Hutbede yağmur duası, haberlerde başka ülkelerin yağmurları. Burada ise kar kuraklığı, yağmur kuraklığı ve bulut kuraklığı.
Havada tek bir bulut bile yok.
Korkmuyor musun?
Neden korkayım?
Kuraklıktan.
Korkamam. Bir şeyin olmamasından korkulur mu?
Ölüm?
Ne ölüm?
Ölümün olmamasından korkmaz mısın?
Korkamam. Çünkü olur. Kuraklık da öyle. Olur. Bulutların olmadığı gibi. Hiçbir yerde duman da yok. Havada masmavi bir renk, insanın gözünü alan bir Güneş. Neden korkalım?
Balıklar ölebilir, yağmur yağmazsa. Sahipsiz kediler dışarıda gezerler, dilleri dışarıda. Mazlumların gözyaşları buharlaşır. Kuraklık, Yağmur’un olmaması demek sonra.
Kanalları değiştirdi, sesini açtı, sesini kıstı. İçerisinde yağmur geçen filmler seyretti, yağmurlu şarkılar dinledi. Yağmur n’apıyor acaba şimdi? Yok olmuş. Nasıl? Bildiğin yok olmuş. Tövbe estağfurullah. Yok olur mu yağmur?
Ne zaman kötü bir duygu hissedecek olsa pisikolog olan annesi ona bu duyguyu neden hissettiğini sorardı, meselâ gerginse, “En çok neyin olabileceğinden endişe ediyorsun?” derdi, o da tane tane açıklardı. En çok neyin olabileceğinden. Yani olmayandan değil. Yağmurun olmamasından korkulur mu hiç.
Ama mazlumların gözyaşları. Kâğıttan gemilerin rotaları. Karıncaların yüzmeyi unutması.
Eh. Demek kuraklık bir mesele. Meseleyse mesele. Her mesele gibi, nedenini incelemek gerekir. Sebep bir. Yağmur canı istemediği için yok.
Meselâ ilkokuldaki Yağmur canı istemeyince parka gelmezdi, elinde çiçeklerle öyle akşama kadar beklerdin.
Babandan utandığın için gidip annene şikâyet etmiştin. Ben onun için çiçek topladım, o gelmedi. İnşallah annen onu döver diye. Dövmedi. Canı istemezse gelmezmiş. “Peki Yağmur’un gelmemesinde seni en çok üzen şey nedir?”
Sahipsiz ve delicesine özgür çiçeklerin kuruması. Şemsiye renkleri. Suda zıplayan çocukların zıpzıp sesleri.
Meğer Yağmur gelmiyor değilmiş. Yağmur’un annesi yeni bir işe girmiş.
Gökyüzü maviyken Yağmur gelmez. Bulut Hanım Yağmur’un elinden tutar, parka birlikte gelirler. Ama çok uzun da gelmezler, kış ise, her yerde sobalar yanıyor. Evi yalnız bırakmaya gelmiyor.
Kibritçi Kız masalını hatırlıyor musun? Karın altında birbiri ardınca kibritler çakıyordu o da, aynı senin gibi, bir sürü kibritleri vardı. Ancak farklar daha çok. Sen ölmeyeceksin, ölmeyi bilmiyorsun. Sen bu kibritleri satmak için burada değilsin. Sen bir kız da değilsin. Aslına bakacak olursan, o masaldaki kızla senin hiçbir alakan yok. Belki Yağmur’un vardır, o da burada değil. Öleli çok oluyor, anlıyor musun?
Yeni binalar yapıldıkça çayır çimen küçüldü. Yeni binalarda seni en çok üzen şey nedir? Tam olarak ne hissediyorsun?
Yağmur’a çiçek toplamak için her defasında daha uzaklara gitmeye başladı. İnşaatların arasında bulsa bulsa bir yaban otu buluyor. O da Yağmur’a götürülmez.
Bir keresinde Yağmur gelmemişti, sen de merdivenlerden yukarı çıkmıştın, Yağmur’un ziline basmıştın ve utanıp da kaçmıştın sonra. Keşke utanmasaydın. Utanmaz bir insan olsaydın bu kadar keşken olmazdı. Elindeki kibrite ve gökyüzüne bakarken aklından benim söylediklerim geçiyor. Peki ben kimim?
