“Seni hiç unutmayacağım, çünkü sen benim son çocuğumsun.” dedi babam, ağır ağır yürürken. Yolumuz çok uzundu ve biz ne zamandır yürüyorduk, ne kadar daha yürüyecektik bilmiyordum. Ayaklarımın altı nasır tutalı iki ay oluyordu. Atmosferdeki zehri filtrelendirilmeden soluduğumuz için hafiften hastalanmaya başlamıştık, kesik kesik öksürüyorduk. Binde altı oranında bir sülfür ne zaman sonra astıma dönüşür, işte ne kadar zamandır yolda olduğumuzu siz buradan hesaplayabilirsiniz.
Gezegenin en ücra köşelerinin birinden, en büyük şehrine gidiyorduk. Bu gezegendeki medeniyetin altın çağlarında insanlar elbette böyle uzak mesafeleri taşıtlarla alırlardı. Ancak son elli senedir atmosferi arıtmaya güç yetiremediğimizden, taşıt kullanımı sadece en zenginlerin yapabileceği bir lükstü artık. O zenginlerin de pek çoğu, bu gezegenin yerlisi değildi, kimbilir hangi kolonilerden, hangi parlak medeniyetlerden, hangi şirketlerin karargâhlarından gelmişlerdi. Onlara göre başkent Basa’dan başka ziyaret etmeye değer pek de bir yer olmadığı için, bizim gibi nahiyelerde yaşayan insanlar genelde pek taşıt görmezlerdi.
En son gördüğüm uçağı hatırlıyorum. On sene önce. Yedi yaşındaydım. Alçak uçan bir uçak tepemizde belirmiş, filmlerden gördüğüm kadarıyla bunun bir uçak olduğunu anlamış ve bize saldıracak sanıp ağlamaya başlamıştım. Babam benim onlarla gidemediğim için ağladığımı sanmıştı ve omzuma dokunmuştu. “Bir gün sen de buradan gidebileceksin.” demişti. “Başka bir dünyaya. Ağlamana gerek var mı?”
Neye gerek olup neye gerek olmadığı, her an gündemimizdeydi. Aslında bu kadar nüfusu, bu kadar binayı, bu kadar curcunayı hiç hak etmemiş, kendi hâlinde bir gezegendi dünyamız. Ama İTK, yani İntergalaktik Tarım Kooperatifi, zamanın birinde atmosfer basıncı, rüzgârların şablonları ve topraktaki bazı minerallerin her nasılsa bu gezegende yetiştirilen soğanların normal soğan şeklinde değil de, böyle küp küp, köşeli köşeli yetişmesine sebep olduğunu fark etmişti. “Bunda ne var” diyeceksiniz. Onlar böyle düşünmediler. Sekiz köşeli soğanları taşımak, bildiğimiz soğanları taşımaya nazaran çok daha az nakliye hacmi gerektiriyor, konteyner verimliliklerinde yüzde 48’e varan artış sağlıyordu.[1] Elbette bu taşı sıkıp suyunu çıkaran federasyon kültüründe çok önemli bir detaydı.
Evrenin kuş uçmaz kervan geçmez bir köşesinde, kimsenin daha önce gitmeyi düşünmek bir yana, gözünün ucuyla bile şöyle bir bakmadığı bir güneş sisteminde birden doğan bir kâr fırsatı, bir sürü finansal analistin iştahını kabartmıştı. Varılan sonuç, bu kadar uzak bir yerde soğan üretimi yapmanın, ancak çok büyük ölçeklerde olursa kâr getirebileceği, aksi takdirde yakıt masraflarının konteyner verimliliğinden ötürü gerçekleşen maliyet azalmasını geçeceği idi.
Böyle olunca da çok büyük maaşlar ve evrenin el değmemiş bir yöresini fethetmeye dair bir reklam kampanyasıyla yüz binlerce insan bu gezegene sevk edilmiş, bir süre -yüzlerce yıl bir süre- de gayet refah içerisinde yaşamıştı. Tabii, finansal analistlerin hesaplamalarında ekolojik dengeler, sürdürülebilir besin zincirlerinin oluşturulması, en yakın insan yerleşimine üç ışık yılı uzak olmanın getireceği izolasyon hissinin yer bulması mümkün değildi. Onlar bir sonraki finansal çeyrek raporunda, üç beş yatırımcıyı daha hisselerine çekebilmek için yapabilecekleri kısa vadeli manevralarla ilgiliydiler.
Zamanla Basa gezegeni ehlileşebileceği ölçüde ehlileşmiş, tarıma daha da elverişli hale getirmiş ve kâr marjlarını daha da yukarı çekmişti. Ancak, yine aslında bu kadar büyük bir nüfusu kaldırmaya uygun olmayan atmosferi bu hesaplamalara dahil edilmiyor, hesaplara sadece artan akciğer kanseri vakalarının artırdığı sigorta primleri şeklinde dahil olabiliyordu. Gezegen, hem faunası, hem habitatı, hem de kendi güneşine göre yaptığı periyodik hareketler düşünüldüğünde, açıkça bu kadar fazla insanı taşımaya elverişli değildi. Burada yapılan trilyonlarca ton soğan üretiminin sürdürülebilir olmadığı âşikârdı. Ancak bu, 2756 yılının Junta ayında, bilmem hangi gezegendeki bir gökdelenin en üst katında kahvesini yudumlayan bir finansal analistin düşüneceği bir şey değildi. Zira o, sadece günü kurtarmaya çalışıyordu.
