Uçakta sol yanımdaki cam kenarı koltuk boştu. Acaba? dedim içimden, Acaba çantamı koyabileceğim, yorulursam o tarafa dönüp, ayaklarımı karnıma doğru çekip uyuyabileceğim bir koltuğum mu olmuştu? Zengin bir insan sayılmazdım, bu koltukların her birinin tanesinin kaç lira olduğunu biliyordum. Şimdi oturduğum koltuğu bile ne manevralarla, tarayıcıyı kaç kere yenileyerek almıştım.
Ama öyle olmadı tabi. Koskoca Turkuaz Havayolları bir tane bileti satamazsa elalemin yüzüne nasıl bakardı. Ama en azından sıkıcı bir yolculuk olmayacağı belliydi. Çünkü Yeni Zelanda’ya giden bu uçağın sahibine en son ulaşan bu koltuğuna yerleşen kişi ünlü Yutubır Cemile Hasanoğlu’ndan başkası değildi.
Allah için çok güzel kadındı. İlk zamanlarında Yutub kanalını seyretmişliğim pek yoktu, ama o kadar popülerdi ki, zaten anasayfada kendisini görmemek mümkün olmuyordu. Ne zaman kendisini görsem, mausum ve gözlerim vidyonun önizlemesini gösteren o ufacık karede birkaç saniye olsun takılı kalırdı. Onunla evlendiğimi filan hiç hayal etmedim, ama nedense bir gün yutub kanalına beni çağıracak, sonra ben o kanalda uzmanlık alanım olan tek toynaklılar ve çift toynaklılar arasındaki evrimsel farkları usul usul, elimden gelebildiğince romantik bir şekilde anlatacaktım.
Kendisini tanıyorsanız, sonraki süreçte birden bire kendisinin de hafiften sıyırdığını, nasıl desek, keçileri kaçırdığını da biliyorsunuzdur. Bir ara bir hayvan haklarını koruma örgütü kendisine bir nebze para verdi herhalde, birkaç ay vejeteryanlıktan başka bir şeyden bahsetmeyen vidyolar yayınladı. Ama dedim ya güzel kadın. Bir keresinde “Adana Kebap yiyenler de, Urfa Kebap yiyenler de Katildir!” adlı vidyosunu herhalde beş kere filan seyrettim. Bekârlık zor.
Normalde güzellik ve cilt bakımı konularıyla ünlü olmuş, aslında Allah vergisi güzelliğini herkese “Vallahi billahi başlangıçta güzel değildim elli kilo Cerave kullandım da ondan güzel oldum.” diye yutturmaya çalışan bir kadınken, birden bire hayvan sever, vejeteryan, küçük tepe ve çalılara özel bir ilgisi olan bir hanıma dönüşmüştü.
Cemile Hanım’ı aslında ilk bakışta hemen tanıyamamıştım. Üşüyor gibi giyinmişti, başında bir bere, ellerinde eldiven, sırtında feraceye benzeyen uzun kollu, uzun bir kıyafet. Vidyolarındaki o kendine alabildiğine güvenen halinden de eser yoktu. Sıkılgan ve kırılgan görünüyordu.
Tabii cam kenarına geçeceğinden, yerimden kalktım, ona döndüm, “Buyrun” dedim. Tedirgin ve edilgin görünüyordu. Üzüntülüydü. Nedense onu mutlu etmem gerekir zannettim. Dahası, onu mutlu edebilirim de sandım. “Buyrun, Cemile Hanım.” dedim. Yüzünde onu tanımamın dikkate mazhar bir şey olduğuna dair bir şey uyanmayınca da, “Çok sıkı takipçinizim.” dedim, der demez de söylediğimden pişman oldum.
“Koyunsever misiniz, yani?” dedi. Yüzündeki dehşet mi desem, panik mi, her ne idiyse, değişmeden, tek düze bir sesle sordu. Ne desem bilemedim. “Sayılır” dedim. “Uzmanlık alanım küçükbaş fizyolojisi.”
