Ulu Kızıl Işık

Fatma Ünsal

daha önce de buradaydım

ama ne zaman, ya da nasıl anlatamam

Katua kabilesinin ulu kâhini başını göğe gök kurt gibi çevirdiğinde eliyle bir noktayı işmar etti. Vakit gece ve etraf zifiri karanlıktı. Ateş ve dolunay ışıtıyordu etrafı. Önünde oturan kabile sakinleri, onun gösterdiği noktaya ürkek gözlerle baktılar. Kutsal adamların işaret ettiği yerden ürkülürdü çünkü. Kutsal adam bir yeri boşuna göstermezdi.

Eli gökte, kalın ve çatallı sesiyle ünledi: Ulu Kızıl Işık bugün fazla kızarıyor. Bugün kabilede benim bilmediğim bir fenalık mı oldu?

Kalabalık zaten sessizdi ama sessizlikleri daha da koyulaştı bu soruyla. Hep birlikte işlemedikleri ama için için korktukları fenalıkları düşündüler. Her birisinin zihninden tonla ama işlenmemiş suçları geçti. İşledikleri günahları da kimsenin ruhu bile duymamıştı. Kâhin bile anlamamıştı. Ortaya çıkmamış günahın hesabını Tanrı’ya vermeli. Öyle olacaktı muhakkak. Şimdi bu Ulu Kızıl Işık niye fazla kızarıyor olmalıydı? Hepsi sıkkındı ama içlerinden biri, utanç içindeydi. Sıkıntıdan ter basmıştı suratını. Sağ bacağını da ovup duruyordu. Sabah çayıra koyunlarını götürdüğünde koyunlarını otlatan yakın kabilenin çoban kızına alıcı gözle bakmıştı. Karısı evdeyken hem de. Kız, siyah düz saçlarını çayıra sermiş, dilinde yanık bir ezgi kimseden habersiz koyunlarını otlatıyordu. Ağzından çıkan her nağme, geliyor adamın boğazına sarılıyor, bir kement gibi kıza çekiyordu onu. Her bir nağme, çayırı dolduruyor, kuşlar kızın ferah sesine eşlik ediyordu. Adam, bu sesten büyülendi. Karısı evdeyken hem de. Büyülenmekle kalmadı, kızın ezgisine yüksek sesle eşlik etti. Kız, bu eşliği fark edince hışımla sesten yana döndü. Baktı ki bir adam. Baktı ki gülümseyerek onun şarkısına eşlik ediyor. Baktı ki cüretkâr adımlarla ona geliyor hem de. Evli olduğunun nişanesi ak kuşağı belindeyken. Hızla kalktı yerinden. Adam yaklaştı. Kız da ona doğru yürüyordu. Adam sevindi, kız da geliyordu ona doğru. Kız yaklaştı, elinde ucu demirli koca değneği. Adam bunu fark etmedi. Çünkü kızın siyah düz saçları, çekik kara gözleri, buğdaydan çalınmış yüzünün rengi. Çayırın ortasında buluştular. Adam ezgiyi sonlandırmıştı. Suratını kıza çevirmiş, gülümseyerek ona bakıyordu. Kız, değneğini kaldırdı, demir ucunu adama doğrulttu. Buradan çekip gitmezsen belindeki ak kuşağı kızıla boyarım, dedi. Cesedini de şu bayırın dibindeki çaya yuvarlarım. Seni aramaya gelirler. Onları çaydan çok uzak bir tarafa yollarım. Toprağa sarılmadan çürür gidersin. Git buradan, dedi. Adam kızın çelimsiz vücudundan korkmamış olacak ki ona doğru yürüyüşünü devam ettirdi. Kız bir hamlede adamın bacağına sapladı değneği. Adam acıyla inledi. Biraz daha ilerlersen demir de ilerler dedi kız. Adam çıkar şunu, diye yalvardı kıza. Çıkar, hemen gideceğim çıkar! Kız, değneği sapladığı bacaktan geri çekti. Yaklaştı, ağız dolusu tükürdü adama. Tapındığın Kızıl Işık seni lanetlesin, dedi. Adam gerisin geri topallayarak kaçtı. Karısı kanayan bacağını görünce telaşlandı. Adam bir şey yok, diye savdı kadını başından. Kadın, gözlerini doldurdu. Gözleri israf üretti.

Kâhin, kalabalığın üstünde şüpheli bakışlarını gezdirirken suçluyu arıyordu. Her birisinin suratında korku birikmiş olduğundan en suçlularını bulamadı. Canı sıkıldı. Yeniden gürledi: Bugün benim bilmediğim bir fenalık mı oldu burada? Ulu Kızıl Işık hepimizi yutmadan söyleyin!