Her şeyin kötüye gidişi eğer çok yavaş gerçekleşiyorsa, insanlar genellikle bu gidişi bir kader sanarlar. Dünden eser miktarda daha berbat olan bir dünya, hafızamız çok uzun ölçekli olmadığından, olsa olsa iki gün öncesiyle karşılaştırılır. O zaman da tehlike çanları bir türlü çalamaz. Ancak böyle çöküş hikâyelerinden bir trajedi de çıkmaz, azalarak kaybolan mutluluklar gözlerimizi yaşartmayacağı gibi, hafifçe yükselen cinnet de bir tabiat kanunu gibi görülür.
Basa gezegenindeki halk da yavaşça kaybolmakta olan konforunu çok dert etmedi. Hayat standartları, durmadan başka gezegenlerden ithal edilmek zorunda kalınan oksijen sebebiyle gittikçe düşüyordu, ama bir salyangoz hızıylaydı bu düşüş. Bu gezegende her zaman insanların yaşayacağına bir şekilde emin olmuşlardı ve tırnaklarıyla tutunuyorlardı, tırnakla tutunmanın hayatın kendisi olduğunu düşünmeye geçişleri öyle aşamalı gerçekleşmişti ki, şikâyet edecek halleri de yoktu.
Ama hikâye burada bitmiyor. Biz babamla hâlâ yürüyoruz, az yürüyoruz, uz yürüyoruz, dere tepe düz yürüyoruz. Sallar, kayıklar, feribotlar, asma köprüler, basamaklar, tüneller, yürüyen merdivenler, kayalıklar, hayvan ile bitki arasında olduğu için adına bitvan denilen canlılarla dolu ormanlar, fırlatıcılar, kayaklar ve diğer şeyler. Astım, alerji, kan lekeleri, gözyaşları, kaşıntılar, döküntüler ve bolca ishal. Babam içten içe bu yolu tamamlamadan ölmek istiyor, çünkü o zaman hayatında bulamadığı bir anlamı ölümüne yükleyebilecek başkaları. Diyecekler ki, “Kızını başkente götürürken öldü, bizim çulsuz, bizim hımbıl, bizim asi.”
Babamı pek sevmezlerdi. Okumaktan kafayı yediğini söylerlerdi, oysa babam bence tanıdığım en realist insandı. “Gerçeği bilmek ve nereye gittiğini görmek kahramanlık değildir.” derdi. “Aklını kullanacak her insanın bu kadarcık bir cesaret, en asgari sorumluluğudur.” derdi. Ancak içinde bulunduğumuz sıkıntının derecesini isabetle kestirme konusundaki bu cesareti, aslında pek de sağlıklı değildi. Elinden bir şey gelmiyordu çünkü. Sadece üzülmek, kızmak ve insanların hepsinin makul düşünebildiği alternatif gerçeklikler hayal etmekle tüketiyordu ömrünü.
Gökyüzü soğan kokuyordu, kesif kesif. Gezegenin dönüştürülmüş toprağı ve iklimi pek başka bir şey yetiştirilmesine imkân tanımadığından her yemeğimiz öbek öbek soğandı. Gezegen pişmiş soğan, çiğ soğan, taze soğan ve çürümüş soğan kokuyordu. Zaten atmosferinde fazlaca bulunan kükürt sebebiyle etrafta hiç soğan olmasa da kokusu geçmiyordu. Öğürmemizi nasıl bastırabileceğimizi bir yerden sonra öğreniyorduk. Ancak durmadan celallenen, her rüzgârda dalgalanan, her köşeye bucağa böylesine ısrarla sinen bu kokuyla yaşamayı öğrenemiyorduk. Olsa olsa katlanabilirdik. Ama artık katlanamıyorduk da.
Öksürük nöbetlerinin birinin ardından, “Umutlu musun?” dedi babam bana. “Evet” dedim. “Yolumuz az kaldı.” “Onu demiyorum.” dedi babam bana. “Gideceğin gezegende, Basa’daki bu hale dair bir farkındalık uyandırabilecek misin sence?” Babama ne diyeceğimi bilemedim. Bu konuda umutlu değildim, umutsuz da değildim. Tanıdığım en bilge adam, hayatını insanları uyarmakla geçirmiş, bu yüzden de hep yalnız kalmış babamın başaramadığı bir şeydi kamuoyu oluşturabilmek. Bütün hayatını birilerini kurtarmaya adamıştı, ama bir köşede unutulmuş bir dipnot olmaktan öteye geçememişti.
