Octopus Ya Da Âdem

Fatma Ünsal

Octopus's Garden (Remastered 2009)

Homo octopuslar, öyle zeki öyle zeki varlıklardı ki görenlere parmak ısırtırlardı. Kimisi de onları göremezdi çünkü öyle kamufle ediyorlardı ki kendilerini, âdeta yok oluyorlardı. Kalpleri tam üç taneydi. Bu kalplere dünyadaki evrendeki sevgilerin ne kadar çok sığabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Edemiyorsunuz. Çünkü sizin bir kalbiniz var. Efendime söyleyeyim, bu zeki varlıklar, denizlerin o pak bakir sularında sekiz tane ayaklarıyla öyle hür öyle mesut yaşarlardı ki. Ne de güzeldi o günler. Derken bunlar baktılar ki ayakları tutuyor. Zekâ desen, etrafındaki herkese galebe çalıyor. Kalp desen üç tane. Ayak desen sekiz tane. Dediler ki yahu sudan sıkıldık. Islana ıslana bıktık. Eh rahat da battı. Biraz tenimize güneş değsin. İçimize kibir dolsun. Karaya çıkalım. İçlerinden en akıllı olanı dedi ki: Yahu biz orada nasıl yaşayalım? Olur mu hiç? Dakikasında ölürüz de mangalımızı yaparlar. Olmaz. Oylayalım, dedi daha az zeki ama daha girişken olanı. O an homo octopuslar aralarında demokrasiyi icat ettiler. Oyladılar. Bir tanesi hariç herkes karaya çıkma fikrine bayıldı. Bir tanesi denizde kalmaya devam edecekti. Çünkü zaten bu tür, sosyal olmadan da nefes alabilirdi.

Karaya çıkınca güneşin daha çok yaktığını fark ettiler. Yuva yapmak için daha çok malzemeye ihtiyaç duyulduğunu anladılar. Bir de yeme içme boyutu vardı tabii. Ne yiyip ne içeceklerdi şimdi? Bir tanesi şakayla karışık dedi ki yahu bu kadar ayağımız var. Sırayla yiyelim işte. Oylayalım, dedi içlerinden daha az zeki ama daha girişken olanı. Oy birliğiyle bu fikir kabul görüldü. Her biri vantuzu daha zayıf olan ayağını seçti ve kopardı. Başlarını çevirince gördüler ki az ayaklı birileri kızılca bir varlığın üstüne yiyecekleri atıyorlar. Duman çıkaran bu “şey” yiyecekleri daha güzel kokutuyor. Biz de böyle yapalım, dediler. Gidip istediler bize de bu yiyecekleri güzel kokutan duman çıkaran “şey”den, ateş mi demek istiyorsun? dedi daha az ayaklı olan varlık. Homo bilmemnekus. Evet evet ateş, ondan elde etmeyi bize de öğretin. Öğrendiler. Kopardıkları ayaklarını bir güzel pişirdiler. Sonra da afiyetle yediler.

