Adnovakya

Emine Ecran Şenel

Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (böyle yaptık.) Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevmez. (Hadid sr. 23)

Bugün Adnovakya’dan ayrılışımızın otuzuncu yıl dönümü. Geleneksel yas günü. Yine ağlıyor büyüklerimiz. Feryat ede ede ağlıyor. Kuşlar aracılığıyla özür ve dilek mektupları gönderiyorlar Kral Aziz’e. Saçlarını yoluyorlar, dizlerini dövüyorlar, yüzlerine karalar sürüyorlar. Büyük dedem yine kendisini eve kapatmış. Üç gün yemez, içmez, konuşmaz. Büyük ninem kendini eve kapatmaz ama o da üç gün yemez, içmez, konuşmaz. Dedem, ninem, annem, babam, halalarım, amcalarım hepsi çok az yer, çok az konuşurlar yas günlerinde. Onlara göre dünyanın en kötü günüdür bugün. Otuz yıl önce yaşananlar yaşanmadan ölseydik diye düşünürler. Adnovakya’dan uzak, Kral Aziz’den ayrı kalmak ölümden betermiş, öyle derler.

Otuz yıl önce bugün, büyük dedemiz her ne suç işlemişse “Git!” demiş Kral Aziz. “Git! Seni görmek istemiyorum. Ne zaman ki benim güvenimi yeniden kazanırsın, ancak o zaman dönebilirsin buraya.” Dedem çok üzülmüş, pişman olmuş ama her şey için çok geçmiş. Aslında büyük dedem, zamanında Kral Aziz’in yaveriymiş. Hem yaveri hem yâreniymiş. Uzun yıllar birliktelermiş. Dostlukları dillere destanmış. Fakat o gün o sırlı hatadan dolayı Kral Aziz, dedemi tüm ailesiyle birlikte buralara sürmüş. Büyük dedem anlatmaz ne olduğunu “Hata benim,” der, başka da ayrıntı vermez. Dillendirdikçe normalleşir, normalleştikçe pişmanlığı azaltırmış kötülükler. Yeterince pişman olmayan affedilmezmiş. Eski vatanımıza dönebilmemiz için Kral Aziz’in bizi affetmesi gerekiyormuş. En güzel kim affettirirse kendisini, önce onu alacakmış yanına. Bunun için affedilmek ve oraya dönmek büyüklerimizin en büyük hayali, en büyük hedefiydi. Biz gençlerse onların bu çabalarına, bu hasretlerine anlam veremiyorduk. Zira burada gül gibi geçinip gidiyorduk, ne gerek vardı geldiğimiz yere dönmeye. Kim bilir belki de topraklarımızı büyütüp Kral Aziz’in imparatorluğundan daha büyük bir imparatorluk kurabilirdik. Ama eski kafalı büyüklerimiz ileriye giderek büyümek, büyüyerek bâki kalmak dururken geriye dönmenin hayaliyle yaşıyorlardı.

Neymiş efendim Adnovakya toprakları gibi kutsal topraklar hiçbir yerde yokmuş. Oradaki nimetlerin tadı bir başkaymış. Orada gökyüzünün mavisi daha derin, bülbülün şarkısı daha içten, yağmurun sesi daha muştuluymuş. Orada hüzün, keder, kaygı, hastalık, yorgunluk yokmuş. Kral Aziz, halkına karşı çok merhametli, çok cömert, çok anlayışlı bir yöneticiymiş… Miş miş de miş miş. Daha bunun gibi onlarca palavra. Çocukken inanırdık bu palavralara. Hiç unutmam anneme sormuştum “İstediğim kadar dondurma yiyebilir miyim orada,” diye. “Evet,” demişti annem. “Hem de dondurmaların en güzelini.” Bir kazan dolusu dondurma yemeyi hayal ederdim o zamanlar. Ya hala kızı Hazeran’a ne demeli? Adnovakya’ya gidince koluna bir sepet takacakmış, milyonlarca çiçek toplayacakmış. Günah, diye burada izin vermiyorlarmış çiçek toplamasına. Bir insanın en büyük hayali çiçek toplamak olabilir mi? O insan Hazeran olunca oluyor işte. Gerçi çocuktu o zamanlar. Çocukken en büyük hayaller, her şey olabilir. İstediği kadar büyük, istediği kadar sınırsız, istediği kadar imkânsız olabilir. İnsanlar büyüdükçe, küçülür hayalleri. Tıpkı gönülleri gibi.

