Patlayan Masal

Emine Ecran Şenel

Perde örter. Ayıpları. Kayıpları. Noksanları. Yok sayılanları. Dışarıyı. Dışarıyı örter, içeriyi açar. İçe açar. Sır yüklüdür perdeler. Nice merakları cezbeden nice sırları perdelerler. O lanet olası perde gibi. İnsan duvara niye perde çeker? Perdenin ardında ne vardır? Dedemin perdesi. Dedemin odasındaki duvara çektiği perde.

Çocukluğum o perdenin ardını merak etmekle geçti. Dedem perdeye yaklaşmamıza müsaade etmezdi. Evini talan etsek ses çıkarmazdı ama perdeye dokunduğumuz an aslan kesilir, kükremesinin yaydığı titreşimlerle geri püskürtüdü bizleri. Sadece ben değil bütün torunları, gelinleri, damatları, evlatları merak ederdi. Kimine göre abartıldığı kadar önemli bir şey yoktu, kimine göre gençken sevip de kavuşamadığı kadının fotoğrafı, kimine göre biriktirdiği para ya da altınlar, kimine göre çok kıymetli bir tablo, kimine göre bir hazine haritası vardı. Bazen ağzını arasalar, bazen temizlik bahanesiyle perdeye yaklaşmak isteseler de kimse başarılı olup perdeyi aralayamamıştı bile.

İyi adamdı dedem. Tek kusuru biraz sert olmasıydı. Zaten sert olmasaydı çoktan öğrenirdim perdenin sırrını. Babaanneme sorardım bazen. Boynunu büker, “Ben bilmem,” derdi. Bir kırgınlık olurdu hâlinde. Boynunu büküşünde. “Ben bilmem,” deyişinde. Babaannemin bildiğini bilirdim. Kırgınlığının sebebinin bilmek olduğunu bilirdim. Bilmezdim de sezerdim. Sezerdim de diyemezdim. “Sen biliyorsun babaanne. Anlat,” diyemezdim. Desem de söylemezdi bilirim.

Çocukken her yaz giderdik dedemlere. Dedem namaz, yemek ve çay saatleri dışında odasında olurdu. Odasında olmadığı zamanlar kapıyı kilitler, kilidi yeleğinin cebinde saklardı. Yaz boyu her akşam bir bahane bulur odasına girerdim. Bir iki kere yaklaşıp perdeyi aralama teşebbüsüm dedemin kızmasıyla sonuçlandıktan sonra perdeye yaklaşamaz oldum. Yaklaşmayı bırak dedemin arkası dönük olsa bile perdenin olduğu tarafa bakamazdım. Gözlerimi o tarafa çevirsem namahreme bakmış bir derviş gibi suçluluk hissederdim.

Büyüdükçe yaz kursları, dershaneler derken biraz seyrekleşti dedemlere gidişimiz. Köye olan muhabbetim, dedeme olan ilgim, babanneme yakınlığım azaldı. Fakat perdenin örttüğü şeye olan merakım zerre kadar azalmadı. Merak böyle bir şey değiş midir zaten? Hep diridir. Hep yenidir. İlk günkü gibi. Ta ki sır çözülene kadar.

Üniversiteye başlayacağım sene babam, ellerini öpmem ve dualarını almam için dedemlere götürdü beni. Dedem o akşam odaya çağırdı. Beni karşısına oturttu. “Delikanlı,” dedi. Dedem öyle deyince kanım deli akmaya başladı. Daha da deli akmaya. Gözlerim çakmak çakmak oldu. İlk defa dedem konuşurken yüzüne bakabildim. Dedemin ses tonu da her zamankinden daha yumuşaktı. Perdeyi açıp ardını gösterecek diye ümit ettim. Ama ümit ettiğim gibi olmadı. Dedem “Delikanlı büyüyorsun. Daha da büyüyeceksin. Madem niyetin okumaktır amelin de ona göre olsun.” dedi. Herkesten benzer laflar duymaktan bıkmıştım. Dede sen de mi ya, diyemeyeceğim için içimden of’ladım. Şimdiden sıkıldığımı anlasın diye tavana baktım. Ayağımı salladım. Ama tahmin ettiğim gibi olmadı “Büyüyorsun delikanlı. Seninle birlikte yüreğin de büyüyor. Yüreğine dikkat et. Yüreğini koru. Sakın sevme evlat. Sevmek zehirli bir oktur. Bir saplandı mı bir daha iflah olmazsın. Oku çıkarırsın, yarayı temizlersin, merhem sürer iyileştirirsin. Ama zehri yıllarca kemirir yüreğini. Canını acıtır. İçini yer. Yer ama bitirmez. Bitmek istersin bitemezsin…” Dedemin neden böyle şeyler söylediğini anlayamadım. Sesinin neden titrediğini. Gözlerinin neden dolduğunu. Ben gözlerimi çoktan tavandan indirip dedeme dikmiştim ama dedem konuşurken bana bakmıyordu. Bakamıyordu. Sustu. Öpmem için elini uzattı. Ben onun elini öptüm o benim alnımdan öptü. Saçlarımı okşadı. Ortamın gerginliğinden sıkıldım. Genç yüreğim hüznün kasvetini kaldıramıyordu. Hızla odadan çıktım. Dedemi son görüşüm olduğunu bilmiyordum.

