Seni Merhem Diye

Fatma Ünsal

kar tatillerine ve Fatma’ya

Ben durunca dünya da duruyor, kaç kere denedim. Yine deneyeyim: Durdum.

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………

Şimdi bunları silsen, dünya durmamış olacak, diyenin de alnı müsaitse karışlayayım.

Ben durunca dünya da duruyor. Bir ki üç. Tıp!

……………………………………………………………………………………………….

……………………………………………………………………………………………….

……………………………………………………………………………………………….

Sınıfta bunu ilk Mustafa’ya söyledim. Önce durdu, sonra suratıma suratıma püskürdü güleceğim diye. Ne gülüyorsun lan, dedim. Ensesine vurmaya yeltendim ama elimi tuttu. Vursaydım, engellenmemin hıncını alacaktım da içime dert olarak kalmayacaktı. Ölürken vücuduma ağırlık yapacak şeylerden birini de yükledi Mustafa. Elimi tuttu. Duruyor lan duruyor, diye bağırmışım. Sınıfın geri kalanı da baktı bana. Kalktı bu turuncu kafası, hin hin bakan gözleri ve sanki yumurta yutmuş gibi çıkan sesiyle: Bu Mehmet var ya bu Mehmet, bu durunca dünya da duruyormuş haa! diye bağırıverdi. Eşşoğlu beş kulak! Sırrımı orta yere saçıverdi. Zaten şu insan denen mahluk, sır ona verilir verilmez aklından kime anlatsam diye geçirmiyorsa ben de bir şey bilmiyorum.

Uzun uzun dalga geçtiler benimle. Erkekler gelip vura vura gülüyordu bir de. İlkel sevinme metodu. Vurmadan sevinemez kimisi. En aptalca dalga geçen ise Erhan’dı. Daha measure diyemiyor, benimle dalga geçip durdu bir de. Söyle ulan Erhan measure, desem. Meaşure der. Yok Menşure. Ama dalga geçmeye gelince geçiyor. Kızlar da kıkır da kıkır. Ben sizin içine kir dolmuş uzun tırnaklarınıza bir şey diyor muyum? Saçınızı yıkamamak için sabahları saçınıza bebek pudrası döktüğünüzü anlatıyordunuz geçen, başınıza kakıyor muyum? Ama siz neden benim hür bir şekilde, durduğumda dünyanın da durduğunu iddia etmeme bu kadar hain, bu kadar düz, bu kadar araştırıp etmeden beni dinlemeden boynuma ilmeği takmak suretiyle… Kısa kesemiyorum sinirlenince. Ama şimdi ölsem. Gençliğimin bu en kar beyaz zamanlarında. Hani dünyanın tüm bucaklarını görmemişken. Ölsem. Sırama çiçek bırakırsınız utanmadan. Bu sefer güldürmedi, bile dersiniz. Büyük bir huşuyla anlatırsınız benimle olan ufak tefek, bit yeniği kadar olan anılarınızı. Birisi ölünce geride kalanların kimileri onu anlatırken, anarken aptallaşıyor. Kardeşim ölünce yakın akrabalardan biri şöyle demişti bana durup dururken: Yaa Mehmet, bak kardeşin bu eve ne gelmiş ne uğramış. Çekti gitti işte. Ölüm, aptalları ayırma aracı. Dünyadaki çoğu imtihan gibi.

Onlar dalga geçerken, kalktım ayağa ve en gür sesimle bağırdım: Beeen, duruncaa, dünya daa, duruyor dedimmMMM! Durdum. Durdu. Bayağı. Bakakaldılar bana. Hale’nin ağzı açık kaldı, Mustafa’nın kızıl suratı donuk, Esma test kitabına eğik, çöp kovasının başında Serpil ve Şule.

Tam beş saniye durdum. Tam beş saniye dondu her şey. Bir. İki. Üç. Dört. Beş.

Olur mu lan öyle şey? diye karşı çıktı Hüseyin. Oldu, ben de durayım o zaman da hoca da donsun matematik yazılısının ortasında. Çekeyim ha kopyaları çekeyim, çekeyim de çekeyim. Olur mu lan öyle şey?

“Ne kopyası Hüseyin? Hem de benim dersimde mi?” diye bir ses böldü Hüseyin’in sözünü. Hüseyin yarım çizip baktı ki matematikçi. Hüseyin buruşuk bir kâğıda benziyordu sırasına geçerken.

Teneffüste Mesude geldi yanıma. Bozuktum tabii herkese. Delikanlı adama gülünür mü? Hem de bu çağında. Hem de çiçekleri yeni açıyorken dallarına kar yağdırılır mı? Hıh lafa da bak, güldürdün ya kendine. Geldi Mesude, sıramın başında durdu. “Ne var?” dedim ters ters. “Hiiç,” dedi. “Ben sana inanıyorum, onu demeye geldim.” Başımı kaldırdım, iri ela gözleri sahiden inanıyor gibi bakıyordu. Kız Mesude, sen bu kadar güzel miydin?