Çocukluk bitip gençlik yılları başlayınca usandık Adnovakya ve Kral Aziz hikâyelerinden. İsyan ettik. İtiraz ettik. Yeter be, dedik. Bizim vatanımız burası. Ölene kadar burada yaşayacağız, ölünce de buraya gömüleceğiz, dedik. “Susun,” dedi büyüklerimiz telaşla. Kulaklarını kapattılar. Kafalarını eğdiler. Bizden utandılar. Kral Aziz’e bizim adımıza özür mektupları yazdılar. “Hiç görmediğimiz ve bizi hiç görmeyen Kral nereden bilecek bizim söylediklerimizi,” dedik. Onun gözcü ve haberci kuşları varmış, öyle söylediler. Buna da inanmadık tabii. “Biz zaten istemiyoruz onun topraklarına gitmek. Duyarsa duysun,” dedik. Bağırdı büyüklerimiz. “Sizin yüzünüzden biz de gidemeyeceğiz. Susun!” Korkaklar. Genç grubumuzu dağıtmaya çalıştılar. Bizi evlere hapsettiler. Daha çok isyan ettik. Dayanamayıp bıraktılar. Özür mektuplarının sayısını artırarak kendilerini rahatlattılar. Biz de bu topraklara yerleşme çalışmaları yaparak kendimizi rahatlattık.

İlk hedefimiz ziraî faaliyetlerimizi geliştirip birbirinden lezzetli ürünler yetiştirmekti. Bir kayık gezisi esnasında karşı adada yaşayan insanların yanına gidince görmüştük toprağın buğdaydan başka nice nimetler verdiğini. Fakat bizim de onlar gibi ürünler elde edebilmemiz için önce tohumlara ihtiyacımız vardı. Oysa ailelerimiz yalnızca buğday ekiyor, kuru ekmekten başka bir şey yemiyorlardı. Böylece bu topraklarda yaşamaya alışmayacak, acılarını ilk günkü gibi taze tutacaklarmış. Biz, yeni ve daha lezzetli ürünlerin tohumlarını başka topraklardan temin etme planları yaparken bir kuş sürüsü geldi olduğumuz yere. Kuşların bir kısmı yeri eşelerken bir kısmı da gagalarında getirdikleri tohumları ektiler. Hayretle izledik kuşları. Kuşlar, işlerini bitirip gidince, koşup olanları ailelerimize haber verdik. Ailelerimiz onları Kral Aziz’in gönderdiğini söylediler. Kral Aziz bizden vazgeçmemiş, diye sevindiler.

Ertesi sabah toplanma yerine gittiğimizde ekilen tohumlardan çeşitli ağaçlar büyüdüğünü hatta her ağacın farklı meyveler verdiklerini gördük. Bu büyük bir mucizeydi. Adnovakya’nın tohumları böyle çabuk ürün verirmiş. Orada mucize diye bir şey yokmuş. Adnovakya başlı başına bir mucizeymiş zaten. Gençtik. Bütün duygularımızı delice yaşıyorduk. Meyveleri görünce sevinçten çıldırdık. İsmini bilmediğimiz türlü meyvelerle ceplerimizi doldurup büyüklerimize götürdük. Ben, en önce büyük dedeme götürdüm. “Kral Aziz’in gönderdiği tohumlardan çıktı bunlar,” dedim. Hafif tebessüm etti büyük dedem. “Bunlar, esas vatanımızdaki meyvelerin yerini tutmaz,” dedi ve elini bile sürmedi. Bizim büyük bir iştahla hapur hupur yediğimiz meyveleri, büyüklerimiz ağızlarına alır almaz çıkardılar. “Çocuklar, bu meyvelerin tadı yok. Yemeyin bunları. Adnovakya’ya gittiğimizde daha güzellerini yiyeceksiniz,” dediler. Bu, iyilikten anlamaz büyüklerimizi eski anılarıyla baş başa bırakıp yeni bahçemize koştuk. Çatlayana kadar meyve yedik. Bizim için büyük zaferdi. İlk başarımızdı. Göz bebeğimiz, bahçemiz.