“Bu sene bol olacaklar, belli.” dedi kirli beresi kafasında yamuk duran kara kuru adam oğluna. Âdem’e. Oğlu baş hareketiyle cevap vermekle yetindi. Sarı yağmurluğuna sarındı ve teknenin ucundan ayaklarını sarkıtıp oturdu. Babası hevesle av malzemelerini hazırlıyordu. “Sahte sardalyaya gelmiyor teresler. Paraya kıyıp iki kilo sardalya aldım Remzi’den.” Babasına ağzının içiyle cevap verdi: Çünkü onlar bayağı zeki varlıklar. “Yok Zeki’den almadım. Onunkiler bayat. Paraya yazık.” Bir taraftan sardalyaları takıyor bir taraftan da sigarasını yakmaya çalışıyordu. Yakıp bir nefes çekince öksürmeye başladı. “Ucuzuna alışamadım daha. Ama alışırım n’olacak. On kâğıt daha ucuz bu meret.” Deniz durgundu bugün. Hava sıcağa yakın ılık. Başka tekne yoktu onlardan başka. Babası bu yüzden de mutluydu. Nimeti paylaşmayı sevmezdi. “Annemin kırkı yaklaştı. Mevlit okutacak mısın?” Adam işinin ortasında duyduğu bu soruyla duraladı. Kabaca bir hesap yaptı. Pide yaptırsa eh tek başına pide yetmez. Yanına ayran. Sonra uzaktan gelenler olur belki. Çay. Çayın yanına kuru pasta. Amma da tutuyordu şöyle bir bakınca. Bakarız, dedi. Bu bakarız, ağzının kenarındaki sigarayı zor oynatmıştı yerinden. Öyle silikti. Yani bakmayız. Yani öldü ulan anan, Yasin’i Tebareke’yi peşinden okuduk ya. Cenazesine gelenlere yemek verdik ya. Yani, ulan senin anan yaşasa daha az masraf yapardı, ölüsüne bu kadar para sayılır mı? Âdem ayaklarını sallamaya devam ediyordu başı babasına çevriliyken. On sekizine basmıştı ve cevabını bildiği sorular sormaya devam ediyordu. Babası mevlit yapmayacaktı. Babasının eli cebine gitmeyecekti. Soruyordu çünkü evet on sekizindeydi. On sene sonra, yaşarsa, bırakın cevabını bildiği sorular sormayı, bilmediği soruları sormaya bile erinecekti. Adam hevesle hazırlamaya devam etti malzemelerini. “Geçenki tuttuklarımın her biri üç kiloydu neredeyse,” dedi ağzında bal varmış gibi. “Sen sevmiyorsun ama tadı da enfes mübareğin. Bu zenginler biliyor işini.” Ahtapot yemeyi sevmiyordu Âdem. Avlamayı da sevmiyordu. Zoraki geliyordu ava. Üniversiteye gitmek istemişti ama isteme aşamasında kalmıştı. Annesi bildi bileli hastalıklıydı. Sol ayağı epey aksıyordu. Zayıfça kısa boyluydu. Parlak bal rengi gözleriyle hayatın içinden usulca geçip gidiverdi kadın. Bir şeylerin zaten olası yoktur. Tüm atomlar bir araya gelse, şartlar kırmızı halılarını serse, bunları altüst edecek güç hayatın her anında saklı bulunur kimisinin hayatında. Üniversite uzak bir tınıdan başka bir şey olmadı onun kulaklarına. Kimi seslere uzanamasanız da net duyarsınız. Kimi seslerin varlığından şüpheye düşersiniz.

Bari zanaat öğren, diye ahtapot avlamaya getirirdi babası. Özellikle ahtapot avı adama acayip zevkli gelirdi. Avladıklarını eline alır, ayaklarını perde gibi açar, ulan bu kafası iriler de ölünce ne komik duruyor. Sönmüş balon gibi, diye gevrek gevrek gülerdi. Ama bu zanaati öğrenemeyecekti. Tüm sır bozuldu ama öğrenemeyecekti. İnsan, ancak heveslerini avlamayı severdi.

Teknenin burnunda otururken sol bacağının başlangıç yerinin sızlamaya başladığını hissetti. Eliyle ovaladı. Eline gelen çıkıntıyı fark edip ürktü. Bir daha dokunmadı. Akşam olana kadar babasını dinledi. Ama daha çok dalgaları. Hay maşallah, üff en az yüz kâğıda okuturuz bunları ehh çıktı bizim bayram masrafı s na da üst b ş al r z baks an l n k me d yor m.

Homo octopuslar, ayaklarının tadını beğendiler. Zamanla etraflarından buldukları kokulu kuru otları, beyaz tozları da serptiler kopardıkları yeni ayakları için. Bunların tadını daha çok sevdiler. Ayaklarının eksilmesinden rahatsız olmadılar. Yürüyebilecek kadar ayakları kalınca yemeyi durdurdular. Zaten çevreyi keşfetmişlerdi bu sürede. Yani yeni yiyecekler bulmuşlardı. Artık iki ayakları vardı. İkisini de kol niyetine kullandılar. Burada yere yakın değil de göğe yakın durmak, insanı tehlikelerden biraz daha çok koruyordu.