Kalabalık daha da sakinleşti. Kızıl suratlı genç adam, sağ elinin tırnaklarını sol elinin içine geçirmiş korkulu gözlerle kâhine bakıyordu. Dünü hatırladı. Yaşlı komşularının evine onlar yokken girdiğini. Çocuklarının onun için ülkenin güneyinden getirdikleri erzak çuvalını sırtlanıp çıktığını. Evlerine gelince annesinin bunu nereden aldın, diye sorduğunu. Komşu yaylada düzenlenen güreşte kazandım dediğini. Annesinin kuvvetli oğlum benim, diye sarıldığını, mutlu olduğunu. Düşündükçe kızıl kafası daha da kızarıyordu. Kızıl suratı suya batmış gibi duruyordu. Sesini çıkarmadı. Sesini çıkarmayınca günahlar kâhinlerce bilinmeyebilirdi.

Kâhin, sırtına geçirdiği pelerini sıyırdı attı. Ayağa fırladı. Ellerini iki yana açtı ve gürledi: Demeyin bakalım. Anlatmayın. İçinizde tutun ve günahlarınızı kabullenin. Aşın tüm eşikleri! Sanıyorsunuz ki bana anlatmayınca Tanrı bilmiyor. Tanrı yaratığı bu Ulu Kızıl Işık niye kızarıp duruyor? Eşikten öte geçtiniz öte! Kutsal eşiği çiğnediniz! Günahkârlar!

Ürperiyorlardı. Titriyorlardı. İşledikleri günahlardan ve akıllarından geçirdikleri fenalıklardan pişmanlardı. Ama buradan ayrılır ayrılmaz pişmanlıkları geçecek, neyi doğru biliyorlarsa onu okumaya devam edeceklerdi. Çünkü insan, ne demektir insan? Burnunun dikine giden, gittiği yerde burnunu kıran. El yordamıyla burnunu düzelten ve yine burnunun dikine giden.

Korkuyorlardı. Keşke çalmasalardı. Keşke o kör olası gözleri onlara ait olmayana bakmasaydı. Dilleri yalana bulaşmasaydı. Akılları ne Tanrı’yı ne Ulu Kızıl Işık’ı unutmasaydı. Korkuya rağmen unutmak. Buna bir tutam kan, hüzünlenince akacak tuzlu su kat. Oldu sana insan.

Topluluktan cılız bir çocuk sesi yükseldi: Eşik neresi ki aşmayalım? Bilmiyorum ki ben. Bilmeyince aşarım tabii. Değil mi baba? Eşik neresi ki?

Babası oğlunu şöyle bir dürttü ve susturdu. Kâhin çocuğu duymuştu. El etti buraya gel, diye. Çocuk ürkek adımlarla kâhinin yanına gitti. Şimdi yeniden ve yüksek sesle sor sorunu, dedi kâhin. Çocuk topluluğa döndü, boğazını temizledi ve bağıra bağıra sordu: EŞİK NERESİ Kİ AŞMAYALIM! BİLMİYORUM BEN. NERESİ EŞİK?

Normalde görseler pul kadar ehemmiyet vermeyecekleri çocuğun sesiyle uğultusunu kesmişti kalabalık. Bir süre sonra fısıldayarak birbirlerine soruyorlardı, eşik neresi ki? Fısıltı uğultuya dönüştü. Eşik neresi eşik neresi oluyor bilmiyorum ki kâhine soralım en iyi o bilir annem ölmeden bir şeyler anlatmıştı ama unuttum sen biliyor musun bilmiyorum lazım değil bilmiyorum.

Kâhin, geç yerine sen çocuğum, dedi. Çocuk babasının yanına döndü. Utanç duyuyordu kâhin. Bu sürü, bu koca adamlar sürüsü bunca yıllarını tüketsinler de bilemesinler eşik ne.

Utanıyorum sizden, dedi. Şu cesetlerinizi sürükleyip durdunuz da demek öğrenemediniz? Ondan kızarıp duruyor demek. Eşik odur, dedi parmağıyla göğü işaret ederek. Eşik onu bu hâle sokmadığınız işlerinizdir. Atalarımızın yuvasıdır bizim eşiğimiz, diye haykırdı. Korkak kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Korkakların sürü olduğu yer, ne leş bir yerdi. İşte bir sürü, önlerinde yaşlı bir kâhin. Ortamın nasıl koktuğunu duyabilir insan. Sıcaklığını hissedebilir. Korkak bir topluluğun arasına karışıp kokusunu da sıcaklığını da keşfetmek gerek, benzememek için.