O gece mutluluktan uyuyamadım. Sabah gün doğar doğmaz bahçemizde buluşacaktık gençlerle ve bu topraklara tam yerleşmek için başka neler yapabileceğimizi konuşacaktık. Kahvaltımızı da meyvelerle yapacaktık. Fakat sabah çok kötü şeyler oldu. Büyük bir fırtına çıktı. Kral Aziz’in gönderdiği rüzgâr gemisinin bizim adaya uzattığı borulardan üflenen şiddetli hava çıkardı bu fırtınayı. Büyüklerimizin derme çatma yaptığı evlerimizin çatılarını uçuracak kadar büyük ve şiddetliydi. Bahçeye koşmak istedim. Ağaçlarımızı korumak istedim. Babam zorla tuttu beni. “Bu fırtınada ne kendini ne de başka bir şeyi koruyabilirsin,” dedi. Pencereden baktığımda etrafta uçuşan köklerinden kopmuş ağaçları gördüm. Bağırarak ağlamaya başladım. Annem beni sakinleştimek için “Adnovakya’ya gidin…” diye söze başlamıştı ki kızdım “Artık duymak istemiyorum. Adnovakya ismini de Kral Aziz ismini de duymak istemiyorum. Asla gitmeyeceğim oraya asla,” dedim. Babam susturdu beni. Kral Aziz çok kızarmış bu sözlere. Kızarsa kızsın. Ben de kızdım.

Fırtınadan sonraki gün ailemizin gençleriyle toplandık. “Pes etmemeliyiz,” dedim ben. Hazeran “Belki de pes etmeliyiz,” dedi. Çok öfkeliydim. Ona da kızdım “Sen yine milyonlarca çiçek toplama hayaliyle bir köşede otur ve bekle istersen Hazeran Hanım,” dedim. Kızardı Hazeran. Üzüldü ve utandı. “Hiç bilmediğimiz topraklara gitme hayaliyle yıllarca her güzellikten mahrum yaşadık. Bak karşı adadaki çocuklara, bizden daha mutlular. Daha kuvvetli, daha etli butlular. Biz ne eğlenmeyi biliyoruz, ne yemeyi ne içmeyi. Yıllardır gideceğiz diye kendimizi hiçbir yere ait hissedemedik. Doğru düzgün bir evimiz yok, odamız yok, oyuncaklarımız yok.” dedim. “Doğruuu,” dedi bütün gençler hep bir ağızdan. Yeniden planlar yapmaya başladık. Bu seferki planımız daha sağlam, daha geniş, daha güzel evler inşa etmek olmalıydı. Öyle karar aldık. Fakat bunun için neye ihtiyacımız olduğunu bile bilmeyecek kadar bilgisizdik. Dedeme başvurmayı düşündük. Büyüklerimizden en anlayışlısı oydu. Dedeme fikrimizi sunduğumuzda çok beğendi. İnşaat malzemesi edinmek ve nasıl yapacağımızı öğrenmek için bizi karşı adaya götürdü. Oradaki inşaat ustalarına rica etti. Ustalar da bizi yanlarına kabul ettiler. Çalışmamız karşılığında yevmiye olarak inşaat malzemesi vereceklerdi. Yememiz, içmemiz onlara ait olacaktı. Aylarca her sabah erkenden karşı adaya gidip akşama kadar çalıştık. Ailelerimiz çok hoşnut olmasa da büyük dedemiz itiraz etmediği için bir şey demediler. Belki de dedemiz konuşmuş, ikna etmiştir kendisini. Yeteri kadar malzeme edinince işe gitmeyi bıraktık. Oradaki amcalardan azmimizi takdir eden bazıları da bize yardım için geldiler ve inşaata başladık. Kocaman bir bahçenin etrafına her aileye birer daire olacak şekilde kocaman bir yapı inşa edecektik. Bütün sülale bir bahçede toplanacak, istediğimiz zaman yemekleri birlikte yiyecektik. Her dairede üç oda, bir salon, tuvalet, banyo, mutfak olacaktı. Belli etmiyorlardı ama yıllardır tek odalı evlere sıkışan ailelerimizin de hoşuna gitmişti bu proje. Herkes dört bir elden çalıştı ve kısa sürede bitirdik.

Tam yerleşeceğimiz gün adaya kocaman bir kuş geldi. Rengârenk tüyleri olan, kocaman gözleri ve gagası olan bir kuş. Sahile kondu. “Aziz!” diye seslendi. Aziz, dedemin adıydı. Büyük dedem, oğlu olunca çok sevdiği Kral arkadaşının adını vermiş oğluna. Dedem, kuşun yanına gitti. Bir şeyler konuştular kuşla. Sonra dedem kuşun sırtına bindi. Bize el salladı. Hoşça kalın dercesine. Büyük dedem o gün çok ağladı. Çocuk gibi hüngür hüngür ağladı. Onu hiç öyle görmemiştim. Büyük ninem de çok ağladı. “Onu bırak beni al!” diye yalvardı kuşa ama kuş dinlemedi. Büyük bir gürültüyle çırptı kanatlarını ve uçtu. Uçup gitti. Büyük dedemiz kendisini yine evine kapattı. Bir daha da çıkmadı. Bizler, bir yanımız eksik olsa da yerleştik yeni evlerimize. Her şey çok güzeldi aslında ama dedemin gidişinden dolayı bu güzelliğin mutluluğunu belli edemiyorduk. Ayıp olmasın diye.

