Teybe pilini yerleştirip antenini uzatıyor. Kırmızı tuşuna basıyor. Cızırtılar yayılıyor sakin dalgaların arasına. Birkaç dakika o cızırtıyı dinleyerek geldiği yöne bakıyor. Teknenin suyu yardığı yeri kestirmeye çalışıyor ama yok. Karayı göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Görmek istiyor ve birkaç defa bakıyor görmek istediğinden. Ama yok. Bunca yolu açmıştı, suyu yarmıştı ve su, hiçbir şey olmamış gibi eski hâline dönmüştü öyle mi? Evet öyle. Olamaz böyle bir şey, diyordu içinde. Olamaz! Olamaz! Cızırtı. Olamaz! Cızırtı.
Anteni sağ yaptı, sol yaptı, tok sesli bir adamın sesi belirginleşiyor gibi olduysa da tutturamadı. Antenle uğraştı birkaç saniye daha. Önce bir pop şarkı çıktı şansına. Hay tüküreyim! dedi anteni hareket ettirirken. Bir türkü netleşti ama tekrar bir cızırtı. Hay!... Nasıl ayarlayamazdı bir radyoyu! Öfkelendi, şunu fırlatsam suya, diye düşündü. Bir küfür salladı denize, dalgalar yuttu onu. Türkü netleşti. Su, o türkünün sözlerini de yuttu. Kalın misinasının üçlü çengelini parmakları arasına aldı. Nasıl bu kadar çabuk eski hâline gelir bu su, diye düşünüyordu. Siyah poşetten çıkardığı ufak ıstakozu çengele geçirdi. Sonra diğer çengeli aldı, bir ıstakozu da ona geçirdi. Altı çengeli hazırladı ve suya atmadan önce şöyle bir baktı denize. Çenesini biraz kaldırdı, kaşlarını da. Derin bir nefes aldı. Bu ıstakozlara gelmeyen ahtapotlarda akıl yoktur, diye geçirdi içinden. Tekrar derin bir nefes aldı ve misinaları suya attı. Birbirine bağladığı altı misina ipinin düğümünü, teknede sakladığı büyükçe taşın altına yerleştirmişti ama pek memnun kalmadı bu hâlinden. Misinaların tümünü teknenin bir tarafından denize bırakmıştı. Üçünü geri çekti ve teknenin diğer tarafından denize bıraktı. Istakozlar öylece duruyordu çengellerde. Daha iki dakika geçmemişti. Sinirlendi. Bu ahtapotlarda hakkaten akıl yok, dedi. Taşı kaldırıp misinaların duruşunu düzeltti. Şu denize bakmalı ve bu güzel havayı kaçıranların aklından şüphe etmeli! Suyun altı cıvıl cıvıl, balıklar, ahtapotlar çengellere geçmek için can atıyor sanki! Söyle assolist, söyle! Bir izmaritin yanışı gibi hızlı geçen gençliğime söyle! Söyle assolist! Kim bu havada evinde oturur? Kim kahve köşelerinde milletin ağız kokusunu çeker? Tabii ki ahmaklar! Çal bağlamacı, çal.
Esinti dalgaları gıdıklıyor, tekne de dalgalara nazlanıyordu. Şöyle biraz uzanayım güneşe karşı, deyip kıvrılıyor küçük teknede. Sabahın köründe evden çıkarsan olacağı budur, diye fırça çekiyor kendisine. Ama Kahveci Kerim nasıl da süzdü beni geçerken kahvenin önünden. Sabahın bu vaktinde tek sen mi kalkıyorsun Kerim! Ben öyle iki ayaklılarla değil, sekiz ayaklılarla uğraşıyorum. Tabii ya! Söyle assolist söyle! Nelerle uğraştığımı söyle! Kolay mı bir başına denize açılmak? Çarşıya gitmeye benzemez bu. Ah, bu çektiklerimi bir bilseniz ama siz bilseniz de anlamazsınız!