Atalarımız orada, Ulu Kızıl Işık’ta yaşarlardı. Şerefli bir hayat sürdüler buradan çok uzaklarda. Aradan geçen asırlara rağmen, onların şerefinin gölgesi sayesinde hayatlarımızı sürdürebiliyoruz. Topraklarımız hâlâ bize ürün veriyor. Koyunlarımız, ineklerimiz sütlerini ve etlerini esirgemiyor. İyi bakın, bizim eşiğimiz orasıdır. Kendinizi oraya bakarak tartacaksınız. Eğer onun kızıllığı daha da artarsa korkun o zaman. Tanrı’nın hışmı yakın demektir.

Aynı çocuk, kalabalığın içinden ayağa fırladı ve ünledi: Ey ulu kâhin, dedi. Ulu Kızıl Işık demek çok uzun sürüyor. Mesela benim suratım çilli. Saçlarım da beyaza yakın sarı. Gözlerim gök kadar mavi. Bana Mançu diye seslenmek yerine Gök Gözlü Ak Kafalı Çilli Oğlan deselerdi ne kadar zahmet çekerlerdi. Yazık olurdu herkese. Ona da bir ad koysan. Ulu Kızıl Işık deyince kulağa hafif geliyor. Belki de bu uyuşuk adamlar, durmaları gereken yeri bu yüzden hafife alıyorlar. Tasvirler gün kadar açık olunca insanın düşünmek gibi derdi olmuyor, değil mi baba?

Babası oğlunun bu ekemiş sözleri karşısında afalladı. Ne yapacağını bilemedi. Sonra kalabalık homurdanmaya başlayınca çocuğu çekti, geri oturttu. Kâhinin yüzü toplantı başından beri ilk kez aydı. Çocuğa gülümseyerek baktı ve: Zaten, dedi. Ona atalarımızın verdiği bir isim vardı küçücüğüm. Eskiden inandıkları bir Tanrı’nın adını vermişler ona: Mars. Kılıçların ucundan damlayan kan kadar kızıl olduğundan. Ne dersiniz, Mars diye seslensek ona. Yola gelecek misiniz? Sinirlendirmeyecek misiniz artık ata toprağını?

Herkes içini yokladı. Cevapları belliydi aslında ama dillerinden başka döküldü: Mars çok kudretli. Onu derken bile yüreğimiz ürperiyor. Hem çocuk haklı, uzun uzun tasvir edince önemi azalıyor. Mars diyelim tıpkı atalarımız gibi. Belki yeniden onlara benzeriz, dedi içlerinden biri. Hepsi bir ağızdan onayladılar. Anlamını durup düşünecekleri bu adı benimsediler. Ataları gibi. Kâhin şüpheli gözlerle süzdü topluluğu. Yeni yetme zamanlara erseydi, sizden bir cacık olmaz ama neyse, derdi. Ermediğinden Tanrı ve atalarımızın ulu ruhları bana yardım etsin de size inanayım, dedi. dağıldılar. Düşlerinde günahlarının ucundan tutup gezindiler.

Geçen günlerde beldede herhangi bir değişiklik olmadı. Bacağına demir yiyen adam, uzaktan yine o sırma saçlı kızı gözetledi. Genç adam, yaşlı komşularının erzağını yine aşırdı. Bir başkası, kendi zayıf koyununu başkasının besili koyunuyla değiştirdi sahibi görmeden. Kadının teki, kıskandığı kadına iftira etmekten çekinmedi. Zavallı kadın, çeşmede diğer kadınlarca yuhalanınca kıs kıs güldü köşesinden.

Arada akıllarına Mars’ı getirdiler. Aşmamaları gereken eşiği yani. Baktılar ki hayatlarıyla uyumlu değil bu eşik. Baktılar ki ismi ne olursa olsun kutsalları onların isteklerinden daha önemsiz. Onu aşmaktan geri durmadılar. İnsanoğlu, peşin cezayı da peşin hediyeyi de pek severdi. Bu yüzden onların iradelerini ölçmek pek kolaydı. Ahlaklarını iradeleri perçinlerdi. Kâhinin bu ahmak topluluğu, peşini severdi cinsleri gibi.

