1950
Alpler. Kırmızı yanaklı şirin kız Haydi’nin memleketi. Bu oksijeni, çayırı bol memleketin destanı, tarihi pek kıttır. Her iddia araştırmaya sebebiyet vereceğinden ötürü, öne sürülen bu iddia da kimin zihnine düştüyse onu bağlar.
Yıllar yılı tartışıldı, konuşuldu. Bu kızın ayakkabıları niye yok? İnsanların içine dert oldu. Yanı başlarında Orta Doğu’nun yok yoksul çocukları ekmeksiz ölüverdiler de bunların gözü Haydi’nin çıplak ayaklarına kaydı. Eh, gözünü sevsinler modern dünyanın. Acaba bu kıza niye ayakkabı satamadık diye mi üzüldüler ola? Acıları yarıştırmak da ancak davasını dilinde yaşayanlara yaraşır. Benim derdim senin derdini döver! Zor döver! Benim derdim öyle büyük öyle büyük ki şu karşıki dağda kar var duman yok!
Neyse ne. Haydi kızın niye ayakkabı giymediğini merak eden bir avuç dev yürekli, Alplerin eteklerine gelmişler. Sene 1950. Haydi öleli epey olmuş ama yine de sorup soruşturarak bu ülkenin ayıbına dikkat çekmek istemişler. Bakmışlar ki Haydi diye bir kız yok. Ulan romana mı inandık da geldik, bari eli boş dönmeyelim buluruz belki birilerini, diye o civardaki köyleri dolaşmaya başlamışlar. Bulmuşlar mı bulamamışlar mı o kısma dair malumat yok. Bu bir avuç toplum yüreklisi, Alplerin eteğinde bir köyde konaklamışlar. Buralara kadar gelmişken keçi sütü içmemek, o kocaman tekerlek gibi peynirinden tatmamak olur mu? Olmaz. Alplere karşı yemyeşil çayırlara bir ellerinde peynirleri bir ellerinde süt bardakları olmak üzere yayılmışlar. Köylülerden birinin teklifiyle mağaraları da dolaşmaya çıkmışlar.
Mağaralar güzelmiş güzel olmasına ya, soğukmuş da epey. Kemikleri titremiş, dişleri birbirine çarpmış ama o kadar para verip uzak yollardan geldiklerinden soğuğu sinelerine basıp mağaraları gezmeye devam etmişler. Ekibin dikkatini mağaranın tekinde köşede cam bir fanusun içinde duran dondurulmuş köpekler çekmiş. Bakmışlar ki şirin mi şirin beş tane Bernese yavrusu. Ve anaları. İçlerinden biri haykırmış: Ay siz nasıl tatlısınız öyle? Diğerleri alaysı bakmışlar kadına. Tatlılar ama ölüler, diyememişler. Fanusa yapıştırılmış kâğıttan okumuşlar nedir ne değildir, diye. Meğer bu yavrular ve anaları, MÖ 3500 yılından kalma değil miymiş?
MÖ 3500
Tekerleğin daha yeni yeni moda olduğu yıllar. Sümerler daha yenice bulmuşlar bu yuvarlanınca hızlanan, hızlandıkça mesafeyi kısaltan, geyik dinozor ne varsa kaçıran aleti. Bu insancıkların beli çıkmış, bel fıtığı olmuşlar mağaralarına avlarını taşımaktan. Kendi kendilerine hareket yapıp bel kütürdeterek biraz rahatlasalar da anlık rahatlama çare olmamış bu zavallılara. Daha fizyoterapi de icat olunmadığından bu çağın insanları bel ağrılarına çare bulamadan ölüp gitmişler. Bakmışlar ki bel ağrısından ölüyorlar, tekerleği icat etmişler. Tek dertleri buymuş, çeksinler ne olacak diye içinden geçirenler, hayatlarında bel ağrısı çekmemiş olanlardır. İlk Çağ insanlarıyla empati de kuramayacak olanlar, niye yaşıyorlar?