Dedemin gidişinden üç gün sonra yeterince yas tuttuğumuzu düşündük ve planlarımızı uygulamaya devam etme kararı aldık. Yeni projemiz, ailelerimize ekmekten başka yemekler yiyebileceğimizi anlatmaktı. Onlar yemese de biz yapıp yiyecektik. Karşı adaya geçtik. Yine çalışıp yemeklik ürünler satın aldık. Orada yaşayan teyzelerden yemek tarifleri aldık. Döndüğümüzde sahile konmuş bekleyen o büyük kuşu gördük yine. Bütün aile kuşun etrafında toplanmıştı. Kuş “Hazeran,” dedi bu sefer. Halam “Hayır!” diye bağırdı. “Hayır! O daha çok küçük. Yalnız başına yapamaz. Beni de al. Beraber götür,” dedi. Kuş yine dinlemedi. Hazeran’ın babası eniştem, kuşa saldırmaya kalkıştı. Yerde bulduğu kocaman bir taşla üstüne yürüdü. Babamlar zor tuttular. Hazeran’a “Gitme,” dedim ama beni dinlemedi. Anne ve babasının feryatlarını da görmezden geldi. Atladı kuşun sırtına el sallaya sallaya gitti. Hazeran’a çok kızdım. Davamıza ihanet etti. Oysa biz buraya yerleşecektik. Burayı güzelleştirecek, sonsuza kadar yaşanabilecek güzel bir yer hâline getirecektik. “Giderse gitsin. Biz yemeklerimizi yapıp yiyelim,” dedim. Büyüklerimiz itiraz ettiler. Lezzetli yemekler yemeye henüz lâyık değilmişiz. Hem ne kadar lezzetli olabilirmiş ki. Adnovakya’da pişen yemekleri görmeliymişiz. Bunların tadı asla oradakiler gibi olamazmış. Üstelik aramızdan ayrılanlar varken bunu yapmamız ayıp sayılırmış. Ayıp edenler affedilenler zümresine katılamazmış. Hiç birini dinlemedik. Karşı adadakilerden öğrendiğimiz tandır kebabını, pirinç pilavını yaptık. Yanına da çeşitli sebzelerden rengârenk bir salata. Afiyetle de yedik. Oh olsun, Hazeran yiyemedi hiç birinden. Toplasın şimdi milyonlarca çiçeğini.

Büyük dedem artık hiç konuşmuyor ve hiç dışarı çıkmıyordu. Onunla birlikte bütün büyükler artık çok daha mutsuzdular. Onların mutsuzluğu bizi de etkiliyordu. Yaşama hevesimiz günden güne kırılıyordu ama davamızdan dönmeme adına belli etmiyorduk. Kütüphane kurmak, hayvan beslemek, sebze yetiştirmek, uzak diyarlara gezi turları düzenlemek gibi planlar yapıyorduk. İçten içe planlarımızı gerçekleştirememekten de çok korkuyorduk. Bu korkunun; büyüklerimizin içinde bulunduğu, bizi de zorla içine çekmeye çalıştığı mutsuzluk kuyusundan kaynaklandığını düşünüyordum. Bu düşünce beni daha çok hırslandırıyordu.

Hazeran gittikten birkaç gün sonra adaya kocaman bir gemi yaklaştı. Gemiden yüzlerce fil indi. Filler koşarak geldiler ve evlerimize saldırdılar. O kadar büyük o kadar kuvvetliydiler ki evlerimizin pencerelerini, duvarlarını, kapılarını yerle bir ettiler. Korktuğumuz için fillere yaklaşamadık. Evlerimizi yıktıktan sonra geldikleri gibi gittiler. Bu da Kral Aziz’in işiydi. Çok ağladık. Kral Aziz’e küfrettim. Babam kızdı. Neredeyse beni dövecekti. Sonra elimden tutup büyük dedemin yanına götürdü. Beni şikâyet etti. Büyük dedem babamı gönderdi. Karşıma geçti ve “Bak evlat. Kral Aziz’i benden daha iyi tanıyan yoktur. O, kötü birisi değil. Bilakis ne kadar iyi birisi olduğunu tahmin bile edemezsin. Bizi yanına almak, rahat ettirmek istiyor. Bunun için de buralardan önce gönlen koparmak istiyor.” dedi. Ben “Ben kopmak istemiyorum. Gönlen de zihnen de bedenen de kopmak istemiyorum,” dedim ve çıktım. Dışarıda herkes perişandı. Kadınlar ağıtlar yakıyor, erkekler ağladıkları görünmesin diye elleriyle yüzlerini kapatmış yere çökmüş oturuyorlardı. Gençler hem ağlıyor hem ayaklarıyla taşları tekmeliyorlardı.