Ben onun binde biri değildim, o yüzden de böyle bir görevim olduğunu düşünmüyordum. Bu konuda herhangi bir şey yapmayacaktım. Tek umudum, atmosferindeki oksijen konsantrasyonunun bol, sülfür oranının az olduğu bir gezegende, bir tepeye çıkıp deeriiiiiiiiin bir nefes almaktı. Bu konuda çok umutluydum. Ama hayır. Babamları kurtarmayacaktım. Kurtaramazdım. Uğraşmayacaktım da buna.
Basa insanlarının yavaş düşüşünü hızlandıran bir gelişme, genel resme bakıldığında aslında insanlık için oldukça iyi bir şeydi. Bir gün, bilim adamlarından birisi, özellikle yakın mesafeler için inanılmaz bir yakıt tasarrufu sağlayan bir teknoloji bulmuştu. Bu, nakliye masraflarının eskisi kadar önemli olmayacağı manasına geliyordu. Bu, aynı zamanda, soğanların küp şeklinde mi, yoksa bombeli mi olduğunun da çok önemli olmayacağı manasına geliyordu. Bütün gezegenimiz, bütün kültürümüz, bütün endüstrilerimiz, bir anda boşa düştü. Önceleri tonlarca soğan vererek alabildiğimiz on metreküp oksijene, artık trilyonlarca soğan yetmez oldu. Basa gezegeninin macerasının eninde sonunda sona ereceğini içten içe bilen herkes, bu sonun birdenbire ufukta belirdiğini fark ettiğinde, babam gibilerin uyarılarını ilk kez ciddiye aldı herkes.
Meselâ: Kimse artık çocuk yapmayacak. Bu yüzdendir ki ben, babamın ve annemin son çocuğuyum.
Peki halihazırdaki mevcut çocuklar ne olacak? Pazarlık yapılacak. Gezegenin tamamının bütün üretimi, elli yıllığına ipotek verilecek. Hava kirliliği, çalışma saatleri ve üretimle insan olmanın diğer çelişen ne yanı varsa, hepsinde üretim seçilecek ve diğer gezegenler ne istiyorlarsa, insanlar bütün güçleriyle onları, hiçbir koşulda şikâyet etmeden, hiçbir şekilde gezegenin geleceğini umursamadan üretecek. Aşağı yukarı elli yıl, yahut gezegenin üzerindeki son insan yaşlılıktan ya da kirlilikten ya da yorgunluktan ya da hastalıktan ölene dek.
Karşılığında ise, diğer gezegenler Basa gezegeninin çocuklarını alıp galaksinin dört bir yanında, daha mutlu yaşayabilecekleri yerlere yerleştirecekler. 2892 yılının, Fahronot ayında, gezegendeki on sekiz yaşın altındaki herkesi alabilecek sayıda nesil gemisi Basa’nın başkenti Basa’ya inecek ve çocukların hepsini alacaklar. Beni de alacaklar ve oksijenin bol, rüzgârın temiz olduğu bir gezegene götürecekler. Ben de bir tepeye çıkacağım ve deriiiin bir nefes alacağım.
Başkent’e girdiğimizde her tarafta eylemler vardı. Öksürük krizindeki eylemciler, öksürük krizindeki polisleri taşlıyorlardı. Polisler de kırk sekiz adet nesil gemisini korumaya çalışıyorlardı. Gemilerin önünde uzun bir kuyruk vardı, kuyrukta bir sürü çocuk, bir sürü gözyaşı, bir sürü öksürük. Genizleri yakan bir soğan kokusu. Çürümüş bir soğan. Devasa bir soğan. Kendi uydusu olan, dağları, tepeleri, atmosferi, volkanları olan, kendi güneşinin etrafında dönen bir soğan. Üzerinde yetişen soğanlar gibi köşeli köşeli değil, bombeli. Çürümüş soğan, gezegenin kendisi. Basa’nın kendisi çürümüş. Biyolojik bir çürüme, ekolojik bir çürüme, kaynağını basit bir entropiden alan, ama yavaş yavaş ahlaka da sızan bir çürüme. Elini attığı her yere art niyetin ihtimalini götüren insanlar, böyle hayati önemi haiz bir anda yine çürümeyi tercih etmişler, çünkü insan olmak zaten başka ne demektir?
Kodamanların on dokuz yaşındaki yavrularını gemilere doldurunca, çulsuzların on yedi yaşındaki evlatlarına yer kalmamış. Bana yer kalmamış. Beni içeri almadılar. Aylardır yürümemiz, gemilerin havalanıp uzayda bir yıldıza dönüşmesini seyretmek içinmiş. Herkes hafiften dağılırken babama baktım. Sandığım kadar üzülmemişti. Hafiften gülümsüyordu. Önce derin bir nefes aldım, sonra da öksürdüm.
________________
[1]
https://www.quora.com/Is-there-a-direct-relationship-between-the-volume-of-a-cube-and-a-sphere-that-fits-perfectly-within-it