Neyse ne. Bir gün kışlık yakacak toplamaya çıkmış bunlar. Bunlar. Kimler olduğunu kimse bilmiyor. Biliyorum diyen de uyduruyor. Dağların yüksek yerlerinde kuru ağaçlar olduğundan ta oralara kadar tırmanmışlar. Gerçekten de gittiklerinde görmüşler ki koca koca çamlar, devrilmiş yatıyor. Kuru kuru, sakızları par par yanıyormuş güneşte. Sevinmişler tabii. Ağızlarından çıkan ilkel seslere el çırpmaları eşlik etmiş. Sevinmişler sevinmesine ama kim bunları indirecek taa aşağı? İçlerinde bir zeki varmış elbet. Her toplulukta zekiler ve zekiyeler olur. Biri el işaretiyle nasıl taşıyacağız bu kadar kütüğü demiş. Zeki olan da, yahu demiş, bunlar yuvarlanıyor. Yuvarlayalım gitsin. Biz de peşlerinden koşarız. Bu fikri beğenmişler, sevinmişler, etraflarında dönmüşler. Aslında önceden de böyle yaparlarmış ama bunu ilk dillendiren olduğundan grubun popüleri o olmuş. Yeninin insanları sevinince neden etraflarında dönmüyor?
Kütükleri bayır aşağı yuvarlamaya başlamışlar. Bakmışlar ki yarışıyor birbiriyle mübarekler, eh demişler bunlardan tekerlek de icat edilir? Hepsi birden dememişler. İçlerinden en zekisi ama zeki olduğunu belli etmeyeni demiş bunu. Düzlüğe inince hem kışlık aradan çıkmış hem tekerleğin icadı. Bu icattan sonra bel fıtığı oranı düşmüş. Bu dünya gurbetinin neredeyse ilk konarları, bu dertten olsun kurtulmuşlar.
İnsanlardan ve envaiçeşit vahşi hayvandan gayrı köpekler de yaşarmış burada. Köpekler de vahşiymiş elbet ama hilkatlerinden sebep daha ılıman hayvancıklarmış taa o zamandan.
Bir anne köpek de altı yavrusuyla bir ağaç kovuğunda yaşar gidermiş. Yavrular süte muhtaç olduğundan yemesine içmesine de dikkat edermiş anne köpek. Tabii eğitmeye de. Ee hırlısı var hırsızı var. Dinozoru var timsahı var. Bir gün eğitimde yavrularının en çelimsiz olanı geride kalmış. Bir havlamış iki havlamış hayvan yetişememiş anasına ve kardaşlarına. Yetişince de ana olacak cadaloz, kötü davranmış yavruya. İtelemiş. Yavru köpek, o gün dolanmış durmuş anasının ve kardaşlarının çevresinde ama nafile. İstenmemiş. Yuvaya dönmüşler. Beş yavrunun içeri girmesine izin vermiş anne köpek. Av eğitiminde geride kalan yavruyu içeri almamış. Yavru, zorladıysa da kovalamış yuvadan kalpsiz ana. Yavru köpek, çaresiz dışarıda kalmış. Sonraki günlerde de ava giderken peşlerine takılmış, yuvaya girmeyi yine denemiş ama nafile. Anaları almamış yavruyu. Tek hatasında, ki buna hata denirse, silivermiş doğurduğunu.
Yavru köpek de artık istenilmediğini anlayınca başını alıp gitmiş. Dağ doruklarına doğru ilerlemiş. Geceleri çetinmiş, çok üşümüş titremiş ama ne yapsın? Kış, o zamanlarda şimdiki gibi değilmiş ya. Kar bir yağınca yeni bir çağ başlıyormuş. Yine öyle bir yağmış ki yavru köpek, bu ani karın altında kalıvermiş. Donmuş kalmış. Soğuk iyi bir muhafızdır. Bu zavallı yavrunun vücudunu bozmadan muhafaza etmiş. Yıllar yıllar yıllar asırlar asırlar asırlar boyu.
