Çalan alarmı zar zor kapatarak doğruldum. Bir aydır olduğu gibi uykumu yine alamamıştım fakat erken kalkmak ve çalışmak zorundaydım. Günde dört beş saat uyuyordum. Eğer o çok ünlü restoranda aşçı olmak istiyorsam aşçı seçmeleri için lezzetli yemekler ve göze hitap eden sunumlar yapmak zorundaydım. O yüzden her gün erken kalkıp bir sürü yemekler yapıp hazırlanıyordum. Seçmeler dört etaptan oluşuyordu ve ben üç etabı da başarılı bir şekilde geçmiştim. Yarın ise büyük final etabı vardı. Biraz heyecanlıydım. Diğer etaplarda kalabalık olduğumuz için juriler -restoranın şefleri- özel olarak bizimle konuşmuyordu fakat final etabına yükselenler sadece altı kişi olduğu için kişileri yakından takip edebilecek ve onlarla konuşabilecekti. Bu beni yarışmadan daha çok geriyordu. Ellerimin zangır zangır titremesine, yanaklarımın alev almasına ve yanaklarımın aksine ayak uçlarımınsa donmasına sebep oluyordu. Yarını unutup gerginliğimi üzerimden atmam gerekiyordu.
Ayılmak için yüzümü soğuk suyla bir güzel yıkadım. Banyo dolabının köşesinde duran havluyu alıp yüzümü kurulayıp yerine koydum. Aynadaki yansımamda gözümün altındaki morlukların arttığını gördüm. İş için harcadığım emeklere ve kendimden ödün verdiğim her şey için değmesini temenni ettim.
Mutfağa doğru adımlarken ne yemeği yapacağımı düşündüm. Sabah olmasına rağmen kahvaltı ile değil ana yemekler ile güne başlıyordum çünkü yarışmada üç etapta da bizden soslu tavuklar, kebaplar, güveçler, İtalyan usulü makarnalar ve daha birçok farklı kültürlere ait yemek çeşitlerinin yapılması istendi. Ama geleneksel yemeklere daha çok önem verdiklerini düşünüyordum çünkü o tarzda yemekler daha çok istenmişti. Bu yüzden musakka ya da kuru fasulye yapmak arasında kaldım. Tercihimi çok sevdiğim musakkadan yana kullandım ve hemen hazırlıklara koyuldum.
Mutfak tezgahının sağ köşesinde -ya da hayır sol köşesinde- duran soğanlıktan bir adet orta boy soğan aldım. Buzdolabından da patlıcanları çıkardım. Ve ilk önce onları doğrayıp tuzlu suyun içine koydum. Sıra soğanları doğramaya gelince derin bir nefes alıp verdim. Ben hayatta tek bir zamanda ağlardım; soğan doğradığım zamanlarda.. Ne mutlu bir anımda ne de hüzünlü bir anımda hiç ağlamadım. Daha doğrusu ağlayamadım. Gözlerimin dolduğu zamanlar oldu ama göz pınarlarımdan yaş akmadı. Ama sıra soğan doğramaya gelince akacak yaş göz pınarlarımda kalmaz sel misali akardı. Garip ama öyle.
Kendime süre belirler ve o süre dolmadan yemeği yapmaya çalışırdım. Bu yüzden zaman konusunda yarışmada hiç sıkıntı çekmedim. Hızlıca musakkayı yapıp fırına verdim. Pişmesini beklerken farklı kültürlere ait yemeklerin tariflerine baktım. Ben tariflere bakarken musakka da pişmişti. Hemen alıp kendim için servis yaptım. Kendime methiyeler dizdikten sonra mutfağı temizleyip tekrardan yeni tarifler bakmak için tarif kitabımı elime aldım. Geri kalan günü yeni tarifler öğrenerek ve deneyerek bitirdim. Gün içinde etkisini göstermeyen heyecan, yatağa uzandığım an tüm vücuduma pompalanmaya başlamıştı. Bir sağa bir sola dönerek uykuya teslim oldum.
Alarmın o müthiş rahatsız edici sesiyle tekrar dünyaya gözlerimi açtım. Karnımdaki kelebekler sanki birbirleriyle yakalamaca oynuyorlar ve olabildiğince hızlı koşuyorlardı. Hepsi birer Usain Bolt. Midemin bulanmasına sebebiyet veriyorlardı. Heyecan, stres ve kaygı içinde hazırlandım ve evden çıktım.