O esnada dedem ve Hazeran’ı götüren kuşlara benzeyen onlarca kuş göründü gökyüzünde. Gelip sahile kondular. Tek tek hepimizin adını saydılar. Herkes gitti, kendi adını söyleyen kuşun sırtına bindi. Ben gitmedim. Annem kuşunun sırtından inip yanıma geldi “Oğlum yapma. Biliyorum kızgınsın ama yapma. Nereye gidersen git, ne yaşarsan yaşa Adnovakya gibi olamaz. Orayı görmediğin için bilemezsin. Şimdi gel, beğenmezsen sonra geri dönersin,” dedi. Kabul etmedim. Annemin kuşu tekrar seslendi. Annem koşarak gitti. Kuşlar havalandılar ve tüm yakınlarımı alıp götürdüler. Gözlerim buğulandı. Boğazım düğümlendi. Dizlerim titredi. Kendimi çok çaresiz hissettim. Bağıra bağıra ağlamak istedim fakat Kral Aziz’in haberci kuşları haber verir de benim güçsüzlüğümle alay ederler diye ağlamadım.

Kayığa atlayıp karşı adaya geçtim. İnşaat ustalarından en sevdiğim Yorgos amcanın yanına gittim. Durumumu ona anlattım. “Keşke gitseydin evlat. Gurbette ömür geçer mi? Ruh hasretle kıvranırken, beden huzuru bulur mu?” dedi. Yine de onunla ve ailesiyle birlikte yaşayabileceğimi söyledi. Beni evine götürdü. Eşi ve kızıyla birlikte yaşıyorlardı. Dünyalar güzeli bir kızı vardı. Amaranda. Ahu gibi gözleri, ipek gibi kirpikleri, sırma gibi saçları, inci gibi dişleri vardı. Hele sesi, billur gibiydi. Onu görünce kendimi kaybediyordum. “İşte ben huzuru buldum Yorgos amca,” dedim. İçimden.

Kısa süre içinde Amaranda’ya evlilik teklif ettim. O da beni beğendiğini, mücadeleme, dik duruşuma hayran olduğunu söyledi ve evlilik teklifimi kabul etti. Anne ve babasına durumu anlattığımızda yanlarında yaşamaya devam etmemiz şartıyla evlenmemizi kabul ettiler. O adanın âdetlerine göre düğün hazırlığı yapmaya başladık. Düğünümüze bir gün kala yine o kocaman kuşlardan biri geldi. “Boşuna geldin ahbap, ben bu dünyada aradığım huzuru Amaranda’nın gözlerinde buldum. Onu hiçbir güzelliğe değişmem,” dedim. Ada insanları toplanmış merakla kuşa bakıyorlardı. Kuş, gagasını araladı ve “Amaranda,” dedi. Amaranda büyük bir şaşkınlık ve heyecanla kuşun yanına geldi. Ben “Hayır Amaranda! Hayır sevgilim, dinleme onu,” desem de Amaranda kuşun renkli tüylerini okşayarak sevmeye başladı. Kuş, fısıltıyla kulağına bir şeyler söyledi ve Amaranda’yı sırtına alıp götürdü. Amaranda’nın anne ve babası çok ağladı. Bana hakaretler ettiler. “Senin yüzünden,” dediler. Beni görmek istemediklerini söylediler. Ben de sevdiğim gittikten sonra buralarda kalamazdım zaten.

Kayığıma bindim ve denizin ortalarına doğru sürdüm. Tepemde uçuşan kuş sürüsünün Kral Aziz’in haberci kuşları olduğunu düşünerek “Ey Kral Aziz! Bütün sevdiklerimi aldın. Okyanuslar kadar derin, uçsuz bucaksız bir yalnızlığın ortasında bıraktın beni. İtiraf ediyorum, belki biraz da benim yüzümden oldu bunlar. Bu vakitten sonra beni affeder misin affetmez misin, bilmem. Affedeceğini bilseydim sana özür mektubu yollardım,” dedim ve denize bıraktım kendimi. Daldım. Daldım. Daldım. En dibe yaklaştığımda kocaman bir balık geldi yanıma. Etrafımda dolaştı. Yüzüme baktı. Adımı söyledi. Sonra beni sırtına aldı ve yüzeye yaklaşıp süratle yüzmeye başladı. Kısa bir süre sonra Adnovakya topraklarındaydık…