1910 senesine gelindiğinde bir grup dağcı karın altını eşelediklerinde bu yavru köpekle karşılaşıvermişler. Gözleri boncuk gibi ve mutsuz.
1910
Tilda kocasıyla kavga ettikten sonra dağcı olmaya karar verdi. Ruhsuz herif, kadına ikide bir burnun havalarda geziyor, in aşağı artık deyip duruyordu. O böyle deyince adamın ne hımbıllığı kalıyordu ne miskinliği. Bunları karısından duyunca benzi Hakk katından zaten ak olan Alman kocası, çık burnunu dağlarda ara, çık dağ doruklarında ayazlarda yaşa! dedi ve odanın kapısını Tilda’nın suratına tak diye kapattı. Savaşlar böyle artistliklerden sebep başlar.
Tilda ertesi gün, bir dağcıyla anlaştı. Ön eğitimlere katıldı. Alplere bir sonraki seferde hocasının kafilesiyle tırmanacaktı. Gitti, ne lazımsa edindi. Kalınca bir mont. Alman malı. En pahalısından. Kocasından öç almaya başlamıştı işte. Savaş boyası ne kadar da parlak.
Eve geldiğinde akşam yemeğini hazırlamaya koyuldu. Muntazam da bir sofra kurdu. Mum bile yaktı. Belki kocasının saçını tutuşturmak için lazım olurdu. Seslendi: Fitzke, gel hayatıM yemek hazır! Adam bu seslenişe şaşırmıştı ama kadınlar için zihninde çizdiği şablona çok uyduğundan gevşemiş yüzüyle salona geçti. Tilda sofraya yerleşmiş, dirsekleri masada ellerini birleştirmiş beyini bekliyordu.
Fitzke oturur oturmaz servise başladı Tilda. Yüzü mütebessim, tavrı rahattı. Adam daha da rahatladı. Öyle ki Almanların çorbaya ekmek doğramak gibi alışkanlıkları olmamasına rağmen bastı çorbaya ekmeği. Keyifle ve sessizce süren yemeğin ortasında Tilda bombanın pimini çekti: Ben haftaya Alplere gidiyorum bir ekiple. Burnumu merak ettim üşümüş mü diye. Fitzke elinde kaşığı, yemeğin o en doyurucu anında kalakaldı. Was! diye ünledi. WAS!!! Çok kez ünledi. Tilda, tabağın dibini ekmekle sıyırmakla meşguldü. Bomba patlamıştı.
“Delirdin mi sen? Ne dağı ne tırmanması? Sen ne anlarsın hem Tanrı aşkına Tilda?” İsimler değişti diye Tanrı denmesine gerek yoktu. Allah Tilda’nın da Fitzke’nin de Allah’ıdır. Yeniden. “Delirdin mi sen? Ne dağı ne tırmanması? Sen ne anlarsın hem Allah aşkına Tilda?” Tilda sıyırma işi bitince tabağı sakince iteledi. Ağzını peçeteyle büyük bir özveriyle sildi. Başını kaldırdı ve: “Sen sanki anlar mısın?” dedi.” Eh burnumu merak ettim diyorum. Ne var bunda? Gel sen de tırman bizimle. Belki kaybettiğin yücelik oralardadır.”
Fitzke delirdi. Bağırdı çağırdı. O mıymıntı adam gitti yerine bir kaplan geldi. Tilda istifini bozmadan izliyordu olanları. En sonunda Fitzke lanet olsun, deyip sofranın altını üstüne getirdi.
Bir hafta sonra kafile yola çıktı. Tilda pek heyecanlıydı doğrusu. Ekip eğlenceliydi de hani. Fitzke’yle çıkmadan vedalaşmıştı. “Pişman olacaksın. Donacaksın oralarda. Donarsan seni müzeye bağışlarım daha iyi.” demişti o da. Duymadı bile Tilda. Çüsingen dedi ve kapıyı çarpıp çıktı. Kapılar, tüm triplerin, kavgaların, çekip gitmelerin çilekeş bekçileri.
