Bütün Tebessümlerin Birincisi

Fatma Ünsal

Kendimi hep şanssız hissederdim. Allah’ın dağına itilmiş bir çoban, başka nasıl hisseder? Koyunları başım yerde güderdim hep. Başı yerde gezmek, utanmak ve değersiz hissetmek demektir çoğu kez.

Ta ki rüyamda Hz. Peygamber(sav)’i görene kadar. Rüyamda bizim köye gelmişti. Yanında köyden birileri. Sonra karşılaşmıştık yolun ortasında. Gülüvermişti bana. Diyen de olmadı ama içimden biri haykırdı rüyada bana: O peygamber, o peygamber. Sallallahu aleyhi ve sellem. Dini sadece kafa kâğıdında olan bir köyün çocuğu olsam da sarılmıştı bana gülümseyişiyle. Sen, senden uzak ümmetinin çocuklarını da mı seversin ey Peygamber?

O zamandan sonra başımı yavaş yavaş kaldırdım. Değersiz hissetmedim peygamber gülümseyişi değen yüzümü. Ne zaman moralim bozulacak olsa, ne zaman dünya beni tökezletecek olsa Onun(sav) eşsiz gülümseyişine koştum. Seni seviyorum ey Peygamber(sav), dedim içimden. Seni seven değersiz olur mu hiç?

Aynaya bakarken rüyadaki gülümseyişe benzetmeye kalkardım yüzümü. Tövbe derdim sonra. Hiç mümkün mü? O kim sen kim? Anama sordum, ana dedim sevdiğimiz birinin hareketini taklit etsek Allah günah yazar mı? Anamın bin meşguliyetli güneş yanığı suratı yavaş yavaş aydı: ”Yok,” dedi “niye yazsın?” Rahatladım o zaman. Aynanın karşısına her gün geçmeye devam ettim. Yüzüme peygamber gülümseyişi konsun istedim. Hâlâ yapmaya çalışıyorum bunu. Ama ayna çok kirli. Yüzümü göremiyorum ki.

Yaz, sonbahara döndü. Çoban çocuklar da okula. Köye bir öğretmen geldi. Burdurlu. Uzun, zayıfça bir adam. Şamil Tosun. Soyadını deyince hep bir ağızdan güldük. Yüzünde tek leke yok. Elleri pürüzsüz, kar gibi. Tam öğretmen eli. Yeni atanmış, öyle dedi kendisi. Sakin, beyefendi. Bir anacığı varmış sade. İlçeden ev tutmuşlar. Köyün kızlarına tam da istedikleri gibi hayırlı bir kısmet.

Öğretmen, köy meydanına ilçeye giden servise binmek için yürüdüğünde köyün kızları birer ikişer çıkıyordu yoluna. Tülbentinin kenarından saçını çıkaranlar. Kardeşinin ders durumunu birdenbire merak edenler. Kimler kimler. Ama öğretmen, hiçbirine yüz vermez; kaşları çatık başı önünde geçer giderdi. Oh olsun, derdim yüzlerine karşı. Babalarınız görse kırılmadık kemiğinizi bırakmaz, hele şu hâllerinize deyip sinirlendirirdim kızları. Hadi oradan çoban, diye ardım sıra seğirtirlerdi. Oh olsun, bakmadı ya öğretmen bu sümüklülere.

Şamil öğretmen, kızlara sertti ama bize pamuk gibiydi. Tiksinmezdi bizden. Temizdi üstümüz başımız ama ne de olsa köy. Ne onun gibi kokardık ne onun kıyafetleri gibi ütülü olurdu kıyafetlerimiz. Bir kalıp sabun hem yıkanmaya hem çamaşıra. Ama o kokumuzu unutturdu. Kokumuzu birlerdi kendisiyle.