Birdenbire yüzündeki ifade değişti, rahatladı, gülümsedi. “Beni takip etmeniz beni sevindirdi doktor bey.” dedi. “Bence bütün koyunseverler birbirini takip etmeli, tıpkı koyunlar gibi. Sizce de öyle değil mi?”
Ünlü yutubırın makyajsız hali görenleri şaşırttı. Aman Allah bu kadına gülmek ne biçim yakışıyordu öyle.
Bir anlığına gülümsemesine kapılsam da kesinlikle emindim ki, halinde ve tavrında gayrıtabii bir şeyler vardı. Pilotumuz İstanbul Sabiha Gökçen havalimanından Yeni Zelanda’nın Richmond havalimanına yapacağı seyahatin detaylarını sıralıyordu. Yolun ortalarında, yaklaşık beşinci saatte fırtınalı bir bölgeden geçeceğimiz için şimdiden özür diliyor, sarsıntılarda korkacak bir şey olmadığını söylerken, Cemile Hanım’ın başını irkilerek kaldırıp “Neeee-ee-eee” demesinde öyle tuhaf bir şey vardı ki, adını koyamıyordum.
Sonradan anlayacaktım. Henüz değil. Uçak havalandı, Cemile Hanım da çantasından leptopunu çıkarıp bir şeyler yazmaya başladı. Ama inanılmaz zorlanıyordu. Öyle böyle değil. Nedense eldivenini çıkarmamıştı. Ama sadece bu da değil. Eldivenlerinin içinde de bir şeylerin ters gittiği belli oluyordu. Romatizma diyeceğim, ama romatizma olamayacak kadar ciddi bir çarpıklık gibiydi. Sanki parmaklarını kullanmaktan çoktan vazgeçmişti de klavyeden seçtiği tuşlara ellerinin kenarıyla basmaya çalışıyordu. Yazdığı her ne idiyse, kendisi için çok önemli olduğu belliydi, çünkü pes etmiyor, uflayıp puflamıyordu bile, el ayalarıyla, yumruğunun kenarıyla, bir şekilde tuşlara teker teker basıyordu.
İnsanın içinde merhamet güzel insanlara karşı daha kolay uyanıyor. Bende de öyle oldu. Sohbete bir yerinden de girmek ümidiyle, “Ne yazıyorsunuz?” diye sordum.
“Kanalımın bir sonraki vidyosunun skripti. Bitirince sizinle de konuşmak isterim aslında... Belki uzmanlığınız bana faydalı olur.”
Dilime geleni söyleyiverdim:
“Bitirebilecek misiniz?”
Sarardı, bozardı, kızardı. Eldivenlerin içindeki ellerine baktı, bana baktı. Kızdı mı? Kızdı, ama sanki tam da kızmak değil. Leptopunu kapattı, çantasına koydu. Bana baktı.
“Koyunlar hakkında.” dedi. “Koyunların yünlerini kullanmak, tıpkı insanların saçlarını kullanmak gibi değil mi? Ne kadar barbarca.”
“Aslında öyle değil.” dedim. “Meselâ, peruklar da insan saçından yapılıyor. Sonuçta saç kestirmek acı veren bir şey değil.”
Düşündü. Elini saçlarına götürdü. Beresine yani.
“Ben koyun olsam...” dedi. Etrafına baktı, sanki bir sır veriyor gibi devam etti. “İnsanların saçlarımı... yünlerimi yani... öyle istedikleri gibi kullanmalarına izin vermezdim.” dedi. Yüzünde zalimce bir gülümseme vardı, hani sanki gerçekten birilerini bir şeylerden mahrum bırakıyor zalimliği.
Kanalımıza abone olmayı ve vidyoyu beğenmeyi unutmayın. Kebap yiyorsanız da canınız - önce abone olun - sonra cehenneme.
Koyunların yünlerinden bahsettim ona. Alabildiğine özenerek, neden meselâ keçilerin değil de koyunların tüylerinin o kadar uzun olduğunu anlattım. Bir nevi hayallerim gerçek olmuş gibiydi, işte popüler bir yutubır benimle oturuyor ve uzmanlığımla alakalı görüşlerimi dikkatle dinliyordu. Belki sonra vidyoya bile çıkardım, belli mi olur?
