Ebu Deva’nın Soğan Gazı

Emine Ecran Şenel

Doğu Berlin’in bir köşesini kendisine ayıran Yozgat’lı Osman Kalın’a rahmetle.

https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44695332.amp

Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. (Şuara sr. 80)

Annesi ona hamileyken çok hastalanmış, yataklara düşmüştü. Babası da eşinin iyileşmesi durumunda doğacak evladını Allah’a adayacağına söz vermişti. Adağını yaptığı gecenin sabahı annesi, doğduğu gün gibi sapasağlam olmuş hatta on yaş da gençleşmişti. Babası adağını yerine getirmek için oğlu doğunca onu kundaklar içinde bir adaya götürmüş, orada gördüğü güzel gözlü bir ahuya emanet etmişti. Ellerini açıp “Ben onu sana adıyorum ey Rabb’im. Onu insanlığa hizmette kullan,” diye dua ederek bırakıp gitmişti oğlunu. Emaneti alan ahu, çocuğa gözü gibi bakmış, besleyip büyütmüştü.

Çocuk, on sekiz yaşına geldiğinde ahu annesi hastalanıp öldü. Annesinin cesedi başında çaresizce ağlarken cesedin içinden bir kadın çıktı. Çocuğu öptü, kokladı. Bağrına bastı. “Yavrum,” dedi. “Yavrummm,” dedi. Yüreğinden, ta içinden. “Sen Ebu Deva’sın. Bütün dertlerin devası, hastalıkların şifası sendedir.” Ebu Deva ömründe ilk kez bir insan görmesine rağmen onun söylediklerini anlıyordu. Kadın sözlerinin hitamında Ebu Deva’nın elinden tuttu. Bir ağacın yanına götürdü. Ağacın kovuğuna elini daldırıp koca bir petek bal çıkardı. Bütün balı Ebu Deva’nın vücuduna sürdü. Sonra yerden topladığı bir takım otları da üzerine yapıştırdı. Ebu Deva daha annesinin ölümünün şokunu atlatamadan karşısına çıkan bu kadının yaptıklarını anlamıyordu ama şaşkınlıktan herhangi bir tepki de veremiyordu. Sadece kadına itaat ediyordu. Kadın, otlar ve ballar içerisindeki Ebu Deva’yı bir kaç saat güneşin altında beklettikten sonra ağaçların altında akan nehre götürdü. Nehirde bir güzel yıkadı. “Baban seni Allah’a adadı. Allah seni insanlığa hizmet için yarattı.” dedi. Elini Ebu Deva’nın kalbine koydu “Deva da şifa da senin içindedir. İçini dinle,” dedi ve bir anda ortadan kayboldu.

Ebu Deva içini dinlediğinde dertleri, kederleri, marazları, yaraları haykırdığını duydu. İçinin haykırdıklarından birini seçti. Dert seçince birden o derdin devasını bulmak için yanıp tutuşmaya başladı. Yine içini dinledi. İçine ilham olanlar sayesinde adanın bir köşesinde bir laboratuvar kurdu. Om günden sonra dertlerin devasını, hastalıkların şifasını o köşede bulur oldu. Her senenin başında kendisine bir dert ya da hastalık beğenir sonra geçer laboratuvar köşesine derman arar, şifa arardı. Arar ve bulur. Bulunca başka arayanların kulağına fısıldar ve kaçardı. Edward Jenner’dan önce çiçek aşısını, Özlem Türeci ve Uğur Şahin’den önce korona aşısını, müziğin ruha gıda olduğunu ilk bulan; bulaşık makinesini, bilgisayarı, telefonu, tekerleği ilk icad eden oydu. Seçtiği dert, kıtlıksa bulutlarla konuşur, onları ağlamaya ikna ederdi. Kavuşamayan aşıkların derdini seçerse aşıkların ellerinden tutar, yıldızlarda buluştururdu onları. Seçtiği bir hastalıksa eğer, laboratuvarında ürettiği ilaçları gerekli yerlere iletirdi.

O sene derman olacağı derdi ararken dünyanın her yerini hastalıkların sardığını, hasta olmayan tek bir insan bile kalmadığını gördü. Tüm hastalıklara şifa tek bir ilaç bulmaya karar verdi. Labaratuvar köşesine geçti. Kesti, biçti, yazdı, çizdi, sildi, doğradı, dövdü, karıştırdı, kaynattı, soğuttu, dondurdu… Bulamadı. Bir ay geçti, üç ay geçti, altı ay geçti… Bulamadı. Yedi kat göklerin üstüne çıktı, yedi kat yerin dibine indi, denizlerde yüzdü, dağlara tırmandı… Bulamadı. Aradı, taradı, okudu, üfledi, ağladı, güldü, uçtu, kaçtı… Bulamadı.