Bir kaç ay sonra dedemin ölüm haberiyle geldim köye. Dedemi defnettik. Evde bir sürü misafir ağırladık. Misafirlere kıymalı pide yaptırdılar. Çay, lokum, bisküvi ikram ettik. Ertesi gün babaannemi de alıp eve dönecektik. Babaannem artık sırasıyla evlatlarında kalacaktı. Son bir kez ev temizlendi, toparlandı. Herkes perdenin örttüğü şeye olan merakını ayıp olur, diye birbirinden gizlemeye çalışıyordu. Ben çalışmadım. Babaannemden anahtarı istedim. Babaannem eşine ihanet etmekten çekindiği için anahtarı vermek istemedi. Benden cesaret alan babam ve amcam da ısrar edince vermek zorunda kaldı kadıncağız. Babam aldı anahtarı. Herkes merakla odanın kapısında birikti. Babaannem hariç. O yine bütün kırgınlığıyla salondaki sedirin üzerine oturdu. Pencereden dışarıyı seyretmeye ya da seyrediyor gibi yapmaya başladı. Kendisini oturtulduğunda oturan, yemek verildiğinde yiyen, çay verildiğinde içen, götürüldüğünde giden, getirildiğinde gelen bir oyuncak bebek olmaya hazırlıyordu. Odaya girdik. Amcam perdeyi yavaşça açtı. Perdenin ardında boş bir çerçeve vardı. Koro hâlinde bir şaşkınlık aaaa’laması yükseldi herkesten. Yorumlar dedemin çerçeveyi ölmeden önce boşalttığı yönündeydi. Meraklarını giderememenin gerginliğini, yapacak bir şey yok anlamındaki neyse’lerle geçiştirdiler. Ben neyse demedim. Fark ettiğim şeyi kimseye söylemedim. Babaannemi tek bir komutla oturduğu sedirden kaldırıp bizim arabaya bindirdiler. Karışıklıktan faydalanıp babama birkaç gün burada kalmak istediğimi söyledim. Babam önce duraksadı. Sonra annemin hafif mırıltıyla “Çocuk dedesinin ölümünden etkilendi. Biraz yalnız bırakalım,” demesiyle gözleri dolarak izin verdi.