Dağın zirvesine yakın bir köyde konaklayan kafile, etrafı keşfe çıktı. Manzara muazzamdı. Nefes kesici soğuk bile gölgelemiyordu bu anı. Tilda, manzaraya bakıp durduğu, mükemmelliği fark ettiği anda anladı Fitzke’den ayrılmak istediğini. Hayatta aydınlanılan anlar birden gelirdi ve giderdi. Eğer gelmişken yakalanmazsa o an bir daha gelmezdi. Tilda o anı yakaladı ve sırt çantasının içine güzelce yerleştirdi.
Ekibe bir köylü de eşlik ediyordu. Sizi, dedi, köpeklerin toplaşıp ağlar gibi uluduğu yere götüreyim. Kafile heyecanlandı. Oraya doğru yola koyuldular. Dağın yamacında hafif kuytu bir yere götürdü köylü. “Ah dostum, çok teşekkür ederiz. İsmin nedir yalnız? Tanışmadık bile.” dedi ekip başı. Köylü kıvanç içinde ünledi:”Fitzke.” Fitzkeeh Fitzkeeeh Fitzkeeeehhh… İsim Tilda’nın kulağında çok kez yankılandı, sol gözü seğirmeye başladı ve en sonunda kendinden geçti: Yeteeeeeer burada da mı buldun beni yeteeeeer! Kafile ne olduğunu anlamamıştı. Tilda ise bakışlara aldırmamış, yakasını bağrını yırtmaya çabalıyor ama kalınca kıyafetlerden sebep başarılı olamıyordu. En sonunda bir kar kazmasını aldı ve hınçla karı kazmaya bağladı. Gömeceğim seni de adını da buraya yeter, diye hınçla kazdı kazdı kazdı. Ta ki donmuş bir köpek yavrusuna rastlayana kadar. Tatlı ama ölü bir Bernese yavrusu. Gözleri boncuk gibi ve mutsuz.
Ekip hayvancığı muhafaza etmek için çok çaba sarf etti. O esnada kafilede bulunan Cön Türk olmak için buralara kadar gelen hatta dağlara bile bu uğurda tırmanan Şerafettin Efendi isminde bir herif de vardı. Dedi ki ekip başkanına: ”Efendim, ben bunu payitaht-ı Osmanî’ye götüreyim müsaade buyurursanız. Zira bu topraklarda bu cins köpeklerden pek boldur. Hem de canlıdır. Ölüsünü bize bahşediniz.” Adam biraz düşündü ve: Eh, dedi. Al götür toprağına. Belki bundan hisseniz bile vardır. Şerafettin Efendi sevincinden adama sarıldı. Lakin adam ciddiyetini muhafaza ederek mukabil etti. Batılılar sarılmayı ne bilsindi?
Köpecik Şerafettin Efendi tarafından şehr-i Stanbul’a getirildi. Sonra bir müzeye yerleştirildi. Parlak, oymalı bir vitrine konuldu. Önüne de getirilişini ve köpeğin hikâyesini anlatır belge yerleştirildi: İşbu kelb, Frengistan’ın çok meşhur dağlarının birinde bulunmuş olup Âl-i Osman’ın bir ferd-i şâhânesi tarafından…”
2003
Cüneyt, isminden beklenen çevikliği gösteremeyen bir adamdı. Beş çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya gelmişti. Sofrada kendisine zar zor yer bulur, yatağını hep ağabeylerine ve ablalarına kaptırırdı. Annesi ve babası da zaten bu kadar kalabalık içinde onu pek görmezlerdi.
Ablalarının ve ağabeylerinin bir hüviyeti oldu. Ablaları zengin kocalarla evlendiler. Eh, bu yeterli bir kimlikti onlar için. Yedikleri önlerinde yemedikleri de derin dondurucuda olacaktı. Ağabeyleri de okumadılar ama baba mesleği olan halıcılıkta epey ilerlettiler kendilerini. İstanbul gibi bir yerde uyanık olmak kolay mı? Durup dururken köprüyü satarlar adama. Ama bunlar köprü satın alacak cinsten değil de satacak cinstendi.