Finalin yapılacağı mekan daha büyük bir yerdi. Seyirci de olacaktı çünkü. Taksiye binip verilen konuma ulaştım. Bayağı büyük ve gösterişli bir mekandı finalin yapılacağı yer. İçeride salonu bulabilmek için de bir navigasyona ihtiyaç vardı. İçerideki görevli arkadaşlardan birine sordum. Finalin yapılacağı salonun yerini bana; iki kat merdiven çıkıp dümdüz ilerleyip ilk sağdan dönmem ve üzerinde “3” yazan salona girmem gerektiği şeklinde tarif etti. Dediklerini birebir yaptım. Önce iki kat merdiven çıktım sonra dümdüz ilerledim ve karşıma iki farklı yol ayrımı çıktı. Sonra sağa döndüm. Hayır dönemedim. Sağa döndüğümü zannederken sola döndüm. Sola döndüğümü fark etmemi sağlayan şey ise “3” numaralı salonun orda olmadığını görmüş olmamdı. Evet ben sağımı ve solumu bilmiyorum. Her gittiğim yerde sağ elimde sarımsak sol elimde soğan diyerek yönümü belirliyorum. Bugün sanrım onu da karıştırdım ve sağ elime soğanı aldım. Bu sefer adımlarımı doğru yöne çevirip salonu buldum. İçeri girdim.
Salonun atmosferi bambaşkaydı. Öyle bir ortama sahipti ki ben dahil bütün yarışmacılar heyecanlı, eli ayağı titriyor; seyirciler salonu hınca hınç doldurmaya devam ediyor, jüri olan şefler ise birbirlerine nasıl değerlendirmede bulunmaları gerektikleri hakkında fikir alışverişinde bulunuyordu. Bizi tezgahların arkasına alıp malzemelerimizi kapaklı tabaklarla önümüze koydular. Beş dakika sonra süremiz başlayacaktı. Kapakları kaldırdığımızda jüriler bize hangi yemeği yapmamızı gerektiğini söyleyecekti. Saniyeleri saymaya başlamıştık. Derken beş dakika da doldu ve kapakları hemen kaldırdık. Az malzeme vardı. Jürilerden uzun boylu göbekli olanı biz kapakları kaldırır kaldırmaz anlatmaya başladı. “ Önünüzde bulunan tabakalardaki malzemeler ile bizlere kahvaltıların vazgeçilmezi olan menemeni yapacaksınız. Basit ama bir o kadar da zor olan yöresel bir yemek. Kıvamı tutturmak çok önemli. Soğanlı ya da soğansız olması size kalmış ama biz yediğimizde menemenin lezzetini sonuna kadar hissetmeliyiz. Biz arada sizinle konuşacağız. Yarım saatiniz başlamıştır hepinize kolay gelsin.”
Menemen yapacaktık. Açıkçası bu kadar kolay bir yemek beklemiyordum. Dünya mutfakları üzerinde çalıştıktan sonra menemen gelmesi beni mutlu etmişti. Jüri sözlerini bitirir bitirmez önce domatesleri doğradım ve bir kenara koydum. Soğanlı veya soğansız yapmak arasında kaldım. Ve gereksiz bir şekilde elim ayağıma dolaştı, yanaklarım kızarmaya başladı, nefes alışverişim düzensizleşti. Bu kadar küçük bir şey için final etabını panikleyerek yakamazdım. Kendimi toparlamaya çalışırken göbekli jüri benimle konuşmaya başladı. “ Çok ağlar mısın?” “Hayır efendim, sadece soğan doğrarken hüngür hüngür ağlarım.” dedim. Konuşurken kekelemiştim. Jüri biraz bekleyip “Ben de çok ağlarım. Hadi şimdi devam et.” dedi. Yüzüne baktım. Göz kırptı. Bana ne yapmam gerektiği hakkında yol mu göstermişti? Kendimden emin bir şekilde menemeni soğanlı yapmaya karar verdim ve o dakikadan itibaren soğukkanlılığımı koruyarak menemeni pişirdim. Sunum tabağına alıp jürilere servis ettim. Menemeni yerken yüzlerinde hiçbir ifade yoktu. Diğerlerinin menemenini yerken de yoktu.
Jüriler kazanan kişiyi yarım saat sonra açıklayacaktı. Biz de o sırada birbirimizin menemenini tatmıştık. Herkesin menemeni çok lezzetiydi. Benimkinin onlarınkinin yanında pek lezzetli olmadığını düşündüm ama ümidimi kesmedim. Nihayet yarım saat geçti ve kazananı açıklama zamanı geldii. Hepimiz bir sıra jürilerin karşısına dizildik ve beklemeye başladık. Uzun boylu ve kıvırcık saçlı olan jüri konuşmaya başladı. “Öncelikle ellerinize sağlık. Hepinizinki ayrı ayrı lezzetliydi. Fakat kıvam ve lezzet olarak bizim kriterlerimize uyan en yakın tabak kendisini bariz bir şekilde gösterdi birazdan onu arkadaşlarımla bir ağızdan açıklayacağız.” Heyecanın hakim olduğu bir atmosfer yaratıyorlardı. Kalp atışlarımız salonun tüm sessizliğini dolduruyordu. Gözlerimi kapattım. İçimden dualar mırıldandığım anda adımı duydum. Adımı ve alkış seslerini.
Gözlerim kocaman açıldı. Heyecan vücudumu terk etmedi. Ağlıyordum. Eğer gözden birkaç damla yaş düşmesi de ağlamak sayılıyorsa ben ağlıyordum. Ben ilk defa mutluluktan ağlıyordum. Emeklerimin karşılığını aldığım ve restorana aşçı olarak kabul edildiğim için ağlıyordum.