Türkü birden kesildi. Pilleri yenilemeyi unutmuştu. Dün eve giderken aklındaydı ama bakkala uğramak işine gelmedi. Kovasında tek ahtapotuyla. Bir şey olacağından değil de. İşine gelmedi. Karısına böyle söyledi. İşime gelmedi. Pilleri bayağıdır kullanıyorum, yenisini almalı bunların. E alsaydın gelirken? İŞİME GELMEDİ. Söyle assolist söyle, demesi burada bitmişti. Kızdı assoliste. Türküyü yarıda bırakmıştı. Bağlamacıya da kızgındı. Sizden bir halt olmaz, dedi. İnsanın hâlinden anlasanız öyle tak diye keser miydiniz türküyü?
Karısı sırtında bir yarayla geziyordu yıllardır. Adam her yaş alışında o yara da büyüyordu. Yeşilden bir irin topluyor. Ufak bir baş veriyor gibi oluyor ama yetmiyor irinin çıkması için. Gitmedikleri doktor kalmıyor o şehirde. Daha n’apayım sana, diyor kocası. Yara büyüyor da büyüyor.
Esinti biraz şiddetleniyor. Adam dikeliyor. Taşı kontrol edip misinalara bakıyor. Her birini biraz çekiştiriyor. Ağırlık hissi gelmiyor hiçbirinden. Ya hepsinde ahtapot vardı ya da hiçbirinde. İkinci ihtimali düşünmek istemiyordu. Ahtapotların ortalama ağırlığını bildiğinden ilk ihtimali yavaş yavaş sildi zihninden. Ulan assolist! Assolistin duymasını istiyordu. Öfkesini assolistten almak istiyordu ya da bağlamacıdan. Misinaları bırakıp teybi eline aldı. Pilleri çıkarıp suya attı.
Hayatının son yazını yaşadığından habersiz çamaşırları asıyordu gergin ipe. Sırtındaki yara hafiften akıyor ve acı veriyordu. Beyazları yıkamıştı ve hemen kuruyacak gibiydiler. Yarasından akan irin, beyaz kumaşta hangi rengi bırakıyorsa o rengi düşünüyordu çamaşırları asarken. Refleks hâline gelen bu duruma engel olmak istiyordu ama başaramıyordu. Yara gittikçe büyüyordu.
Kolundaki saat beşin katlarını gösterdiğinde misinaları kontrol ediyordu ama değişen bir şey yoktu. Altı ahtapotun hayali önce beşe sonra dörde düştü. On dakika sonra üçe, on beş dakika sonra ise ikiye düştü. Yirmi dakikanın ardından utanarak teke razı oldu. Karşısında bir ayna olsaydı ancak böyle olabilirdi. Karşılara, uzaklara bakamıyordu. Bir yerden bir ayna çıkar da kendini görür diye. Utanarak.
Yirmi dakikanın peşine bir saat sonra iki ve sonra üç saat takıldı. Gölge boyu hayli uzadı. Sabah suyu yardığı yerden tekrar yarmalıydı suyu. Misinalara dokunmak istemiyordu. Hiç ellemesem de teknenin peşinde gelseler, diye düşündü fakat çok sürmedi bu düşüncesi. Misinaları kontrol etti ve iki ipte ağırlık hissetti. Ağzı yayıldı yanaklarına. Hızla çekti misinaları. İlk ahtapotu kesti, suda temizledi ve kenara aldı. İkincisini de. Motoru çalıştırdı, suyu yararak evin yolunu tuttu. Söyle assolist, söyle!
Ahtapotun tekini Balıkçı Nizam’a sattı. Diğerini evine götürdü. Yüzündeki gülümsemeyi gören karısının sırtındaki acısı hafifledi. Adam ahtapotu yaraya sürmek üzere hazırlamaya koyuldu. Bugünün, cumartesinin, karısının son cumartesisi olduğunu bilmiyordu.