Cüneyt’in tek geçer akçesi yakışıklılığı ve ismiydi. Ne de olsa ismi akıllara hemen Cüneyt Arkın’ı getiriyordu. Tipini de görünce başta önemsiyorlar, cebinde beş kuruşu, elinde işi, boynunda kravatı olmadığını anlayınca oralı olmuyorlardı.
Cüneyt ilkokulda okumaya en geç geçendi. Ortaokulda matematiği bırak Türkçeden bile çakan -da -de yi ayıramayan biriydi. Lisede en arka sırada hocayı anlamsız gözlerle izleyen yaylacı tayfasındandı.
Aile bundan ümidi kesince oralı da olmadılar sonra. Ne iş bulursa yapıyordu. Bir gün bir müzeye güvenlik arandığını duydu. Gitti babasına söyledi beni buraya aldır diye. Adam mırın kırın ettiyse de aldırdı oğlunu. Ne de olsa evlat.
Cüneyt müzede işe başlamıştı. Kolaydı da. Geleni gideni pek yoktu. Ancak kimi dönemlerde okulların toplucak gelesileri tutuyor, sonra yine tenhalaşıyordu.
Bir gün yine böyle boş bir anında dolaşmaya başladı müzeyi. Kemikler, ne bileyim kırık çanak çömlek parçaları… Bunları görmek için gelmeyi anlamsız buldu. Mesela şu bilmem kaç yılından kalmış kaval kemiği ne söyleyecekti bakana? Ya da şu yün eğirmeye yarayan bilmem kaç yılından kalma kırık kirman, hangi eksikliği tamamlayacaktı?
Dolaşa dolaşa altın varaklı bir vitrinin önüne geldi. Baktı ki yavru bir köpek. Tatlı ama ölü bir Bernese yavrusu. Gözleri boncuk gibi ve mutsuz. İçine birden bir merhamet geldi yerleşti. Ah canım, dedi. Sen ne şirin şeysin öyle? Köpeğin boncuk gibi gözleri Cüneyt’in gözlerine bakıyordu şimdi.
Önündeki belgeyi okumaya başladı Cüneyt:..... Memâlik-i Osmani bilmem ne…………. Bu yavrunun civarında başka kelbler bulunmamıştır. Anası atası ya da biraderleri de olmadığından anası tarafından terk edildiği…… istenmediği…..cinsine göre kemik ve kas gelişimi yeterli olmadığından kelb ailesi tarafından dışlandığı….. hikâyâtı kanaatimizce sahihtir.
Cüneyt’in gözleri okudukça doluyor, yüreği sıkışır gibi oluyordu. Demek bu yavru… Taa asırlar öncesinden… Bunca çileyi…
Müze müdürünün uyarısıyla kendine ancak geldi: Cüneyt Bey, Cüneyt Bey! Yerinize lütfen, ne işiniz var burada?
Köpeğin derdini derdime benzettim, diyemedi. Bu varlık benim köpek hâlim ah, da diyemedi. Bu belge benim asırlar önceki hikâyemdir, de diyemedi. Ancak anamı özledim de gözüm doldu yalanını uydurabildi.
Cüneyt o günden sonra boş bulduğu zamanlarda soluğu bu yavru köpeğin yanında alıyor, onunla uzun uzun dertleşiyordu. Anlatıyor anlatıyor ağlıyor, müdür gelince bir yalan uydurup yerine geçiyordu. Bir süre sonra köpeğe bir isim düşündü. İsimsiz seslenmek ve konuşmak güzel olmuyordu. Düşündü, düşündü ve buldu: Senin de adın Cüneyt olsa ya, dedi. Dedi ve hönkürdü. Cansız köpeğin gözünden… Yaş maş süzülmedi. Çünkü ölüydü köpek. Ölü ve mutsuz.