Bulut olmazsa Yağmur olmaz. İtfaiye aracı zamanında gelmezse Yağmur olmaz. İsmini söylerken dudaklarım hafiften bir şekil alıyor. Utanıyorum. Keşke utanmasam.
Hem babası hem annesi çalışırken Yağmur evcilik oynuyor. O kadar küçücüktü işte, ben de o kadar küçücüktüm. Sonra o öldü, ben büyümedim. Sadece kocaman bir adam olmuşum gibi Cumalara gidiyorum, faturalarımı ödüyorum, patrona hıhımlıyorum bir de çiçek toplayacak yer bulamadığım zamanlarda oturup ağlıyorum.
Evcilik oynuyor Yağmur. Kiminle? Orasını boşver, ne önemi var bunca yılın ardından. Sobanın üzerine plastik yemek takımlarını koyuyor, annesini dinlemeyip. Yangın çıkıyor. Evin karşısındaki parkta elinde çiçeklerle bekleyen bizim oğlan şaşkın şaşkın bakıyor karşısında bir anda alev alan beş katlı eve. Aklına koşmak geliyor, itfaiyeye koşmak, birileri durduruyor onu, “İtfaiye” diyor. İtfaiye hemen geliyor ama geç kalıyor. Elektrik aksamları, yalıtım sistemleri, sızıntılar filan. Yetişkin yetişkin kelimeler. Keder kılıfları, kıyamet gerekçeleri. Sen orada oturmuş ıslanıyorsun. Çünkü Yağmur yağıyor. Evin küllerinden çıkan dumanlar bulut oldu, göğe yükseldi. Yağmur yağıyor.
Peki, yağmur yağmazsa neden üzülmeliyiz? Hayatın gerçeği değil mi bu?
Hayatın gerçekleri. Bir kerpeten gibi, gırtlağımıza çöktüğünde. Dur diyorum hayatın kerpeteni. Daha şimdiye kadarkileri atlatamadım. Bırak, bana bir dört yüz yıl ver, bir ihtimal Yağmur’u unutayım, sonra kar başlasın, sis çöksün, tufan olsun, yıldırım düşsün. İsterse, o vakitten sonra yağmur hiç gelmesin. Ama şimdi sırası değil, yağmursuzluğun. Bulutsuzluğun bile.
İnsan iş başa düşünce tam bir yetişkin gibi davranıyor. Yetişkincilik. Peki bunun sebebi nedir? Peki ne hissettiriyor sana bu olanlar? Acaba bütün bu hikâyede anlatmadığın, ama aslında hikâyenin aslını teşkil eden ne var?
Bulut yapma makinesi. Yağmur erken başlasaydı, Yağmur’un evi yanmayacaktı. Yağmur ölmeyecekti, yanarak. Yağmurların az yağmasına neden üzülüyorum. Çünkü Yağmurların az yağması demek benim her gün elimde çiçeklerle parkta beklemem demek. Çiçeklerin kuruması demek. Çiçek bulamamam demek. Sonra itfaiyenin gelmesi, benim ağlamam, ama sonra gözyaşımın yetmemesi demek. Kocaman bir dumanın göğe yükselmesi, devasa, muazzam, kasvetli bir dumanın göğe yükselmesi ve bir buluta dönüşmesi. Ve ancak ondan sonra Yağmur’un başlaması. Elimde çiçeklerle ıslanmam.
Her bahçeye bakıyorum, her eve. Elimde kibritlerle. Kimse olmasın içinde. Kimse olmazsa, göğe bakıyorum, gökte bir bulut bile yok. Yağmur’un annesi, elinden tutup getirecek, ama işte. Çalışıyor bir konfeksiyon atölyesinde. Mantolar, ceketler, yağmurluklar dikiyorlar. Kuytulara bakıyorum, köşelere, harabelere, eski metruk evlere. Bu kadar uzun bir bulutsuzluk, koskocaman bir yangınla çözülür olsa olsa. Dumanın göğe yükselmesi ve sonra orada bir buluta dönüşmesi gerekir. Tam bir yetişkin gibi düşünüyorum, gerekenin bu olduğuna karar verip gerekeni yapıyorum ve ateşe veriyorum şehrin kimsesiz kısımlarını.
Kimse ölmüyor ama benden çok korkuyorlar.