Havanın sıcak olduğu bir gün, okul bahçesine çıkardı bizi. Hepimiz etrafına kümelendik. Anlatın bakalım, dedi. Ne olmayı düşlüyorsunuz büyüyünce. Bir süre kimseden çıt çıkmadı. Bakkal Rasim’in oğlu Cemil: ”Bakkal olacağım öğretmenim!” diye ayağa fırladı. Hayati’yle Seyfettin: ”Ulan başka ne olacak senden,” deyip yerine oturttular. Güldük haykıra haykıra. Öğretmen de güldü. Halime: ”Ben doktor olacağım öğretmenim,” dedi. Gözleri iki kara nokta, cin gibi bakıyorlardı öğretmene. Parlak olmayan kahverengi saçları teneffüste koşmaktan dağınıktı. Zafer: ”Ben ormancı olacağım öğretmenim,” dedi. “Anam oduna çok gidiyor. Korkutayım da bizi bırakıp bırakıp gitmesin.” “Sen?” dedi bana. “Pilot olacağım öğretmenim,” dedim. Sesim kendimden beklemediğim kadar net çıkmıştı. Süleyman, koca göbekli babası gibi gevrek gevrek güldü: ‘‘Koyunların sırtına binip mi uçacaksın len?” dedi. Koyuverdi kahkahayı. Sadece o güldü. Baktı gülen yok, giderek kaybolan bir gürültü gibi sustu kaldı. Öğretmenin gözlerinde iki pırıltı yandı söndü. “Niye?” dedi. Burada gökten geçen uçaklar, bir nokta ve peşlerinde incecik bir çizgi demekti. Toparlandım oturduğum yerde. “Uçağı merak ediyorum öğretmenim,” dedim. “Koyunlarımla dağ tepe dolanırken en çok göğü izliyorum. Göğe bakandan başka ne olur öğretmenim?” dedim. Gülerek saçlarımı karıştırdı. Süleyman, bir şey diyecek gibi oldu. Önce durdu, sonra kendini tutamayanların heyecanıyla: “Öğretmenim, pilotluk yüksek. Bu nasıl olacak? Bir de fakir bunlar.” dedi. Hayati, Süleyman’ın ensesine bir yapıştırdı hızla: “Sus len utanmaz, önce yazar, sonra olur sus len, utanmaz!’’ diye de haykırdı. Öğretmen Hayati’ye kızdı Süleyman’a vurduğu için. Ama onun on misli Süleyman’a kızdı.”İnsanların hayallerine laf yetiştirme Süleyman,” dedi. “Sana yakışmıyor.” Ben üzülmedim ama. Gücenmedim de. Peygamberimizin(sav) gülümseyişini unutup Süleyman’a mı kızacaktım bir de? Şimdi herkese kolay sinirleniyorum. Süleyman’a şimdi sinirleniyorum.

Öğretmen, Hayati’ye hak verdi: ‘‘Öyle ya,” dedi. “Önce yazar, sonra olur. Detaylıca yazar. Sonra da gider pilot olur. Süleyman’ı da uçurur musun uçağında?” diye sordu. “Uçururum tabii,” dedim. “Toprağımı göklerde uçururum.” Süleyman, kızgın kızgın bakıyordu daha. “Binmem len uçağına senin!” diye haykırdı. Hayati yine ensesinde bitti: “Binmezsen binme len, binmezsen binme. Zaten sığmazsın sen bu cüssenle uçağa!” Keşke rüyasında Hayati’ye de gülseydi Hz. Peygamber(sav).

O gün eve varır varmaz yazmaya başladım. İyice anlatıyordum. Uçağımı. Kaç yolcunun sığacağını. Süleyman’ın bile sığacağını. Hayati’nin yardımcı pilot olduğunu. En rahat koltuğunda oturanın öğretmenimin olduğunu. Anamın korkudan binemediğini. Babamın aşağıdan bakıp köylüye hava atacağını. Her şeyi. Yatana kadar yazdım. Hiç durmadım. Aynamı çıkardım, gülümsedim güzelce. Yine yazdım. Yazmak da dua oluyordu bence. Defteri kapatınca elimi yüzüme götürdüm, âmin dedim.

Öğretmenim yazmaya başlayıp başlamadığımı sordu. “Başladım,” dedim kıvançla. “On sayfa yazdım öğretmenim,” dedim. “Yeter sanırım bu kadar.” “Yetmez,” dedi. “İyice anlatsan, her şeyiyle anlatsan, uçacağın ülkeleri anlatsan. Değişik ağaçları, çiçekleri, hayvanları. Kimisi beyaz derili kimisi siyah derili, dilleri lisanları farklı insanları. Lapa pilavı biz yemeyiz ama İtalyan bayılır, bunu anlatsan kıkırdaya kıkırdaya. Hiç sığar mı on sayfaya?” dedi. Yanaklarım heyecandan kızarmıştı: “Sığmaz öğretmenim!” diye haykırmışım. Süleyman sırasında tısladı, Süleyman fokurdadı. Hayati hafif ayaklandı. Öğretmen: ‘‘Süleyman, Ali emmi odunları bitirmiş mi, bahçeye bak da gel.” dedi. Kösnek kösnek çıktı sınıftan Süleyman.