Esasında dedemin ölümü değildi etkilendiğim. Çerçevenin bir düzenek üzerine kurulmuş olduğunu fark etmemdi. Herkes gittikten sonra dedemin odasına girdim. Çerçeveye uzaktan baktım. Uzun uzun baktım. Neyle karşılaşacağımı tahmin etmeye çalıştım. Tahmin ederek kendimi göreceğim şeye alıştırmaya çalıştım. Tahmin edemedim. Düzeneği inceledim. Çerçevenin sağ çaprazında duran petekten çerçeveye doğru çekilmiş ince bir boru vardı. Boruya ait bir vana vardı. Vanayı artı yönünde çevirdim. Hiçbir şey olmadı. Çerçevenin yalnızca boş bir çerçeve olmadığını biliyordum. Bilmiyordum da seziyordum. Boru petekten geldiğine göre çerçeve doğal gazla çalışıyor olmalıydı. Vanayı kapattım. Mutfağa gidip kombiyi açtım. Dedemin yaz kış kombiyi düşük derecede de olsa hiç kapatmamasının sebebini o zaman anladım. Çerçeveyi çalıştırmak içinmiş. Babamlar kızardı “Yazın neden kapatmıyorsun,” diye. Dedem de onlara kızardı “Ev benim, kombi benim, para benim. Size ne?” diye. Vanayı yeniden açtım. Ne olduysa o zaman oldu. Çerçevede sanal ışıklar belirdi. Sonra birden kendimi bir masal diyarında buldum. Ama masalın herhangi bir sahnesinde herhangi bir karakter değildim. Masalın içinde masalın izleyicisiydim. Bahçesinde kırmızı, pembe, beyaz güller, çiçekler açmış çeşitli ağaçlar, ağaçlarda rengârenk kuşlar olan bir şato bahçesindeydim. Birden lacivert pelerinli bir prens göründü bahçenin bir köşesinde. Prensin yüzüne bakınca dedemin gençliği olduğunu gördüm. Dedemin gençliğini her sene dönüp dönüp baktığımız eski aile fotoğraflarından biliyordum Burnunun üstündeki ben de prensin dedem olduğuna dair en büyük şahitti zaten. Prens dedem bahçede birini bekliyor gibiydi. Bahçedeki güllerden bir pembe gül kopardı. Biraz sonra eskilerden bir müzik çalmaya başladı. Zaman zaman dedemin odasından tüm eve yayılan bir müzik. Sözlerini bilmediğim ama tınısından, kalitesinden eskiye ait olduğunu anladığım o şarkının müziği. Biz kilitli kapısının ardında bu müzik sesini duyduğumuz zaman dedemin çizim yapıyor olduğunu düşünürdük. Öyle sanırdık. Rahatsız etmezdik. Edemezdik. Biraz sonra şato tarafından gelmekte olan bir Prenses belirdi. Upuzun, dalgalı, simsiyah saçları vardı. Saçlarında yıldız motifli pasparlak bir taç, üzerinde gök mavisi kabarık bir elbise vardı. Prenses, babaannem değildi. Babaannemin gençliğini de fotoğraflardan biliyordum. Zaten babaannem sarışın ve yeşil gözlüydü. Oysa bu Prenses’in gözleri koyu kahverengiydi. Kopkoyu. Prenses, Prens’in yani dedemin, genç dedemin yanına geldi. Dedem bir Prens gibi değil köylü delikanlı olarak hitap etti Prensesine “Muazzez’im. Gurban olduğum.” Gülü Prenses’e uzattı. Prenses gülümsedi. Gülüşü çok güzeldi. Kendisi de. Bembeyaz inci gibiydi dişleri. Gözleri ahu gözü, yüzü ayın on dördü. Dedemin Prensesi olmasa ben âşık olacaktım. Gülü aldı Prenses. Sarıldılar. Kuşlar ötmeye başladı. Ama şarkı söyler gibi değil bağırır gibi ötmeye başladılar. Prenses, dedemin burnundaki bene dokundu. “Benli olan gamlı olurmuş,” dedi. Hüzünle baktı dedemin gözlerine. O sırada büyük bir patlama oldu. Her yeri toz duman kapladı. Öksürdüm. Etrafımı görebilmek için elimle tozları kovaladım. Biraz sonra her şey normale döndü. Görüntüler kayboldu. Masalın içinde değildim. Dedemin odasında çerçevenin karşısındaydım. Toz duman da yoktu. Olamazdı zaten. Her nasılsa bu izlediğim üç boyutlu bir videoydu. Dedem bu düzeneği nasıl kurmuş, bunu nasıl becermişti bilmiyordum. Masal neden orada bitti onu da. Doğal gaz vanasını kapattım. Yeniden açtım aynı video aynı şekilde başladı, aynı şekilde devam etti ve aynı şekilde bitti. Tam beş kere izledim.