Tek toynaklılar ve çift toynaklılardan, farklı coğrafyalardaki boynuz uzunluklarından konu açtım. Evcilleştirme sürecinden bahsettim. Şu an bizim bildiğimiz bir koyunu doğaya salsak maalesef doğada yaşayamayacağını anlattım. Ben bunu söyler söylemez hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Afalladım. Elbette bütün ömrümü bu konulara vermiştim, bu konuların değersiz olacağını düşünemeyecek kadar mesai harcamıştım bu disipline. Yine de, içten içe... Alt tarafı üç beş koyun dört keçi hakkında alandışından herhangi bir insanın bu kadar hislenebilmesine, kendini bu kadar hırpalamasına ihtimal vermiyordum.
Ne yapacağımı, doğaya salınmış, tüyleri kesilmediği için bir çalıya takılmış kurda kuşa yem olmayı bekleyen bir koyun hakkında zırıl zırıl ağlayan bu hanımı nasıl sakinleştirebileceğimi bilemedim. Eldiveninin üzerinden elini tutayım dedim, elektrik çarpmış gibi çekti elini.
Gözlerime öfke ve nefretle baktı. “Koyunları kim evcilleştirmiş?” dedi. Kekeledim, “Milattan önce 9 bin ila 10 bin yıllarında... Mezopotamyalılar...” “Allah hepsinin belasını versin.” dedi.
Vermişti zaten. En azından benim vermiş olmalıydı.
Ona döndüm ve ne diyeceğimi bilemez bilemez baktım. Oturuşundaki tuhaflık dikkatimi çekti, kamburu çıkmış gibi oturuyordu. Eldivenli ellerini yüzüne kaldırmış, evirip çeviriyor, sonra ellerini yüzüne bastırıp ağlıyordu. Eh... O kadar popülariteden sonra kafayı yiyip keçileri kaçırması çok da tuhaf olmasa gerek.
Uyumuşum. Ne kadar uyumuşum. Bilmiyorum. Neredeyim. Cemile Hasanoğlu’nun yanında. Parfüm sıkmamış, makyaj yapmamış, ama star mı star. Hikâyeme devam etmeden önce beğenme butonuna abanmayı unutmayın.
Omzuma dokunmasıyla uyandım. “Ben size leptopumu versem. Benim yazacaklarımı siz yazsanız benim yerime, olur mu?” dedi. “Ellerim... Ellerim yaralandı, ben yazamıyorum. Bu vidyo kanalın en önemli vidyosu, çok acil yetiştirmeliyim.” dedi.
Ben zaten hayır demeyi hiç beceremem. Koskoca Cemile Hasanoğlu isteyince hele reddetmek aklımın ucundan bile geçmedi. Leptopunu dizimin üstüne koydum, parmaklarımı klavyeye uzattım, ne diyecek diye beklemeye başladım. “Bu hafta görüştüğüm bir bilim adamı bana dedi ki aslında biz hepimiz birer hayvanmışız ve evrim aracılığıyla kendimizi hayvan sanmamaya başlamışız. Yani hayvanlıkta çok ileri gidince kendini hayvan sanmamak hastalığı baş gösteriyormuş. Yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmemek gibi diyor bilim adamı... Bilim adamının adı.” Burada durdu ve bana baktı. “Benim adımı mı soruyorsunuz?” dedim, “hıhım” dedi. “Profesör Doktor Ahmet Fesih Cantürk. Ama ben böyle bişi demedim?”
Sinirlendi. “Yahu Ahmet, dedi ben senin karmaşık cümlelerini halkın anlayacağı hale sokuyorum yani.” Ben de sinirlendim, ama ne diyeceğime karar veremeden birden uçuş görevlilerinin uçağın içinde koşturmaya başladığını fark ettim. Korkacak bir şey yok, sadece uçağımız düşüyormuş.