Korkulan olmadı. Deniz canlısıydılar güya. Ama karanın cezbediciliğine çabuk uyum sağladılar. Etraflarını tanımalarına yardımcı vantuzlarına da gerek kalmadı. Burada düşmanlar ne kadar saklansalar da hemen belli oluyordu. Denizin içinde etliye sütlüye karışmayan homo octopuslar, karaya çıkınca etlinin sütlünün yedi ceddine karıştılar. Eh, hâliyle birbirleriyle de savaştılar. Ayrıştılar. Renk nedir bilmeyen gözleri renkleri sezer oldu. Konuşmak nedir bilmeyen dilleri, susmaz oldu. Zekâları üstündü evet. Ama burada zekâyı öyle bir işletmek gerekiyordu ki sağ kalınabilsin. İçlerinden daha az zeki ama daha girişken olanı dedi ki: Artık dağılma vaktimiz geldi. Dağılalım ve kendi işimize bakalım. Yoksa lezzetliyiz diye birbirimizi yiyeceğiz. Topluluk ona hak verdi. İçlerinden daha zeki ama daha az girişken olanı o zaman sordu: Peki adımıza yine homo octopus mu diyeceğiz? Bir başkası şaşırdı: Onu biz mi diyorduk da? Daha az zeki ama daha girişken olanları gevrek gevrek güldü: Bize artık homo octopus demeyecekler. Değiştik dostlarım. Bize homo sapiensimsi diyecekler artık. Kalabalık bunu mırıldanıp durdular aralarında homo sapiensimsi demek homo sapiensimsi… Karanın dört bir yanına dağıldılar. Karanın dört bir yanında çoğaldılar, sevindiler, acı çektiler ve öldüler. Karanın dört bir yanına alıştılar. Dünyaya yamandılar.

Eve döndüklerinde babasının keyfine diyecek yoktu. Tekneden iner inmez kapışılmıştı ahtapotlar. O kadar irilerdi ki. Âdem, ölmüş ahtapotlara bakmaya tahammül edemiyordu. Bir sürü vantuzu görmek, yapışkan kollarını sonra. Bunlar, nasıl demeli, ellerini bakışını kamaştırıyor; içine mikser tutulmuş gibi hissettiriyordu. Bir de denizin dibinde kendi hâlinde yaşayan bu varlıkların bu huysuz dünyaya zorla çekilmeleri, öldürülmeleri, mercanların üstünden kayıp dururken zavallıların kendini birden bir ayyaşın ızgarasının üstünde buluvermeleri. Annesinin dizinde yatardı bazen. Kadın, hastalıklı ellerini oğlunun saçları arasında gezdirirken, korkuyorum oğlum, derdi. Burası yutar adamı, korkuyorum seni de yutarsa. Âdem de korkuyordu. Ama erkek çocukları annelerini cesaretlendirmekte mahirdiler. Korkma anne, derdi. Yutturmam ben kendimi korkma sen. Kadının içi huzur bulmazdı elbet. Bunların hepsi avuntu. Burada kendini avutur insan. Sonra da gider. Giderken ya iyi avutulmuştur. Ya da hiç avutulmamıştır.

Yemekte döner vardı. Adam paraya kıymıştı. Yanına birer de ayran. Üç dört lokmada bitirdi çelimsiz vücuduna rağmen. Oğlan cansız cansız yedi kalktı. Odasına yollandı. Babası üstelemedi. Sigara içerken oğlunun gülmeyen suratını görmek hoş olmuyordu.

Odasına geçtiğinde, pencereyi açtı. Havasız kalmıştı. Ortalığı topladı biraz. Annesi öldükten sonra iyice pasaklanmıştı ev. Kadın hasta hâliyle yine de elden geçiriyordu bu köstebek yuvasını. Yatağına uzandı. Sol bacağındaki çıkıntının daha da zonkladığını fark etti. Cesaret edip elini götürdü yavaşça. Yeni bir bacak çıkıyordu. Hızla doğruldu. Açıp baktı. Sol bacağının yanında bir bacak daha peyda olmaya başlamıştı. Ne yapacağını bilemedi. Şimdi gitse babasına anlatsa. Ama adam çoktan kahvehanenin yolunu tutmuştur bile. Kasabada da akıllı uslu biri yok ki anlatsa. Doktora gitse ne bileyim. Çare bulamayınca bunu yorgunluğa yordu. Annesini kaybetmişti. Bu koca üzüntü yapardı böyle şeyler. Yoruluyordu da. Sabaha geçerdi. Gözlerini zorla kapadı. Yeni çıkan ayağına rağmen uyumaya çalıştı.

Sabah babasının kapıya vurmasıyla uyandı. Sol tarafındaki ağrı kesilmişti. Bu sefer de sağ bacağına yakın yerler ağrımaya başlamıştı. Yorganın altından yokladı. Yine bir çıkıntı. Sol bacağının yanında, ki artık o sol bacak değil, yeni bir bacak. Aklına ilk düşen bunu insanlara nasıl açıklayacağı oldu. Ne derlerdi? Babası ne derdi görünce? Ulan ananın soyu ne biçim soymuş, diye bir başlardı artık cemaziyelevvellerinden çıkardı. Eski zamanlarda olsalardı lanetli diye yakarlardı onu. Ama yeni zamanlardaydı. Daha korkunç. Bakışlarıyla ezer, laflarıyla döver, davranışlarıyla yok ederlerdi. O yüzden bu durumu herkesten saklamalıydı. Geliyorum, diye bağırdı. En bol pantolonunu giydi. Sol tarafa iki ayağı güçlükle sığdırdı.

