi ertesi güne nasıl taşımıyorsun söyle,” diye.
Sarışın zayıf genç, o gün dinçti. Arkadaşına bağırdı otobüsün tekini yıkarken: Ulan uyumak var ya uyumak, yemin ederim ne tatlı bir şey. Belli, dedi diğeri. Cam gibi parlıyorsun bugün. Yıkaa, yıkaa!