Buraya üç cümlelik reklam aldım, hikâye reklamdan sonra devam edecekmiş. Ailenizin psikoloğu Elif Sena Ergin, Bolu’da yüzyüze yahut çevrimiçi şekilde terapi vermeye hazır ve nazır bekliyor. Danışanları kendisinin empat bir cimcime olduğunu söylüyorlar. Henüz az bilinirken, müşterilerinin oluşturduğu sıra kilometreleri bulmamışken yerinizi ayırtmayı unutmayın.
“Kaptan pilotunuz konuşuyor. Hakkınızı helal edin. Benim suçum değil.”
Uçağın hava durumu bozuk bir yerden geçeceği, türbülanstan korkmamıza gerek olmadığını zaten bize yolun başında söylemişlerdi, ama uçak düşerse ne yapmamız gerektiğini söylememişlerdi. Korkmalı mıydık? Uçurumun başında dikelen koyunlar gibi, birisinin önden gidip bize nasıl hissetmemiz gerektiğini göstermesini bekliyorduk. Birisi birden çığlık atınca hepimiz, “Nasıl da aklımıza gelmedi” diye düşündük ve çığlığına çığlıkla karşılık verdik.
Korkunun ecele faydası var mıdır? Bir bilimadamı olarak bu soruya cevabım, bu konunun henüz bir çözüme ulaşmadığı şeklinde. Elimizdeki tek veriler anektodal cinsten, meselâ bu kadar korkunun ardından ben sağ çıktım. Yolcuların pek çoğu çıkmadı. Belki onlar yeterince korkmamışlardır.
Issız bir tropik adaya düştük. İlginç sayılmaz, hepimiz romanlarda okuduk, dizilerde seyrettik. Ölsek daha ilginç olurdu, ona da biz şahit olmazdık, siz de üç buçuk dakikadan daha uzun üzülmezdiniz. Ama ben ölmedim. Şansa bakın ki Cemile Hasanoğlu da ölmedi. Ama öldü sıcaktan. Yani lafın gelişi. Feracesi, beresi, eldivenleriyle ter içinde kalmıştı. Şaşkınlıkla ona baktım. Pilot da sağ kalmıştı, özür dileyip duruyordu. Sonra baktı kimsenin lider olası yok, beş on kişiden ufak kabilemizin başkanı olmaya karar verdi. “Uçağı düşürdüğüm için özür dilerim.” dedi. “Yiyecek bulmamız lazım. Erkeklerden bir keşif ekibi oluşturalım, ne dersiniz?”
Hayatımda gördüğüm en kibar kabile şefiydi. Televizyondakiler dahil.
Adayı keşfe çıktık ve şansa bakın ki üzerinde tek bir kişinin olmadığı ıssız bir ada olmasına rağmen inanılmaz bereketli bir adaydı. Bir kere, ağaçlarının çoğu meyve veren cinstendi, bir kısım meyveyi tanıyamasam bile, meselâ muzu ve mangoyu tanımıştım. Sonra yaban hayatı da ehli sayılırdı. Etrafta korkmamız gereken yırtıcı bir hayvan yoktu. Buna dair kanıtımız, bulduğumuz açık alanlardan birinde, orta büyüklükte yabani bir koyun sürüsünün aheste aheste, hiçbir şeyden korkmayarak otlamasıydı.
Geri dönüp uçağın enkazının yanında bekleyen diğer yolculara durumu bildirdiğimizde Cemile Hasanoğlu az kalsın yüzüme tükürecekti. “Hani koyunlar doğada yaşayamazdı! Beni durduk yere, boşu boşuna mı ağlattın Allah’ın cahili.” Şimdi ben bu kadını dövsem diğer yolcular acaba bizi ayırırlar mı diye düşünürken, Cemile Hanım birden kalktı ve kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Herkes gözlerini ona dikti, ben dahil. Boynuzlarının üzerindeki beresini, kürkünün üzerindeki feracesini, toynaklarının üzerindeki eldivenlerini çıkardı ve saatlerdir içinde tuttuğu meelemesini birden salarak adanın içlerine doğru yürümeye başladı.