Öğretmenimin dediği gibi anlattım da anlattım. Detaylarıyla anlattım. Pilot kıyafetimin ütüsüne varana kadar anlattım. John’u da anlattım. John işte. İngiltere’de tanıştığım soluk benizli, turuncu kafalı John. Sonra Jamaika’yı. El Salvador’u. Pekin’i. Pekin’de her seferinde aç kaldığımı. Ama illaki temiz sokaklı İskandinav ülkelerini. Hepsini. Beğendiğim bir Boşnak kızı. Tam onun nasıl da güzel olduğunu anlatırken Peygamberimizin(sav) gülümseyişini hatırlayıp utandığımı. Sildiğimi. Hayalimi de sildiğimi. Her şeyi anlattım.

Bir gün babam ilçeden elinde tuşlu bir şeyle geldi. Toplaştık başına, bu ne baba dedik. “Kalavye,” dedi. “Bunlara basınca yazı yazılıyormuş. Deftere kitaba son. Masraftan kurtulduk gitti!” dedi. Anamla sevindiler. Dedem:”Gâvura bak sen,” diye homurdandı. “Neleri de bulmuş öyle?” Sonra o soruyu sordu: “Ee yazınca nerede çıkıyor yazılar? Aha yazdın,” bunu derken elinden aldı tık tık tık tık bastı harflere, “hani nerede? Gâvur orasını düşünmemiş herhalde.” dedi attı elinden kalavyeyi. Babam yutkundu: ‘‘Vallahi baba bilmiyorum ki. Adliyeden Selim abi yok mu, al bunu çocukların oynasın diye verdi bana. Ne bu dedim, yazı yazılıyor bunla, kalavye adı, dedi. Kaptım geldim. Bildiğim bu.” “Ben namaza gidiyorum, o yazmaz ama Allah gidilen namazları ossaat yazar,” dedi camiye gitti. Kimse oralı olmayınca kucakladım aldım kavalyeyi.

Ertesi gün okula götürdüm. Okulun bahçesinde elimde kalavyeyi gören arkadaşlarım etrafıma toplandılar. Süleyman bile geldi merakından. Dokunmaya çalışanlar, bu ne böylee, diye heyecanla bağıranlar… Kalavye kalavye diye savdım başımdan, sınıfa koştum. Sınıfta da epey bir didiklediler. Derken öğretmen geldi. Baktı ki masamın üstünde kavalye. “Hayrola,” dedi. “Kimin bu klavye? “ “Öğretmenim kılavye değil kalavye,” dedim, “babam öyle diyor.” Güldü: “Yanlış duymuş belli ki,” dedi. “Klavye bunun adı. Bilgisayara bağlanır. Sonra da yazarsın bununla.” Omuzlarım düşüverdi: “Bilgisayar olmadan çalışmaz mı öğretmenim?” dedim. “Çalışmaz ya,” dedi. “Babam yazılıyor dediydi ama,” dedim. “Eh, nerede çıkacak yazılar o zaman?” dedi. Dedem öğretmen kadar akıllıymış demek, doğru demiş.

O gün, hiç konuşmadım okulda. Klavyeye çok güvenmiştim oysa. Hava bile atamadım. Süleyman’a da rezil oldum. Tam çoban işi, diye seğirtti yol boyu peşimden. Tam çoban işi, çalış çalış boşa. Buna da yaz yaz boşa hahahaha. İlk kez hiddetlendim uzun süre sonra. Koydum yere klavyeyi. Hızla ittim Süleyman’ı. Gübre böceği gibi yuvarlandı yerde. Tam tekme de savuracaktım ki gülümsemeyi hatırladım da durdum. Şimdilerde hiddetlenince hiç durmuyorum, hiç utanmıyorum hiddetle savurduğum sözlerden, devirdiğim çamlardan. Klavyemden yazılar çıkıyor. Utanıyorum yazınca da çıkıyor. Gerçeği yansıtmıyor şimdilerde sözler.

Eve vardığımda babamla anam kapı önündelerdi. Baktılar, benim surat sirke satıyor, ne bu hâl dediler. Karın öldü de ayazda mı kaldın? Bu, dedim. Bilgisayara bağlanınca yazarmış. Bilgisayar mı var da yazsın? Hem adı da kalavye değil klavyeymiş, dedim. Anam yazmıyorsa yazmıyor, deftere yazıyorsun ya yetmez mi? dedi. Yetmez artık, dedim. Bunu bilmezden evvel yeterdi. Babam sarıldı, hele dedi bahar gelsin yaza doğru dönelim. Koyunları kırkalım, yünlerimizi satalım. Sana helalinden bir belgesayar len! dedi. Bir kucakladım babamı, bir kucakladım hızla, ikimiz yana devrildik. Arı oğul vermiş gibi neşelendik. Yaşşa babaaa, yaşşaa babaaa, diye haykırdım. Yalnız adı bilgisayar, dedim. Yanlış alma da.

