Yankı

Fatma Ünsal

“elden ne gelir, yaşamaya devam edeceğiz dayıcığım”

-Gecikti. Yaşlandı tabii. Ancak geliyordur. Olacak o kadar. Başkası bu kadar bekletecek olsa yakmıştım çırasını ama gelecek olan. Benim.

-Geciktim. Canım sağ olsun. Beklesin ne var? Kendisini bekliyor. Kesin sinirlenmiştir. Gizlice tuttuğu kriterleri. Neyse, ben epey kurtuldum onlardan. Söyleyeyim de sevinsin gariban. İnsan zaten yük. Bir de ondan tonla beklenti içinde olmak yükünden biraz arındım diyeyim de sevinsin. Arındım mı? Yoksa arınmış gibi yapmayı mı beceriyorum artık?

Kafenin en son masasına yerleşmiş bekliyor. En son çünkü ortalarda oturunca hafif tedirgin oluyor. Sonlar güvenli gibi. Hiç olmadı gözden biraz ırak olmalı. Pencere kenarı. Pencere kenarlarını sever. Otobüse bindiğinde de pencere kenarından alır koltuğu. Olur da biri yerine oturmuş olursa, kaldırır onları. -Hanımefendi orası benim yerim. -Ama benim çok uykum var. -Olabilir, benim de uykum var. Lütfen. Lütfen çok kesin. Arşimet’in aklı olsa dünyayı yerinden oynatmak için bu kelimeyi kullanırdı. Ama kullanmamış. Sayısalcı çünkü. Çelik çomak işi. Yok sopa yok kaldıraç.

Telaşlı. Kalbi çok hızlı atıyor. Gerildi, elleri terliyor. Garsonu kovar gibi savdı başından. Arkadaş gelince vereceğiz. Arkadaş mı? Arkadaş. İnsanın en yakın arkadaşı kendisidir… Yok artık, ne zırva laf. Yazmak için yazılmış çok satan lafı bu. Allah iki kol vermiş kendine sarılmak için. İki el vermiş sağ elin sol elini tutsun diye. En güvenilir yer, kendi omzum. En yakınımı aynaya bakınca görüyorum. Bana bir şey olursa yaşayamam. Yakarsa dünyayı kendini kaybedenler yakar. Yastığımı ıslattığım gözyaşlarım hepinizi boğmaya yeter. Acı çekmenin de bir şekli şemaili olmalı. Ne biçim acı çekiyorsunuz, ne biçim aforizmalar bunlar?

Sakin olun lütfen. Artık büyüdünüz. İnsanların acı çekme ve sevinme şekillerine karışmamalısınız. Haklısınız. Sonra ölüp gidiyorlar. En fena hâlleri bile hüngür hüngür ağlatıyor insanı. Haklısınız, karışmamalıyız.

Diğeri de telaşlı. Daha yaşlı olan. Yaş, telaşı azaltmıyor. Telaşın sebebini ve sonucunu iyi kestirmeye yarıyor yaş. Sonu görerek telaşlanmak, daha fena. Yaş almak bu yüzden fena. Yoksa ne var, günleri eritmiş oluyorsun, yolları devirmiş oluyorsun. Yoksa ne var? Görmek pek fena.

-Hah geldi. Gözlüklerden kurtulamamış. Tak çıkar tak çıkar olacağı o. Ama hiç değişmemişim ha. Gamsız değilim diye biliyorum ama gamsız mıymışım acaba?

-Bak oturmuş yine taa en arkalara. Hey ya Rabb’im hey. Ama nasıl da gençmişim. Gözlüğü de takmamış. Bulanık görüyordur. Beni genç bulmadıysa adımı değiştiririm.

-Hoş geldin.

Birinin hoparlörü açık, yankı yapıyor. Hoparlörü kapatalım lütfen.

-Hoş bulduk.

Yankı yapıyor dedik, kapatalım hoparlörü!

-Maşallah hiç değişmemişim. İyi gördüm kendimi, sevindim.

Hassasiyetiniz için teşekkürler.

-İltifat başkasını kandırmaya yarar daha çok. Kendine yalan söylemesen mi?

-Hâlâ inatçısın, tamam yaşlanmışım. Mutlu olmama iki dakika izin vermedin yine. Zaten sen hep böylesin.

Yok yok kavga etmiyorlar. Onların anlaşma şekli bu.

-Kuru inat değil ki. Ama çok üzüldüysen senin dediğin olsun. İnsan, önceki fotoğraflarına bakınca daha rahat anlıyor bunu. Baksaydın anlardın.

-Neyse. Yaş, yaşlanmak o kadar önemli değil benim için.

-Gençsin çünkü. Elinden gitmemiş şey, önemsiz olur tabii. Gidince önemseyeceksin.

-Kahve mi?