Gülümsedim. “Sağ ol Mesude,” dedim. “Ama teselli etmene gerek yok. Sevineyim diye yalan da söyleme. Yalancıları hiç sevmem.” Mesude’nin gülen yüzü düştü, iri ela gözlerine pus çöktü. Kıza yalancısın mı dedim ben? Evet. “Şey yani Mesude, benim için üzülme demek istedim. Yani bana inanmayabilirsin, normal.” Mesude’nin yüzü şekilden şekle girdi, ondan beklenmeyecek bir şekilde sırama ellerini dayadı. Sandım ki arabesk bir şarkıya başlayacak, yüzü öyle bir hâl aldı. “Sen bana desen ki ben başımı çevirdikçe güneş kıkır kıkır gülüyor, ben ona da inanırım anladın mı Mehmet Bey?” dedi ve hışımla sırasına geçti oturdu. Zil çaldı sonra. Bir ton uğultu. “Geç yerine geç geç geç. Âdem şu pencereleri aç, ne yediniz yine sınıfta? Leş gibi kokuyor.” sesleri. Biyolojici geldi. Koku uzmanı bu adam. Titiz. Elleri bembeyaz. Önlüğünde tek leke yok. Ense tıraşı her zaman düzgün. Geçinilmez bu adamla. Mesude’ye baktım. Somurtmuş oturuyor. Bir aralık benden yana bakar gibi oldu. Geri çevirdi başını. Demek güneş ha, güler ha? Vay be ayna olsa da suratıma baksam. Yakışıklı mıymışım ya ben bu kadar?

Okul çıkışı koşarak Mesude’nin yanına gittim. “Ne var?” dedi ters ters. Kız milleti. Benim dediğimin aynısını dedi ama sanki harflerin her biri bir bıçak. “Hiiç,” dedim. Seninle yürümek istiyorum.” “İyi yürü,” dedi. “Allah’ın yolu.” Yürüdük. Hiç konuşmadı. Yol ayrımında iyi akşamlar, dedi ve çekti gitti. Ulan Mehmet, durdursana dünyayı. Şimdi de daha hızlı dönmeye başladı.

Eve varınca mahkeme duvarı suratımı gören annem telaşlandı. Yok bir şey, deyip savdım başımdan. Neden sonra odama ninem geldi. Suratı bembeyaz bu kadının. Nur mübarek. Canım Cemile’m. Oturur oturmaz dizine uzandım. Başımı okşamaya başlarken: ”Kızlar üzmüş seni,” dedi. “Nereden bildin nene? Ermişsin sen ermiş. Evradüezkârı mı arttırdın n’aptın?” Güldü göbeğini oynata oynata.

“Zevzek.” dedi. “Tövbe de. Kızlar üzünce katır tepmişe döner oğlanların suratı da ondan bildim.” dedi.

“Üzdü,” dedim. “Aslında ben üzdüm, çok ayıp ettim kıza. Hem de bana inandığını söyleyen bir kıza.”

“Eh, af dilemedin mi hı dedesi kılıklı?”

“Dilemedim de ama pişman olduğumu belli ettim.” dedim.

“Kızlar belli etmeyi sevmezler. Bırak belli etmeyi iyice, açık açık diyeceksin, dediklerine çiçekler böcekler dizeceksin. Onu isterler a benim pamuk kuzum. Niye kızdırdın kızı? Adı neymiş hem?”

“Adı Mesude.” dedim. “Ben durunca dünyanın da durduğuna inanmama inandığını söyledi. Ben de şey dedim…Yalancı…”

Ninem alnıma bir tane yapıştırdı.”Tuh sana,” dedi. “Millet sana inansa suç, inanmasa suç. Terbiyesiz. Denir mi hiç öyle?”

“Kızma Cemile. Senden sonra bir başkasının inanması olası gelmedi bana. Kızma bana. Seni niye çok seviyorum biliyor musun Cemile?”

“Niyeymiş?” dedi bilmez gibi.

“Çünkü birisine inanmak hem de kimine hiç olmayacak gibi gelen düşüncesine inanmak…Ona şunu da demek aslında: Seni her şeyiyle terk edip duran dünyaya rağmen asla yalnız bırakmayacağım. Canım Cemile’m.”

Gözü nemlendi. Tülbentinin ucuyla çaktırmadan sildi. Ağladığını, üzüldüğünü hiç belli etmez Cemile.

“Rahmetli dedenin de vardı böyle tuhaf tuhaf inançları. Nasıl da çektin nasıl?”

Dizinden hızla kalktım: ”Yine anlat, yine anlat hadi,” dedim.

“Kırk kere anlattım aa çekil şuradan!” deyip iteledi beni. Yüzünü gözünü hızlı hızlı öpünce ikna olurdu. Yine oldu.

“Tamam bu son, yetti artık. Genç kızlığımda gördüm senin bu dedeni. Halamgile gittiydim. Baktım odada biri oturuyor. Sırım gibi boyu var. Kaş göz ooo gönlüm akıverdi. Ben de güzelim hani. O da beni beğenmiş orada. Halama dedim, kim bu oğlan hala? Bizim sülalede böyle güzel oğlan mı vardı?”

Bunu der demez gülerdik, yine güldük katıla katıla.