Kış geçti. Yavaş yavaş yaylaklara çıkmaya başladık koyunlarla. Eh bensiz olur mu? Okul tatilken ben de gidiyordum koyun gütmeye. Çayırlar dizimizin boyunda vardı. Yanıma klavyeyi de alıyordum çıktığımda. Evde de ayırmıyordum yanımdan. Deftere yazmayı bırakmıştım. Artık klavyeyle yazıyordum. Yavaş oluyordu ama oluyordu. Evde ya da yaylakta. Evin tavanına bakarken ya da engin göğü izlerken. Tık tık tık tık tık tık. Yazıp durdum hep. Yazarken kanatlandım. Pilot oldum. Piii looot. Hah güzel oldu. Aaaanam pek seeeviiinçççli oğğğlum sen ne yaaakııışıııkkklı bir ppiiilotsun diiiyor deeedem gör seyyy di o daa seeeviiinirdi.

Babam her seferinde diyordu, hele şu yünleri bir satalım, aslanıma en kralından belgesayar, en kralından. Bilgisayar babam bilgisayar, diye düzeltiyordum ona sarılırken. Koyunları daha bir şevkle güdüyordum o zaman. Bu yünler bana yazılarımı getirecek. Yazılarım havada kalmayacak. Havada asılı harfleri bir bir avlayacak bilgisayarım.

Bahar sona ermek üzereydi. Bu, yün kırkma mevsimi geldi demekti aynı zamanda. Ee yağmurları da uğurladık mı tamamdı o iş. Öğretmenime de anlatıp durdum aylarca. Gık demeden, yüzünde ince gülümsemesiyle dinledi. Yalnız bu yazdıkların, kayboluyordur. Deftere yazmaya devam mı etsen? dedi. Direttim, yoook öğretmenim, dedim. Benim klavyem akıllı. Hiçbiri kaybolmadı. Üzülürsün ama bak, dedi. Bilgisayar olmadan… Yoook, dedim. Kaybolmaz. Ben inanıyorum kaybolmadı.

Eve gelince bunu da yazdım klavyemle. Biraz daha hızlanmıştım artık: Bugünn öğğretmenimm bunnlar kayybolur deedi ben yok dedimm kaybollmaz dedim….Pilotlar bilgisayarlarını nasıl taşırlardı acaba yanlarında? Keşke şöyle ince, klavyesi de içinde bilgisayarları olsaydı pilotların. Olsun, diye düşündüm sonra. Sadece klavyemi taşırım ben de.

Koyunları yağmurlar geçip gidince havalar ısınınca kırktık. Pakladık temizledik, doldurduk çuvallara. Pazar olsun, diye dua etti dedem. Alıcı belliydi ama olsun. Anamla babam komşunun kamyonetine yünleri yükleyip gittiler ilçeye. Ben de okula gittim. Evde beklemek güzel olmazdı zaten. Öğretmenime anlattım, bugün gelecek dedim. Bilgisayarım gelecek, klavyem daha iyi çalışacak. Sevindi, hem yazar hem pilot olursun artık, dedi. Olurum, dedim. İstediğim her şeyi olurum öğretmenim, dedim.

Anamla babamın gelme saati yaklaştıkça kalbim daha da hızlanıyordu. Dedem gülerek izliyordu heyecanlı bekleyişimi. Derken komşunun kamyoneti geldi durdu evimizin önünde. Anamla babam indi. Ama ellerinde sebze meyve poşetleri vardı. Herhalde kamyonetin kasasındadır, dedim. Oraya doğru da hiç yeltenmediler. Babam komşuya yol parasını uzattı. Kamyonet gitti.

Mahcup mahcup yaklaştılar eve. Ee dedim, hani? Anam poşetleri babamın elinden kaptı, eve kaçtı. Babam, dedemin yanına bir minder attı oturdu. Beni de kucağına oturttu: Yün parası onu almaya yetmezmiş evlat, dedi. Hem ilçede yokmuş hem de getirtiriz ama şu para, dediler. Bizim yün parasının beş katı. Ama sözüm söz, seneye biriktirir vallahi de billahi de alırız len! Babamın kollarından bir koptum, yalancı dedim, kandırdın beni, güttürdün koyunlarını kandırdın beni! diye bağırarak uzaklaştım ondan. Bir aralık dönüp baktığımda babamın zayıfça kumral yüzünde çekik gözlerinin yaşardığını gördüm. Durmadım, koştum koştum koştum.