-Kahve. Ama şekersiz. Buna alışmaya çalışıyorum. Sağlıksız diyorlar. Hem de tadı şeker olmayınca daha güzel. Süt olsa da olur olmasa da.

-Bakar mısınız? İki kahve. Biri sütlü ve bol şekerli. Diğeri sade.

-Sen ısmarlıyorsun ha? Ama burada ben yaşıyorum. Benim ısmarlamam lazım. Şaka bir yana, seni yeniden görmek güzel.

- Ben bundan emin değilim. Biraz yabancı biri gibi geliyorsun bana.

-...’yi hatırlıyorsundur, üniversiteden. Geçen yaz yanıma geldi. İnanır mısın, dedi ki sen artık çok ciddisin.

-Doğru demiş. Ciddi duruyorsun. Gülebiliyorsun değil mi? Gül bakalım.

-Oldu mu böyle? Dişlerimize iyi bakabilmiş miyim?

Hayır, Colgate kullanmıyor. Beyefendi, çıkar mısınız reklama izin vermiyoruz. Güvenlik.

-Bakabilmişsin. Şehirde yaşamaktan ürkmüyor musun? BİM’de aktüele bakıp çıkmak, yolda tanıdıklara selam vere vere eve gelmek, ...’ın dağlarına kaçmak arada. Bunlar bana nefes aldırıyor. Kalabalığı sevmezsin sen. Ürkmüyor musun?

-Zaten yeni geldim buraya. Dağları özlüyorum. Biz dağları hep özlerdik. Yeni değil ki. Kalabalıktan korkmuyorum. Artık çoğu şeyden korkmuyorum. Yüzümü zırh yapıyorum çoğu kez. İşe yarıyor, sen de dene.

-Yok, suratımı asamam. Suratsız derler.

-Suratını as demiyorum ki. İnsanlar baktıklarında en azından beni tanımayanlar, güçlü olduğumu anlasınlar istiyorum. Bak şöyle yapıyorum:

-Ppppüüü, hiç olmadı ki öyle de. Ama evet, benden daha güçlü, benden daha yorgun duruyorsun. Yaşamak on yılda bu kadar yorar mı insanı?

-Günler her gün bir parça yorar. Parça parça. Yaşamak parçalı bir şey. Birden olmuyor. Parça parça yaşayıp parça parça ölüyoruz. Fark etmiyor musun?

-Kahveleriniz efendim.

-Teşekkürler.

-Teşekkür ederiz. Ya efendim demeseler olmuyor mu Allah Allaah.

-Takma o kadar yahu. Seni efendisi olarak gördüğünden demiyor bunu. Zaten sen de efendisi olduğu iddiasında değilsin.

-Hâlâ bir şeyleri uzatıyor olduğumu görmek üzücü. Neyse, yaşamak parçalı bir şey ne demek tam anlamadım ama yaşamak hedefler gerçekleşince tamamlanan bir şey. Çoğu tamamlandı hedeflerimin. Meslekte de az biraz tecrübe kazanırsam yaşamak aşağı yukarı rayına girer gibi.

Çitlediğiniz çekirdekleri sağa sola atmayınız. Pis misiniz siz? Genç olan, gözünü devirip duruyor. Yaşlı olan da ağzının arasında bir lafı çevirip duruyor. Ona göre. Sessizce izleyin.

-Hedeflerini gerçekleştirince ölecek misin o zaman? Yaşamak tamamlanıyormuş ya.

-Tövbe de, Allah gecinden versin. Gerçi sanırım en az on yılım var. Karşımda oturduğuna göre. Öyle demek değil ki. İşte düzen kurulur iyice. Tıngır mıngır devam eder hayat demek.

-Düzenimi kurdum az çok diyorsun. Neden hâlâ yarım geliyor o zaman?

-Bunun yaşamakla bir alakası yok.

-Nasıl yok? Bariz yaşamanın kendisi bu. Kurulmuş düzeninin içinde bile hâlâ elinin yetmediği zamanların telaşını, Allah’ın henüz vermediği lütufların derdini güdüyorsun. Hadi yalan de.

-... Sen artık gütmüyor musun?

-Gütmüyorum. Kadercilik bu, deyip çıkıyorlar işin içinden. Her günü tamamlayıp gelmemiş zamanlara sancı çekmeyi azalttım. Yüksekçe bir yerde oturup etrafı izlediğimi hissediyorum bazen. Ayaklarımı aşağı sallamışım, yürüyeceğim yolları az çok görüyorum. Yolların sonunu az biraz kestiriyormuşum gibi hissediyorum.

Kaderci bu abla. Yaşlı olan. Genç olana baksana, nasıl da yaslanmış arkasına. O da bizim gibi düşünüyor. Az daha çekirdek versene.