Adam oğlunun yürüyüşünde bir tuhaflık sezmişti ama durmadı üstünde. Tekneye vardıklarında su borusundan yaptığı kendi imalı ahtapot oltalarını hazırlamaya koyuldu. Adam, tekneye çıkınca yaşama sevinci buluyordu. Âdem, babasının önüne malzemeleri koyduktan sonra yine geçti oturdu bir köşeye. Adam bed sesiyle türküleri birbirine uluyor, sardalyaları zevkle geçiriyordu oltaya. Ulan sardalyalara bak be, çiğ ye çiğ. Âdem, babasına bakarken annesiyle değil de keşke bir ahtapotla evlenseydi, diye geçirdi içinden. Zavallı anacığı belki daha rahat ederdi o zaman.

Adam ilk oltayı bıraktı denize. Dibe doğru ilerleyişini izledi. Hadi bakalım, tut getir bir üç kiloluk koca kafa, dedi oltanın peşinden. Oğlan, babasını izlerken insanların umursamazlığını okudu adamın yüzünde. Hem cebini doldursun hem koca kafa de, öyle mi? Bunu sesli söylemiş olmalı ki babası dönüp ne dedin? diye sordu. Hiç, dedi Âdem. İyi bir koca kafa yakalarsın inşallah dedim. Adamın yüzüne pişkin bir sırıtış yapıştı. Âdem’in sağ bacağının yanındaki çıkıntı iyice büyüdü. O kadar ağrıyordu ki. Gıkını çıkarmadı ama. Dişlerini dudaklarına sapladı ve sabretti. Bacak büyüdü ve diğerlerine denk oldu. Şimdi artık dört bacağı olmuştu.

Adam günün ilk ahtapotunu yakalayınca şöyle bir silkeledi oğluna doğru: Bak bak bak, babana bak. Ulan bendeki heves azıcık sende de olaydı ya. Bak gel yakından bak. Kıpırdamadı yerinden, çok güzel, dedi. Üç kilo var. Var var, diye zevklendi babası. Dur şunu söndüreyim. Çakıyla deşti hayvanı. Lacivertimsi kan, teknenin zeminini boyadı.

Âdem babasına bakarken, onun bir parçası olmamış olmayı diledi. Kendisini babasına ait hissetmedi. Bunları düşünürken iki ayrı yerden iki bacak ağrısı daha baş gösterdi. Elleri kaşınmaya başladı. Baktı ki yuvarlak yuvarlak noktalar. Nokta değil. Vantuzlar.

Adam vakit kaybetmeden oltaları hazırlamaya koyuldu yeniden. Bir sigara yaktı peşinden. Tükürür gibi söyleniyordu, ulan seni de süs diye getiriyorum ya hayırlısı. Eleman alsam dünya para. En azından ses oluyorsun bana. Düğüm olmuş bu, yakala diye oğluna ağı fırlattı. Ağdaki demir parça geldi oğlanın elini kesti. Ah, demesine kalmadan kan. Mavi. Elinden çıkan kana inanamadı. Sildi kanı, yeniden mavi çıktı kan. Sildi. Bir daha. Ağı çözüp babasına geri fırlattı.

Adam heyecanla yeni oltayı fırlattı denize. Peşinden izledi hevesle. Hadi kap da gel kap da gel, diye sevdi oltayı. Âdem, teknenin ucundan denize bakıyordu. Babasının dediklerini de anlamıyordu artık. Ayaklarını, altı taneydi artık, iyice değdirdi denize. Sonra hevesle avını bekleyen babasına baktı. Keşke bu adamın kucağına değil de buraya doğsaydım, dedi.

Adam, denize bir şeyin düşme sesini işitti. Arkasını döndü. Baktı ki oğlu yok. Ama şimdi daha önemli bir işi vardı. Oltaya gelen ahtapotu yukarı çekmeliydi. Bu sefer en az dört kiloydu, belli.

Homo octopusların yeni türü tespit edildi sonra. Altı ayaklı iki kollu. Vantuzlu. Tek kalpli.