Klavye pilotu, dedesine yalvar yakar yaptırdığı masayı 60 lik odasına yerleştirdiğinde gözleri büyük bir sevinçle ışıldadı. Bugün herkes için sıradan bir gün olabilirdi ancak onun için kesinlikle değildi. Zil çalınca irkildi, kapıya koştu. O âna dek yalnızca hayalini kurabileceği 15.6 inç’lik son model bilgisayarıyla arasında artık yalnızca kargocu vardı. Heyecandan eli ayağı birbirine dolandı. Bunu sonuna kadar hak etmişti. Son bir yıldır zar zor bulduğu part time bir işte çalışıyordu. Sabah 7’de evden çıkıyor, gece yarısını biraz geçince ancak dönebiliyordu. 4-5 saatlik uykuyla bir yılı bitirmeyi başarmıştı. Artık emeklerinin karşılığını alma vaktiydi. ‘‘Kardeşşşşş. Kodu diyorum, söyle de teslim edeyim’’ ‘‘Ah… Kusura bakmayın. 15 26, teşekkür ederim, kolay gelsin’’ Hep böyle olurdu. Biriyle konuşurken ezilip büzülür, Leyla olurdu.
Bir defasında okuldaki bilgi yarışmasını kazanmıştı. Ödül kasabanın en iyi lokantasında müthiş bir ziyafetti. O zaman da eli ayağı sakıramıştı. Menüye uzun uzun bakıp ne yiyeceğine karar veremediği kısımları atlıyorum. Özetle, garson servisi önüne koyup ‘afiyet olsun’ dediği gibi bizimki de ‘size de’ deyiverdi. Garson ufak bir tebessüm etse de bizimki unutamadı o günü ve bunun gibi nicesini. Bu sebeptendir ki konuşmadan önce üç, beş, on kere düşünür ne diyorum diye.
Kargocunun bıraktığı kutuyu aldı. Epey de ağırdı. Neyse ki çalıştığı vakitte bir iki kol kası yapabilmişti. Odasına giderken ayağına annesinin yün yumakları dolandı. Yumakları orada burada bırakıverirdi annesi. Ona babasını hatırlattığını söylerdi. Kutuyu odasına götürürken o da babası Şevket Bey’i anımsadı.
Şimdi yanında olsaydı o masayı onun için babası yapardı, koliyi babası götürürdü odasına.
İçinde bir yerde bir şey hep eksik kaldı. Annesi nicedir hem annelik hem babalık yapmaya çalışırdı. Ne kadar çabalasa da o boşluğu dolduramazdı. Onunla ilgili bir şey değildi. Herkesin, her şeyin yeri ayrıydı sonuçta.
Babasını kaybetmeden önce olduğu gibi annesi hâlâ yün dokuyup bir şeyler örerdi. Yumakları, ördüklerini satıp evi geçindirmeye çalışırdı ama nafile. Bir kişinin parası hangi birine yetebilirdi ki bu günlerde? Bunu artık bizimki de idrak etmişti. Başlangıçta üç beş ay çalışır bilgisayar parasını kazanırım diye girmişti işe. Sonra baktı ki biriktirdiği paralar arttıkça bilgisayarın parası da artıyor. Öyle böyle derken bir yılın sonunda ucunu başını denk getirmeyi başardı. Kolay iş değildi.
Neyse, ne diyordum? Hah. Yünler babasını anımsatıyormuş annesine. Onların tanışmalarına bu yünler vesile olmuş. O nasıl iş diyecek olursanız hemen anlatayım. Annesi Firuze Hanım selvi boylu, al yazmalı bir genç kızken dokuduğu yünlerin kalitesiyle kasabanın kadınlarını mest edermiş. Yine öyle bir gün bizimkinin babası Şevket Bey’in annesi Halime Hanım takır takır işleyecek bir plan yapmış. ‘’Ah oğlum vah oğlum. Bugün elim kolum tutmuyor oğlum. Aşağı mahalleden Fatma ablanın kızına sipariş de verdimdi ammma. Nasıl etsek ki şimdi. Sen gidip alıversen ya yavrum’’ diye diye işlemiş babasını göndermiş annesinin kapısına. Öncesinde de pek övermiş Firuze Hanım’ı zaten. Babası taaa öteki mahalleye gitmiş. Kapıyı çalmış çalmış açan olmamış. Tam pes edip gidecekmiş ki içinden bir ses ‘ulan Şevket son bir çal şu kapıyı’ demiş. Biraz da bekletilmenin hıncıyla kapıya fazla vuruvermiş Şevket Bey. İş bu ya bizimkinin annesi Firuze Hanım da o vakit dama kapanır koyunlarını kırparmış. Fakat işitmiş bu son sesi koşmuş kapıyı açmış. İlk görüşte aşk. Babasının sinirle edeceği bütün laflar dizilmiş boğazına. Arkadan meleyen karaman koyunları eşliğinde Eros’un oku delip geçmiş bu ikiliyi.
