Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz bu, Allah’a göre kolaydır. (Hadid sr. 22)
Bugün çılgınlık günü. Küçük bir çılgınlık. Uçacağım bugün. Uçmayı öğreneceğim. Gördüğüm, duyduğum her şeyi yazıp anneanneme okuyacağım. Pilot ol, derdi anneannem. Olmadım. Ama uçmayı öğreneceğim. Bir gün onu da uçuracağım. Aaaattteeeeşşşşş. Klavye bozuldu. Kendi kendine kelimeler yazıyor. Yyyyyaaaaannggıınnnn. Sil. Silme tuşu da bozuldu. Uçmayı Gökhan’dan öğreneceğim. Gökhan helikopter pilotu. Bugün senin için uçacağım anneannem. Aklın havada, derdin bana hatırlıyor musun? Ayaklarımı yerden kesip aklımın olduğu yere çıkacağım. Gökhan helikopteri nasıl çalıştırdığını anlatıyor. Ayakları pedalda. Hani ayaklarımız yerden kesilecekti Gökhan? Gökhan beni dinlemiyor. Bir sürü yabancı terim kullanarak anlatmaya devam ediyor. Motor çalıştı. Gökhan’ı duyamıyorum ama hâlâ konuşuyor. Hararetli hararetli konuşuyor. Onu dikkatli dinlemeyip yazmakla meşgul olduğum için bana kızıyor da olabilir. Sen kızma anneanne, tamam pilot olacağım. Söz. Yyyyyyyyaaaaaakkkkkıııııımmm. Helikopter hareket etti. Araba gibi gidiyor. Şimdi havalandı. Çok havalı. Gökhan pilotların şahı mısın oğlum sen? O, benden daha heyecanlı. Sanki ilk defa uçuyor. Her uçuş ayrı bir heyecan verir, diye bağırdı. Yanımızdan yöremizden kuşlar geçiyor. Anneannemi özledim. Bunu okursam ağlar. Sil. Klavye bozuk, silmiyor. Hep kuş olmak ister anneannem. Kuş gibi uçmak. Durup bir gülün karşısında; sevincini, kederini şakımak. Köy kokulu anneannem. Anneannem köy demek. Köy, anneannem demek.
Oğlum, senin niyetin pilot olmak falan değil, turist olmak anlaşılan, dedi Gökhan. Bilmiyorum Gökhan. Uçmak istiyorum. Kanatlara ihtiyaç duymadan. Teknik bilmeden. Pilot olmadan. Basmadan pedallara. Motoru çalıştırmadan. Ezbere. Rastgele. Öööööööölllllllllüüüüüümmmmm. Gökhan omzumu dürterek bak, dedi. Baktım. Yanımızda büyük bir kuş süzülüyor. Kartal, dedi Gökhan. Bence şahin, dedim. Sen misin pilot, ben miyim? Ben hep görüyorum kuşları. Senden daha iyi tanırım, dedi. Pilot kaprisi mi bu? Tamam Gökhan sen daha iyi bilirsin. Gökhan kuşu takip etmeye başladı. Saçmalama, dedim. Dinlemedi. Dinler mi? Dümen onun elinde, istediği tarafa kırar. Helikopterin dümeni yok. Her neyse. Neticede pilot, o. Yarım saat oldu hâlâ kuşun peşindeyiz. Nihayet yere indiğini gördük. Biz de inişe geçtik. Bbbbbbbbiiiiiiiiiiiitttttttttiiiiiiiiiiişşş. Neden iniyoruz, diye sordum Gökhan’a. Kuşu bulacağız, dedi. Diyecek sözüm yok sana Gökhan. Peşinden gidilecek en son varlık kuşlardır. Çünkü gidemezsin. Gitsen varamazsın. Varsan bulamazsın. Bulsan tutamazsın. Ama Gökhan dinlemez. Çünkü delidir, ne yapsa yeridir. Etrafı dağlarla çevrili düz bir ovaya indik. Her yer yemyeşil. İleride bir sürü koyun kuzu var. Me’lemer ve çan sesleri bir senfoni orkestrası kadar lezzet verebilir dinleyenlere. Biz dinlemedik. Helikopterden iner inmez yürümeye başladık.
Aaaaaaaaatttttttttttttteeeeeeeeeşşşşşşşşşşşşş.
Yyyyyyyyaaaaaaaaaaannnnnngggııııııınnnnnnn. Yyyyyyyyyyaaaaaakkkkkkkkkkkıııııııımmm.