“Ee,” dedim, “sonra?”

“Sonrası işte halam da güldü. Dedi “Eniştenin teyzesinin oğlu. Muallim mektebinde okuyormuş. Anasıgille küstük yeni barıştık. Ben de daha yeni görüyorum. Yakışıklı ha vallahi. Verek mi kız seni?” deyiverdi. “Ee muallim oğlan, hem de yakışıklı daha ne?” Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz? “Verin kız yenge,” dedim o saat. “Ben varırım buna.” Yengem ileride kaynanam olacak kadının ağzından girdi burnundan çıktı ikna etti. Dedenle beni görüştürdüler bizim evde. Bir odada konuştuk biraz. Ben mahcubum o hiç değil. Muallim ya. Bir şey sanıyor kendini. “Ee.” dedim, “sen ne muallimi olacaksın?” “Hangisini biliyon?” demez mi bana? “O ne demek!” diye parladım tabii, “şaka şaka.” dedi. “Beni görüp beğenen biri epey akıllıdır,” dedi kabararak. “Bakalım devlet ne muallimi edecekse onu olacağız nasipse. Ama gelir misin ben nereye gitsem? Bunun şark hizmeti var, kötü kötü lojmanlarda kalması var, anandan ayrılığı var.” Durdum durdum, “gelirim ne olacak,” dedim. “Ben dayanıklıyımdır.” Gülüverdi.”

Bunu dedikten sonra gözü yine doldu. Yine belli etmeden. Tülbentiyle.

“Neyse evlendik. Bizi gönderdiler taa kuş uçmaz kervan geçmez bir köye. Bir çamur oluyor, tamam kafamıza kadar. Bir kar yağıyor, boyumuzca. Ama kar yağdıkça bu içten içe seviniyor da. Bir gün dayanamayıp sordum,”sen,” dedim benden çok seviyon herhalde bu karı. Yağdıkça için içine sığmıyor.” “Eh,” dedi. O yağmayınca baharda yazda yağmur yağar mı?” “Niye ki?” dedim, “Allah’ın yağmuru ayrı karı ayrı.” Dudağının kenarıyla gülüverdi:”Kar yağmayınca soba yanar mı? Soba yanmayınca yağmur yağar mı?” dedi. Anlamadım tabii.”

O arada odaya annem girdi, baktı yine aynı hikâye. Bıkmadınız da, yemek hazır gelin hadi, deyip çıktı.”Bitsin, geliriz.” dedim peşinden ninemden önce. Ninem yok mok dediyse de devam etti anlatmaya.

“Sobayla yağmurun ne alakası var bey?” dedim. Bilmiş bilmiş gerindi karşımda. Bak hâlâ gözümün önüne geliyor. “Ne alakası var olur mu hiç? Sen bu bulutlar nasıl oluşuyor sanıyorsun?” “Nasıl oluşuyormuş?” diye sordum. “Kahve yap da anlatayım cehaletin gitsin,” dedi. Koşa koşa getirdim kahvesini. Kırdım dizimi önüne, başladı anlatmaya. “Yanan ateşlerin dumanları birleşiyorlar gökte.” “Eee?” “Ne ee? İşte o dumanlar oluyor bulut. Onlardan da yağıyor yağmur.” Durdum durdum:”Sen beni iyice zırcahil belledin herhalde,” dedim. “Ver şu kahveyi. Bu kadarı da fazla,” deyip çektim elinden aldım fincanı. Çıktım odadan. Üç gün konuşmadım. Üç gün de o benimle konuşmadı. En son dayanamayıp dedim ki, “eh dalga geçilen benim. Konuşulmayan da benim. Hem suçlu hem güçlüsün puh sana da bulutuna da.” O zaman suratıma bakmadan:”Sen bana deseydin ki ben başımı çevirdikçe güneş kıkır kıkır gülüyor Mehmet, ikiletmez o saat inanırdım. Seni merhem bilirdim. Bak,” dedi pat pat vurdu başına. “Buradaki eksik tahtalara merhem bilirdim. Bırak!” deyip çıktı gitti. Tastamam bir ayda inandırdım kendimi dediğine. Ama onu ölene kadar artık ona inandığıma inandıramadım. Öylece öldü gitti.”

Sustuk ikimiz de. “İnanmamışsın bence,” dedim. “Niye inansaydı ki sana?”

“İnandım mı inanmadım mı sen deyince şüpheye düşüyorum ama ben dedeni epey sevdimdi. Çabamı da o sevseydi yeterdi.”

“Ee yeter hadi yemeğe bekliyorlar. Mesude’den özrünü dile. Birini seveceksen de kaşını gözünü bırak da uğruna gösterdiği çabaları sev. Hepsi toprak olur. Geriye o kalır.” deyip çıktı odadan.

Ne kalır ne kalır?

O çıkınca oturdum kaldım öylece. Sevmenin miktarı çabaya denkti demek. Sureti değil çabayı severdik bazen, öyle mi? Yollar da çabayı severdi. Yoksa biter miydi?

Yemekte pırasa vardı ama o gün. Annemin çabasını sevemedim.