Tabii o zaman evlilik ha deyince olmuyor. Rahmetli Halime Hanım’ın da çabalarıyla -zira daha çoook sipariş vermiş görüşebilsinler diye- babası gele gide aşındırmış kapılarını. Firuze Hanım’ın ailesi de rıza göstermiş sonunda.
Kasabadaki tek düğün salonunda dünya evine girmişler.
Birkaç yıl geçmiş düğünlerinin üstünden fakat bir türlü çocukları olmamış. Köylüler konuşmaya başlamış. Yok sorun Şevket’te, yok Firuze’de… Torba değil ki ağızları büzüversinler. Kimse de çıkıp dememiş daha nasip değil demek ki diye.
Onca lafa rağmen ne Firuze Hanım ne de Şevket Bey umutlarını yitirmemiş. Aksine daha sıkı tutunmuşlar bu fikre. Çünkü bilirlermiş ki Allah nasip etmeyeceği şeyi umut ettirmezmiş. Umutları filizlenmiş, yeşermiş, dallanmış budaklanmış. Aylar geçip gitmiş bizim klavye pilotunun doğacağı tutmuş. Böylece evliliklerinin üçüncü yılında dünya güzeli bir çocukları olmuş.
O dönem zirvede olan Sezen’in şarkılarıyla büyütmüşler bizimkini. Annesi de babası da pek severlermiş onun şarkılarını. Şevket Bey gözlerinde aşkının parıltısıyla ‘‘kıskanır rengini baharda yeşiller, sevda büyüsü gibisin sen Firuze’m’’ der dolanırmış evin içinde. İşte böyle bir evde büyümüş bizimki. Böyle bir sevginin, aşkın meyvesi olmuş.
Annesi yünleriyle öyle güzel oyuncaklar örer, babası tahtalardan öyle hızlı arabalar yaparmış ki ona, kasabanın tüm çocukları imrenerek bakarmış. Kimileri elinden almaya çalışırmış oyuncaklarını. Bazen alırlarmış da ama üzülmezmiş bizimki. Zira ona daha güzellerini yapacaklarını bilirmiş.
Bir gün çocuklardan biri elinde kıpkırmızı cilalı bir oyuncakla çıkıp gelmiş yanlarına. ‘‘Uçak bu uçak. Tabii siz bilmezsiniz. Taaa Almanya’dan getirdi halam. Benim için’’ diye taslamış çocuklara. Bizimki sessizce eve gidip hüngür hüngür ağlamış. İlk defa bu kadar çok istemiş bir şeyi. Aklı eriyormuş artık, ailesinden böyle bir oyuncak istese güçlerinin yetmeyeceğini biliyormuş. Ama üzülmeden de edemiyormuş. Firuze Hanım evladının bu durgun ruh hâlini fark edince sıkıştırmış biraz. Alttan girmiş üstten çıkmış almış lafı ağzından. Tamam, demiş bak gör, babanla sana görüp görebileceğin en iyi uçağı yapacağız.
Tıpkı bugünkü gibi bir heyecan sarıp sarmalamış bizimkini.
Aynı dönemde kasabaya büyükşehirden bir amca taşınmış. Şevket Bey’den çok önceleri Hâkkın rahmetine kavuşmuş fakat pek iyiymiş araları.
Şevket Bey sevmezmiş birilerinden bir şey istemeyi. Ancak o gün çocuğu için bükmüş boynunu gitmiş bu amcanın yanına. Böyleyken böyle demiş. Tahtadan yapacaktım yine ama bu yıl yakacak odunu zor bulduk demiş. Geçen sohbetlerinde amcanın bahsettiği atacağını söylediği eşyaları görmek için izin istemiş. Dedim ya pek iyi anlaşırlarmış diye, amca başlarda oyuncak uçağı kendisi almak için diretmiş fakat sonra bakmış ki Şevket Bey böyle bir şeyi kabul etmeyecek artık ikiletmemiş ricasını deponun anahtarını vermiş. Şevket Bey depoya girdiğinde çuvalların üstünde duran klavye gözüne ilişmiş. Bu, demiş. Yalnız bunu alsam kâfi.
