Aklını kurcalayan onca şey varken o sadece oturmak ve hissetmek istiyordu. Aklın yön vermediği, dokunmadığı, değiştiremediği bir duyguyla hemhâl olmak istiyordu. Tüm isteklerinden azade olmak istiyordu. Ne için böyleydi, ne zaman bu raddeye gelmişti bilmiyordu. Büyüklerinin akıl sağlığı için yaptığı duaları ve yaşıtlarının koştur koştur terapistlere gitmelerini benimseyemiyordu. Aklını susturmak ve mümkünse kapatmak niyetindeydi.
-Abi oradan üç paket sigara verir misin? Temassız ödeyeceğim.
İzbe bir yere konuşlanmış bir bakkaldı burası. Küflü düşüncelerin her geçen gün iyice kök saldığı, alınan nefesi hasta eden bir bakkal... Müşterinin yüzüne bakma gereği duymadan kartla ödeme farkını aldı, fişi uzattı ve aklına havasızlık aşılamaya devam etti.
Kamburlaşan sırtı aklına aklına vuruyordu. Otuzlu yıllarının sonlarına gelmişti ve artık yaşamaktan nefret ediyordu. Bir de kıyas belasına düşmüştü, babasından miras kalan. Çocukken boynunu büken utancı büyüyünce kamburu oluvermişti. Bu yüzden kamburuna baba deyip duruyordu.
-Baba n'aber? Bak bugün de uyutmadın beni. Baba! Bak evlenmedim sayende. Baba, soyadım olmadan ünlendim ben burada. "Bak kambur bakkal, bak anne kambur bakkal geliyor!"
Bozuklukları ayrı ayrı saydı, köşeye koyup ekmekçinin gelmesini bekledi. Bir süre bir şey düşünemedi. Üşüdüğünü hissedip iyice gömüldü montuna. Memur edasıyla yakalarını birleştirmeye çalıştı. Kendi bedeninden iki beden büyük olmasına rağmen montunun fermuarını kapatamadı. Baba sımsıcaktı, kendisi ıssızdı. Ağlamak istedi, boğazı düğümlendi. Sonra ayağa kalktı. Farkında olmadan derin bir nefes alıp bakkalın en dibinde fokurdayıp duran semavere doğru büyük adımlarla yürüdü. Büyük adımları hep babayı unutma çabasıydı. Dışarıdan babası değil, adımları görülsün istiyordu. İç çeke çeke çayını doldururken televizyondaki bir sese kilitlendi:
-Ben ne yaptıysam kocamın iyiliği için yaptım.
Babaya isyan edecek kadar yukarıda duran televizyona baktı. Gündüz kuşağı yine geceydi. Ama düşündü. Küf yeşili olmayan, baharı haber veren bir yeşillikle düşündü, hayal etti ve gülümsedi. Eşinin içeri girdiğini, ona bir kap sıcak yemek ya da bir bardak sıcak çay getirdiğini ve gülümsediğini... Ne zamandır böyle gülümsememişti. Üstelik gerçeğe hemen dönmesine rağmen bu sefer hayal kırıklığı hissetmemişti. Gençliğinin baharındayken, henüz babasını sırtlanmamışken gönül verdiği kızı düşündü. Aklı o zamanki bakkal olmayan hallerini, annesiyle olan muhabbetini, arkadaşlarıyla olan sırdaşlığını bir bir ona hatırlattı. Bir zamanlar yaşamıştı ve o zamanları diri tutmak adına aklına mukayyet olmalıydı. Doldurduğu çayını semaverin yanına bıraktı. Kumandayı alıp televizyonu kapattı. Gözü bozukluklara ilişti. Ekmekçiyi aradı:
-Kardeş, bugün bir işim çıktı. Yarın gel sen.
Bakkalın demir kapısını kilitleyip kepengi kapattı. Ceplerini kontrol edip otobüs kartını bulmaya çalıştı. Upuzun bir yokuşu tırmanmaya başladı. Adımlarını ölçülü atıyor, bir anda içine dolan bu sakinliği anlamaya çalışıyordu. Nihayet otobüs durağına varmıştı. O an nereye gideceğini bilemiyordu. Birkaç tane otobüs gelip geçmişti bile. İnsanların otobüse binmesini seyrediyordu. Birbirini iten, otobüse binince yer kapmak için telaşla ona buna çarpan gençleri ve yaşlıları görüyordu. Bir saat dolmuştu. Durak hiç boş kalmıyor, insanlar hep oraya buraya gidiyordu. Sakinliğini nihayet anlamış ve hemencecik tüketivermişti. Aklın verdiği duyguyu akıl olmadan nasıl koruyabilir ve sürdürebilirdi ki... Oturmak ve hissetmek istediği şey babası olmuştu.
-Abi pardon, sahile giden otobüs geçti mi?
-Bilmem.
Dikkati dağılmıştı. Sahile giden otobüs var mıydı? Sahile en son ne zaman gitmişti? Düşünceleri artık yosun kokuyordu. O sırada, ona soru soran gencin gelen bir otobüse bindiğini gördü. Otobüs kartını çıkararak hızla atıldı. Artık bir otobüse binmişti, sahile giden otobüse. Herkes oturduğu halde boş koltuk çoktu. Demek herkes en son ne zaman sahile gittiğini düşünüyordu. Oturmak istemedi. Otobüsün orta yerinde bir o yana bir bu yana sallana sallana gidiyordu. Tutunmuştu elbet ama yine de tutsaktı. Düşünceleri gittikçe yoğunlaşan tabelalara takılıyordu. Kendini yerin dibine gidiyor gibi hissediyordu. Her tarafta insan vardı. Karıncalar gibi oradan oraya gidip duruyorlardı. Karınca değilim ben, dedi. Ben hep buradayım.
Tabelalar seyrekleşmeye başlamıştı. Ben buradayım, diyen neon ışıkların yerini daha mütevazi tabelalar almıştı. Otobüse bindiğinden beri hep aynı tarafa bakıyor, hep aynı cama yaslanıyordu. Düşünecek hâli kalmamıştı artık. Yorgunluğu onu diğer tarafa bakmaya zorladı. Tam o anda yolcu indiren otobüs hareket etmeye başlamıştı. Denizi gördü, martıları ve ağustos böceklerini. Telaşa kapıldı:
-Kaptan, inecek var kaptan!
Otobüs ani bir fren yaptı, yine savruldu. Can havliyle otobüsten aşağı indi. Kaptana el sallayıp denize baktı. Nasıl adım atacağını unutmuş gibiydi. Küçük ve ürkek adımlarla sahile doğru yürümeye başladı. Deniz kokusunu içine çekiyordu. Martıların sesiyle gözünü gökyüzüne çeviriyordu. İçine bir deniz dolarken içinde bir de gökyüzü açıyordu. Artık bir adım ötesi denizdi. Dalgaların gidiş ve gelişlerine bakıyor, dalga sesiyle huzur buluyordu. Bir kaya bulup oturdu. Gözünü kapattı ve güneşi hissetmeye çalıştı. Bir süre sonra kendini yapmak istediği şeyleri düşünürken buldu. Şaşırdı. Bakkalı boyamak, köşesine çiçekler ekmek ve artık aramadığı arkadaşlarını aramak istiyordu. Anlamıştı, yaşamak oturarak eylemsizlik halini alıyordu.