Yüzyıllardır onu ayakta tutan şey dertlere deva, hastalıklara şifa bulmasıydı. Bulamazsa ölürdü. On ay geçti, bulamadı. On ayın sonunda, deva aramak için diyar diyar gezdiği sırada; Berlin duvarının bir köşesinde, bir ağaç ev, evin bir tarafında çitlerle çevrili bir bahçe ve bahçede bir adam gördü. Adamın yanına gitti. Bahçenin bir köşesinde serili kuru soğan, bir köşesinde topraktan fışkırmış yemyeşil taze soğanlar vardı. Selam verdi. Adam selamı aldı. “Hoş geldin,” dedi. Tokalaştı, sarıldı. Tanıştılar. “Ben Yozgatlı Osman. Sen de Türk’e benziyorsun kimlerdensin?” dedi adam. Ebu Deva gençken karşısına çıkan kadından sonra istediği her yere ışık hızıyla gider, nereye gitse oralı olur, kimin yanına gitse onun dilini anlar ve konuşurdu. “Ben Ebu Deva. Tanımazsın sen beni. Deva oğlu Deva, Deva babası Deva’yım ben.” dedi. Osman, tuhaf bulduğu bu adama elindeki sepetten iki adet soğan verdi “Ben komşulara soğan dağıtacağım. Sen biraz eylen. Gelince çay içeriz birlikte ey Tanrı misafiri Ebu Deva,” dedi ve sepetindeki soğanları Alman komşularına ikram etmek için bahçeden çıktı.

Ebu Deva eline aldığı soğanlara bakarken başının üstünde yanan ampül, her derde deva olacak o ilacı buluduğuna işaret ediyordu. Osman’ın dönüşünü beklemeden ışık hızıyla laboratuvar köşesine gitti. Giderken yeryüzünden tonlarca soğan topladı. Soğan toplamak için soğanlara eliyle “Gel” işareti yapması yetiyordu. Soğanlar onun peşinden geliyordu zaten. Hızla laboratuvar köşesine geçti. Soğanları doğradı, havanda dövdü, suyunu süzdü, kaynattı. Çalışması sonucu elde ettiği soğan gazını şişelere doldurdu. Şişeleri önlüğün cebine koyup dünya atmosferine kadar çıktı. Bir bir şişelerin ağzını açarak soğan gazını atmosfere saçtı. Atmosfere yayılan soğan gazı insanların ağızlarından, burunlarından gözlerinden içlerine girdi. Hücreleri kuvvetlendirdi. Vitaminleri destekledi. Hastalıklara karşı büyük savaşı başlattı. Ebu Deva atmosfere soğan gazı saçma olayını tam beş hafta tekrarladı. Senenin bitmesine yakın dünyada hasta ve hastalık kalmadı.

Ebu Deva, aynı dertle dertlenip araştırmalar yapan Türk bilim kadını Şifa Hatun Aktaroğlu’nun yanı geldi. Bulduğu çâreyi onun kulağına fısıldadı ve gitti. Şifa Hatun Aktaroğlu, Ebu Deva’nın anlattığı şekilde soğan gazını oluşturdu. Gazı atmosfere saçmak için yurt dışındaki bilim merkezleriyle görüşmeler yaptı. Hiçbir bilim merkezi Şifa Hatun’un sunduğu projeyi kabul etmedi. Mantıklı bulmadıklarını söylediler. Yalnızca İspanya’da yeni kurulmuş olan Endülüs İslamî Bilim Merkezi, projeyi hayata geçirmek için ne gerekiyorsa yapmayı kabul etti. Gerekli imzalar atılıp, malzemeler tedarik edildikten sonra soğan sevmeyen insanlar, her yerin soğan koktuğundan şikâyet etseler de her senenin belli bir ayında haftada bir olmak üzere beş hafta üst üste atmosfere soğan gazı saçıldı. Bu sayede artık kimse hastalanmıyor. Üstelik soğan gazı insanların zihinlerinde de dinginlik oluşturdu. İnsanların ufukları genişledi. Gaz saçıldığında gözleri yaşardığından gönülleri de yumuşadı. Soğan gazı beklendiğinden daha büyük faydalar sağlayarak insanları, dolayısıyla dünyayı güzelleştirdi. Şifa Hatun insanlığı hastalıklardan kurtardığı için Dünya Sağlık Örgütü tarafından ödüllendirildi.