Süleyman haklıydı. Fakir fukara ne bilsin bilgisayarı, klavyeyi. O zaman pilot olmaktan da vazgeçtim. Bakkalın oğlu ne olacağım diyor? Bakkal. Irgatın oğlu? Irgat. Sen? Sen? Pilot. Hah pilot! Öyle sinirliydim ki öyle yıkılmıştı ki içimdeki tüm kuleler. Hz. Peygamberin(sav) gülümseyişini bile getiremiyordum gözümün önüne. Aklıma da koymuştum, gidip kıracaktım klavyeyi de.

Ağladım ağladım ağladım. Elma bahçemizde belki üç saat oturdum. Hava iyice kararınca döndüm eve. Anam sofrayı kuruyordu. Dedem elinde tespihi, hamdediyordu. Babam. Babam pencerenin önünde, sırtında pazardan geldiği ceketiyle daha da zayıflamış gözüktü gözüme. Odaya girdiğimi görünce yüzü aydınlanır gibi oldu. Durduk bir süre öyle. Kucağını açtı sonra. Koştum ve sarıldım. Hıçkıra hıçkıra ağladım. O gün ilk kez yoksulluğumuza ağladım. O gün ilk kez çoban hâlimize yandım.

Herkes uyumaya gidince elime keseri aldım. Kıracaktım klavyeyi. Tam kaldırmıştım, vuracaktım ki durdurdum kendimi. Geri bıraktım. Kırmadım. Oturdum nasıl üzüldüğümü yazdım saatlerce. Tık…..tık…..tık…..tık…..

O sabah ilk kez mutsuz gittim okula. Asık suratımla sınıfa girince, ne olduğunu sordu öğretmenim. Hiç, dedim. Zorlamadı. Teneffüste çekti bir köşeye, konuşturdu beni. O da üzüldü sonra. Hadi, dedi. Pilotlar hiçbir dersi kaçırmamalı. Ben artık pilot olmak istemiyorum, diyemedim. Ardı sıra yürüdüm.

Okulların kapanmasına bir hafta vardı. Bir hafta sonu bir araba durdu evimizin önünde. Dağdan yeni gelmiştik babamla. Arabadan öğretmenim indi. Sonra arabanın şoförü. Arabanın şoförü iner inmez arka kapıya yöneldi. Öğretmenim bize doğru yürürken sevinçliydi. Sana, dedi yazılarını getirdim.

Baktım ki şoför, elinde koca bir kutu eve doğru yürüyor. Babam anlamadı tabii, hoş geldin öğretmen de bu da ne olası? dedi. Bilgisayar! diye haykırdım, bilgisayar mı bu öğretmenim? Başını salladı evet manasında. Koştum sarıldım sarıldım sarıldım. Daha pilot olmadan çıktı kanatlarım.

Bilgisayarcıymış meğer benim şoför dediğim. Tıkır tıkır kurdu. Başka klavye takacaktı, yook dedim, benim klavyem var. Onu takıver amca sen. Öğretmene baktı adam, öğretmenim onayladı başıyla.

Klavye de takılınca açtı bilgisayarı. Hepimiz toplaştık başına. Bir gürlüyordu mübarek, sanki Kırk Haramiler’in mağarası açılıyor. Bu son modelde yine ses az, dedi bilgisayarcı. Bundan evvelkiler ağlıyordu mübarek. Hep birlikte gülüştük.

Öğretmenim karıştırmaya başladı sonra bilgisayarı. Beni de yanına çağırdı. Burası böyle, şurası şöyle, diye diye anlattı. Sonra baktı baktı bir şeyi anlamadı. Bilgisayarcıya sordu, anlam veremediler. Açalım bakalım, dediler. Açtılar neyi diyorlarsa. Öğretmenim şaşkınlıktan kalakaldı. “Ne oldu öğretmenim? Bozuk mu yoksa?” diye tam suratımı asmaya hazırlamıştım ki ekranı gösterdi bana. “Haklıymışsın,” dedi. “Klavyen güvenini boşa çıkarmamış.”

Çıkarmazdı tabii. Peygamber(sav) bir kere güldü mü, dünyanın tüm eşyaları mecbur size gülerdi.