Firuze Hanım ve Şevket Bey uçağı tamamlamak için birkaç hafta uğraşmışlar. İşin sonunda ortaya çıkan oyuncağa gururla bakmışlar.
Şevket Bey’in bulduğu klavye, uçağın zemini olmuş. Tuşları birer koltuk olmuş, Firuze Hanım’ın yünleri ve ördüğü bebeklerle süslenmiş; delete, enter ve shift tuşları pilot odası olmuş. Eskiciden epey ucuza buldukları soba borusuyla uçağın dış hattını kurmuşlar. Birkaç pencere, iki de kanat yeri açmışlar boruya. Kestikleri borudan şekil verdikleri kanatları da gövdeye eklemişler. Şevket Bey son rötuşları yaparken Firuze Hanım da yünlerinden bir pilot şapkası örmüş evladına. Bu ilham verici uçağı bizimkine gösterdiklerinde âdeta havalara uçmuş. Elinden düşürmemiş yıllarca.
Zamanla, önce mahallede sonra kasabada adı klavye pilotuna çıkmış bizimkinin. Hâlâ da öyle seslenir görenler.
Yünden başladık nerelere geldik. Ah şu çenem.
Velhasıl yıllar boyu oynanmaktan yaptıkları uçak aşınmış, dökülmüş, parçalanmış. Bizimki çok üzülmüş tabii. Fakat ailesinin yanında olmasından başka bir şey dilemezmiş. Öyle çok iyi bir durumları yokmuş fakat birlikte geçirdikleri tüm zamanlar onlar için eşsizmiş.
Bizimki harfleri ilk o klavyede öğrenmiş. Yazıyı söktüğü gibi kalemden kağıttan sonra klavyede yazmayı denermiş. Önünde bir ekran yok tabii. Yalnızca harfleri bulur yazar, başarabildiği kadarıyla mutlu olurmuş. E bilgisayar alacak güç hâlâ yok. Firuze Hanım da Şevket Bey de evlatlarının gönlünden geçeni gerçekleştirmek isterlermiş ama kazandıklarıyla evi anca geçindirirlermiş. Hoş, gerçi bir şeyleri satın almadan da bir yolunu bulup yaptıkları da çok olmuş.
Yıllar geçmiş, durum daha da kötüye gitmiş. Elde avuçta ne varsa harcayıp doktor doktor gezer hâle gelmişler. Bizimkinin mutlu evinin çatısına ölüm konmuş. Şevket Bey gün geçtikçe gözlerinin önünde kaybolmuş. Doktorlar bizim yapabileceğimiz bir şey yok deyip göndermişler. E ecel gelmiş bir kere. Günü geldiğinde de yitip gitmiş Şevket Bey.
Firuze Hanım o gün bugündür dimdik dururdu bizimkinin yanında. Bir gün olsun yas etmez, durup dert yanmaz, şikayet etmezdi. Evladına yapabileceği en büyük kötülüğün onun için rolleri tersine çevirmek olacağını iyi bilirdi. İçin için yansa da ben kaç paralık insan olduğumu bilirim, benden daha büyük zorluklar yaşayan nice insan vardır; dert yanmak benim haddime mi der susardı.
Şevket Bey’in kaybının ardından evladının üstüne daha fazla düştü Firuze Hanım. Ördüğü yün battaniyelerle sardı sarmaladı onu. Yeri geldiğinde tüm gece yün dokudu sabahına sattı. Bir şekilde okutmaya çalıştı evladını. Ama yetmeyince yetmiyor işte. Firuze Hanım daha ne yapsındı?
Bizim klavye pilotu gün geçtikçe daha çok özendi bilgisayara. Annesinden isteyemeyeceğini bildiğinden çalışıp para kazanmak için izin almaya çalıştı. Yalvardı yakardı, istediğini elde etti sonunda. Herkesi şaşkına çevirecek bir azimle yıl boyunca usanmadan çalıştı. Aldığı bilgisayar kütüphanesi oldu. İlerleyen yıllarda okulunu bitirdi. Çalışması, çabalaması hiç eksilmedi. Babası yanında olmasa da onu bir yerlerden görüp onunla gurur duysun istedi.
Şimdilerde gerçek bir pilot olduğu haberi çalındı kulaklarıma. Firuze Hanım’ın da evladının desteğini alarak bir tekstil mağazası açtığı. Çok zaman geçti belki ama hak ettikleri hayata sonunda kavuşmalarının mutluluğuyla son buluyor satırlarım. Darısı henüz mutlu sona ulaşamamış hikâyelerin başına.