- Yani sen hem gelmemiş günlere sancı çekmeyi bıraktım diyorsun. Hem de yukarıdan bakıp zaten az buçuk görüyorum diyorsun. Hah, ne demek bu? Görüyormuşsun işte. Telaşlanmazsın tabii. Gelmemiş gün, gelmemiş olsa bile fark etmez ki o zaman. Sen şu kahvenden biraz iç de kendine gel. Hatların karıştı gibi.

-Müfredata çok takılmışsın. Salt edebiyat çalışırsan olacağı o. Neyse, azaltacaksın zamanla. Müfredatı çatır çatır eleştireceksin. Keyifle bekliyorum o günleri. Taş, sert mi sence?

-Sert tabii, atayım bir tane kafana?

-At, aynı anda kanar kafamız. Dayanamaz, bayılırsın. Seni ayıktırmaya uğraşamam. Bırakır giderim burada. Çoğu şey taşın sert olduğunu bildiğimiz gibi biliniyor zamanla. Yolu görmek demek bu. Yolun şeklini az buçuk çıkarabiliyorsun. Hangi köşeden çıkar onu kestiremiyorsun ama yolda seni yılanın çıyanın beklediği, belki aç bir aslanın pusu kurduğunu koklayabiliyorsun.

-Ben de biliyorum bunları. Yeni bir şey öğrendin sandım.

-Biliyorsun elbet. Biliyorsun tabii. Ama gücüne daha çok güveniyorsun. Gençliğin seni ukala kılıyor. Bildiklerinin yanından geçerken toprakla örtüyorsun onları.

Yok hanımefendi, patik satmanıza izin veremeyiz burada. Lütfen müessesemizden çıkar mısınız? Zamanı ağırlıyoruz da.

-Buranın kahvesi güzelmiş. Hep geliyorsun galiba?

-Entel miyim ben, hep dışarıda kahve içeyim? İşte böyle arkadaşlarla arada toplanırsak. Evi hâlâ daha çok seviyorum merak etme.

-Oh, çok şükür. Değiştim sandım. Okula giderken çok telaşlanıyorum. Müfredat yetişecek mi, iyi anlatabiliyor muyum. Bunlar çok yorucu.

-Bunlar geçiyor bir süre sonra. Tecrübe diye bir ilaç var, her gün görünmez bir el sürüyor bunu.

-Konuşursun tabii böyle rahat rahat. Daha tecrübelisin ondan böyle atıyorsun yüksekten.

-Senin yüksekten atma dediğin şeye on yılımı verdim, farkındasın değil mi?

-Haklısın. Şimdi sen, benden hemen hemen her konuda haklı mısın?

-Değilim bence. Daha çok yaşamak, insanı haklı çıkaran bir olgu değil.

-Ama hedeflerinin en büyüğüne ulaşmış olmak güzel his. Bu yaşamayı büyük oranda tamamlıyor gibi.

-Emin misin?

-Değilim. Ama çok güzel hismiş, herkes hocam hocam deyip duruyor. Hâlâ öyle geliyor mu sana?

-Gelmiyor üzgünüm. İsmimi söylemeleri kadar sıradan. Hayat, sağlam bir sıradanlaştırma makinesi.

-Yine en çok kendine insafsızsın değil mi?

- Eh, ne derler bilirsin can çıkar ama huy…

Yok bu yaşlı olan ölüp gider buradan ayrılmadan. Can çıkar demeye başladı.

-Sana baktıkça yüzünden silinen ışığı fark ettim. Üzüldüm buna.

-Sana baktıkça parlayıp duran ışığı fark ettim. Sevindim buna.

-Niye böyle oldu? Herkese böyle olur mu? Yani yaşamak, insanın yüzüne yerleşen o tuhaf pırıltıyı yıllar geçtikçe silen bir silgi mi?

-Ne güzel benzetme! Yazar mı olacaksın sen? Bilmem, siliyor galiba. Ama aynaya bakınca üzülmüyorum senin gibi.

-Seninle gelsem olmaz mı? Buna izin yok mu?

-Zaten hep benimle birliktesin. Sen ardım sıra hep peşimdesin.

-Yaşamak, insanın sırtını ağrıtıyor.

-Sırtını güçlendir o zaman. Bana yardım et.

Gözüm doldu ya. Yaşlı olana bak sen. Genç olan daha gariban geldi bana.

-Ne o, gidiyor musun? Eskici’deki Hasan gibi ağlarım bak.

-Ağlasan da ağlamasan da gitmek zorundayım. Dedim ya hem, hep benimlesin.

İnsanın kendisine vedası da bir tuhaf. Her gün yaşıyoruz bunu, nesi tuhaf? Çekirdek yiyen filozof olmaz, sus felsefe yapma.

-Yemek yapacaksın galiba, acele ettiğine göre. Etrafı da toparlaman gerek şimdi.

-Hayır, hepsini hallettim buraya gelmeden. Ben, sen miyim?

-Değil misin?