Öööööööööööölllllllllllllllllllllllüüüüüüüüüüümmmmm
Bbbbbbbbbbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiittttttttttttttttiiiiiiiiiiiiiiişşşşşş
Klavye iyice kafayı yedi. Not defterine geçtim. Koyunların ortasında bir kadın. Genç. Güzel. Köylü. Elinde kirmen. Yün eğiriyor. Üstünde yünden yelek. Ayağında yün çoraplar. Yanına yaklaşıp selam verdik. Kafasını bile kaldırmadı. Selamı aldı. Selam, Allah’ın selamı. Siz, hiçsiniz, der gibi. Aslında öyle gibi değil. Bunu ben uydurdum. Ama şaşırmasını beklerdim. Siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz, demesini, bize ilgi göstermesini beklerdim. Sanki her gün buraya helikopterle birileri mi geliyor? Kirmeni yerde serili örtünün üzerine koydu. Eğirdiği yünü sardı. Yanında duran bohçayı açtı. Bir yufka ekmek çıkardı. Üçe böldü. İki parçasını bize uzattı. Az yeşil soğan, az tulum peyniri koydu ortaya. Gökhan’a baktım. Çoktan oturmuş, bir ekmeğinden ısırıyor, bir yeşil soğandan. Kadın gibi. Genç kadın. Köylü genç kadın. Kadın bana baktı. Kara gözleri güzel. Derin bakışları ürkütücü. Bilgisayarı ve defteri yere bıraktım, oturdum. Ben de yemeye başladım. Peynirin tadı anneannemin sofrasındaki peyniri anımsattı. Keçi peyniri mi bu, dedim. Cevap vermedi. Bana baktı. Kara gözleri güzel. Derin bakışları ürkütücü. Elimizdeki ekmekleri bitirince Gökhan'a gidelim işareti yaptım. Kadın bilgisayarımı aldı. Kirmenin ucuyla klavyedeki harfleri sökmeye başladı. Ne yapıyorsun, diye bağırdım. Kadına engel olmak için öne doğru atılınca koyunlardan biri, bir köpek gibi ağzıyla pantolonumun paçasından tutup beni geri çekti. Gökhan, abi sakin ol, dedi titreyen sesiyle. Kadın el çabukluğuyla söktüğü harfleri yere dizdi. ATEŞ yazdı. Gökhan’la birbirimize baktık. Kadın kalktı. Elimi tuttu. Eğirdiği yünün bir ucunu sağ elimin yüzük parmağına bağladı. Diğer ucu kirmende. Ne bu şimdi evlilik teklifi mi? Kadın tuttuğu elimi ittirerek bıraktı. Gidin, demekti bu. Geriye doğru uzayan iple helikoptere kadar yürüdük. İpi parmağımdan çıkardım. Gökhan çıkarma, bu işte bir tılsım var, dedi. Saçmalama oğlum, ne tılsımı, dedim. Çıkardım. Gökhan yünün ucunu orada bulunan küçük ağacın bir dalına bağladı. Kutsal şeyler yere bırakılmaz, dedi. Bir yünü kutsamadığın kalmıştı Gökhan.
Helikoptere binip şehrin yolunu tuttuk. Yol boyunca konuşmadık. Konuşamadık. Benim aklımda kara gözler ve derin bakışlar vardı. Bir de tılsım. Eminim Gökhan’ın da aklında bunlardan başkası yoktu. Şehre yaklaştığımızda büyük bir yangın olduğunu fark ettik. Biraz daha yaklaştığımızdaysa bir yangın değil büyük yangın olduğunu fark ettik. Şehir yanıyordu. Başından sonuna kadar yanıyordu. İtfaiyeyi aramak istedik, telefonlar çekmiyordu. Daha fazla yaklaşamadık şehre. Gökhan geldiğimiz yere dönmeye karar verdi. Hava karardı. Yolumuzu bulamayız, dedim. Dinlemedi Gökhan. O kadını bulmalıyız, dedi. Deliydi, şimdi daha çok delirdi.
Şehirden biraz uzaklaşınca telefonlar çekmeye başladı. İtfaiyeyi aradım. Telefonun diğer ucundaki kişi şehrimizin tamamının yanmakta olduğunu, şu an diğer şehirlerden itfaiyelerin yola çıktığını söyledi. Telefonu kapattım. Bir haber kanalının canlı yayınını açtım. Yangının olacağı sabah, ülkedeki tüm telefon ve bilgisayar klavyelerinin kendiliğinden “ateş, yangın, yakım, yıkım” gibi kelimeler yazdığını, akşama doğru yer altından fışkıran ateş toplarıyla şehrin yanmaya başladığını anlatıyor muhabir. Çok can kaybının olduğunu, böyle bir yangından kimsenin sağ çıkamayacağını, müdahale edilene kadar şehrin tamamen yok olacağını söylüyor.
Gökhan helikopteri inişe geçirdi. Burası mı, dedim. Bilmiyorum, dedi. İkimiz de şoktayız. Ezbere hareket ediyoruz. Ne yaptığımızı, ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini, bir şey yapmamız gerekip gerekmediğini bilmiyoruz. Helikopterden indik. Telefonların fenerlerini açtık. Sabah geldiğimiz yerdeyiz. İşte Gökhan’ın, yünün ucunu bağladığı o küçük ağaç. Yünü daldan çözdüm. Sararak yürümeye başladık. Yürüdük, yürüdük yürüdük. Ovanın etrafındaki dağlardan birine çıktık. Telefonların şarjı bitmeye başladı. Akşam rüzgârı vuruyor yüzümüze. Rüzgâr sıcak esiyor. Uzaktan köpek sesleri geliyor. Dağın aşağısında ışıkları yanan bir köy. Yanmak kelimesi canımı yakıyor.
Yünü sarmaya devam ettim. Bir eve geldik. Kapısı açık. İçeri girdik. Küçük koridorun solundaki odaya uzanıyor yün. Yünü sarmaya devam. Odada anneannem oturuyor. Elinde kirmen. Yanına gittim. Anneannemin dizine başımı koydum. Gökhan da yanıma oturdu. Çok yorgunum anneanne. Kuş olmak istiyorum. İçimi güllere açmak. Hüznümü kanatlarımdan yeryüzüne dökmek, gökyüzünde dinlenmek istiyorum. Senin dizin gökyüzü gibi anneanne. Karşı duvarda bir çerçeve var. Çerçevede bir fotoğraf. İkisi de eski. Fotoğrafta… Bir kadın. Genç. Güzel. Köylü. Gözleri kara. Bakışları derin.
E.Ecran.