Ulu Kızıl Işık, yani Mars, gökte geceleri daha da kızıllık saçtı. Ona bakanlar, kafalarına kan damlayacak gibi hissedip ürktüler. Korkmamak için göğe bakmadılar. Ama kâhin içten içe korkuyor, dualar sıralıyordu Mars’ı sakinleştirmek için. Bir gece yine topladı ahaliyi. Tepelerinde yanıp duran kızıllığı işmar etti: Hiç korkmuyorsunuz değil mi? Hiç. Son yakın. Ata yurdu tepenize geçecek, siz hiç korkmuyorsunuz öyle mi? Bu size son ihtarım. Bir şeyi çok dillendirince kıymeti hiç oluyor. Hey benim akılsız topluluğum, önünüzde dört mevsim var en fazla. Sonra siz de yoksunuz, topraklarınız da yok. Bugünden sonra dört mevsim geçirin. Bakın neler geliyor başınıza.

Topluluk siz yoksunuz sözüyle ürkmüştü. Akılları biraz başlarına gelir gibi oldu. İçlerinden biri, her zaman toplu konuşmalarda ayağa fırlayan sabit biri olurdu, ey ulu kâhin, dedi bin endişeyle, Mars’ı ne yapalım da sakinleştirelim? Bunca insana yazık değil mi? Bunca çocuğa. Çayırlığımıza, koyunlarımıza. Kadınlarımıza.

Topluluk homurdanarak adama hak verdiler, doğru dediler yazık değil mi? Kâhin düşünceli düşünceli sakalını kaşıdıktan sonra konuşmaya başladı: Şu dediğimi yaparsanız kurtulursunuz. Oraya, ataların yurduna ulaşmaya çalışın. İçinizden en günahsızlarınızı toplayın. Yanınıza hediyeler alın. Dilinize tatlı sözler yerleştirin. Ve oraya gidin. Oraya. Koyunların yünlerinden ayrıldığı mevsimde gidin. En uygunu odur. Elinizi çabuk tutun. Eğer ki günahkârlarınız gidecek olursa, vay hâlimize. Başınızın üstünde ne çatı kalır. Ne de ayağınızın altında toprak. Vay hâlinize! Geçenki toplantıdaki çocuk, yine ayağa fırladı. Babası engel olmak istediyse de başaramadı: Ey yüce kâhin, dedi. Gidenlerden biri de siz olsanız ya. Gidip bizi kurtarsanız ya. Kalabalık hak verdi çocuğa. Doğru, dediler. Kâhin, ne diyeceğini bilemedi. Yutkundu. Etrafına bakındı. Olmaz, dedi en son. Olmaz, bizi kurtaracak olanlar, damarlarında taze kan akanlardır. Çocuğu oturttu yerine babası. Topluluk ikna oldu. Kâhin rahatladı.

Nasıl gideceğiz? dedi biri. Orası gökte. Nasıl ulaşacağız oraya? Atalarımız nasıl buraya geldilerse öyle, dedi kâhin. Araştırın.

Topluluk sessizce dağıldı. Yün kırkma mevsimine değin mühlet vermişti kâhin. Elbet çare bulan olurdu. Topluluk kuralı 1:Biri elbet bu işi halleder. O güne değin bekle.

Yün kırkma mevsimi geldi. Ama ortada çare yoktu. İlk kurala herkes uymuş olmalıydı.

Kâhin baktı olacak gibi değil, terk etti bir gün beldeyi. Herkes uykunun en koyu yerindeyken hem de. Gittiğini üç gün fark etmediler. Korkuyorlardı onun imalı sorularından. Üç günün sonunda evinde olmadığını anlayınca önce telaşlandılar. Sonra sorgusuz hayatın başlangıcı olduğunu anlayıp mutlu oldular.

Tam dört mevsim devirdiler beldede. Ulu Kızıl Işık, giderek normale döndü. Mars demeyi de bıraktılar. Atalarına benzemek zorunda değillerdi. Yine de bir tedirginlik yakalarını hiç bırakmadı. Kâhinin o sözü hiç eksilmedi kulaklarından: İçinizden en masumlarınız oraya giderse, kurtulursunuz. Günahkârları yollarsanız vay hâlinize.

Onların hayatı kimilerinin dilinde mite dönünce.

Zaman zamanı kovalayıp önceki zamanları yalanlayınca yani.

Ulu Kızıl Işık lafı unutulunca.

O çok soru soran çocuk, çocukken ölmesine rağmen yeni yetme zamanlara erildiğinde ata namını alınca.

Mars’ın bir eşikten öte kendi hâlinde zavallı bir gezegencik olduğu ortaya çıkınca.

Dünya bir bulamaç hâlinde, kendini yaşlı bir gezegen olarak sürüklediği zamanlarda yani.

Mars’a bir grup insan gidiverdi. Kâhin olsaydı, şartları sağlıyorlar mıydı gidenler, ona bakardı.

Kâhin yoktu ama. Şartlar da kimin umurundaydı?

Zaten her şeyi sorgulayıp duran çocuk da çocuk yaşta ölmüştü.