Muazzez, dedemin gençliğinden birisi olmalıydı. Babaannemden önce miydi yoksa sonra mı? Ne diyorum ben? Tabii ki öncedir. Dedem karısının üstüne gül koklayacak kadar karaktersiz birisi değildi. Kimdi bu Muazzez? Babaannem kesin biliyordu. Kırgınlığının sebebi de oydu. Kimdi bu Muazzez? Dedemin çekmecelerini ve dolabını karıştırmaya başladım. Gerçi babamlar çoktan bakmışlardı, dedemin yazdığı hat yazılarından, çizdiği resimlerden, çeşitli kâğıt, kalem ve boyalardan başka bir şey bulamamışlardı ama yine de bir ümit aradım. Belki bir not, bir defter, bir mektup, bir fotoğraf, Muazzez’e ait bir şey bulurum diye bir ümit. Hiçbir şey bulamadım. Ümitler boşa çıkmak, hep kaybolmak için mi varlar? Bence değil. Kaybolan ümidi kaybolduğu yerde değil bulunabileceği başka yerde aramak gerekiyordu. Dedemin patlayan masal videosunu telefona kaydettim. Ertesi gün şehre giden ilk ve tek servisle eve döndüm. Videoyu bizimkilere izlettim. Herkes şaşırdı. Herkesten kastım annem ve babam. Babaannem şaşırmadı. Ağladı. Annem Muazzez’in kim olduğunu merak ederken babam o videonun nasıl doğal gazla çalıştığını, dedemin böyle bir masal videosunu nasıl hazırladığını merak etti. Ben babaanneme baktım. Sessiz sessiz ağlıyordu. Zaten hep sessizdi babaannem. Ağlarken de gülerken de. Konuşurken de olabildiğince düşük sesle konuşurdu. O ağlarken soramadım. Sormama da gerek kalmadı zaten. Babaannem anlatmaya başladı:

“Muazzez, dedenin ilk garısıydı. Benin akranımdı. Ememin gızıydı. Beraber büyüdüydük. Dedeninen birbirlerini sevdilerdi. Ama öyle böyle değil, bek sevdilerdi. Koyde duymayan galmadıydı Üsüün’le Muazzez’in sevdasını. Muazzez’in babası vermedi gızı. Onlar da gaçtılar. Şeere gaçtılar. Aha sizin oturduğunuz bu ev de onlarındı. İkisini de ana babaları evlatlıktan reddetti. O zamanlar bakkal Osman abi vardı. Ayda bir şehre gidip mal alırdı. Muazzez onuynan mektup yollardı bana. Ben de ona yollardım. Sağ olsun Osman abi kimseye demezdi bizim mektuplaştığımızı. Yoosa beni öldürürlerdi sen o garıyla niye gonuşuyon, diye. Muazzez bana koyü sorardı, giderken bıraktığı buzağının büyüyüp büyümediğini, tavuklarının kaç dene cücüğü olduğunu, anasını babasını sorardı. Ben de ona şehrin nasıl bir yer olduğunu sorardım. Dedenizi sorardım eniştem nasıl, diye. Enişte derdim. Abi olarak görürdüm onu. O da beni bacısı bilirdi.

Muazzez’in çocuğu olmadı. Mektuplarında üzüldüğünü yazıyodu. Ağamın anamın ahı mı tuttu da benim bebem olmuyor, diye yazardı. Ben sabret, derdim. Sabret, bizim gonşu Hatçe abanın sekiz sene sonra oldu çocuğu, diye yazardım. Üç senenin sonunda kötü hastalığa yakalandığını yazdı. Verem. Tabipler öyle demiş. Son mektubuydu. Ben ölmesine ölecem, Üsüün arkamda bi başına kalacak. Kendime üzülmüyom ona üzülüyom, yazmıştı.” Babaannem yine ağlamaya başladı. İçten içten. İçine içine ağlamaya. Biz de ağlıyorduk. Devam etti “Üsüün arkada bi başına galmasın. Fadik’im. Bacım. Onu yalnız bırakma. Benden sonra onuynan sen evlen. Bu, benim ikinize de vasiyetimdir. Ona da mektup yazdım. Ben ölünce okuyacak. Beni bir mercimek denesi gadar seviyosan Fadiknen evlen, diye yazdım. Birbirinize yaren olun. Yoldaş olun. Onu sana, seni de ona emanet ediyom. Allah’a emanet olun, diye bitirmişti son mektubunu.

O ölünce dedeniz koye geldi. Cenazeyi de getirdi. Muazzez koye gömülmek istemiş. Koylüler de Muazzez’in anası babası da ses etmedi. Herkes acıdı Üssüün’e. Üsüün, bi başına açtı mezarı. Bi başına gömdü gelinini. Ben de uzaktan izledim. Sonra benim garşıma geçti. Ne o tek kelam etti ne ben. Garşılıklı ağlaştık. Eve gittim, Muazzez’in mektubunu babama okuttum. Babam ses etmedi. Gelsin istesin seni, dedi. İstedi. Nikâh gıydık. Düğün yapmadık. Evlendik. Birbirimize yoldaş olduk. Yaren olduk. Muazzez’i unutamadık. Biz Muazzez’in emanetleriydik” Babaannem ağlıyor. İçten içten. İçine içine ağlıyor.

Dedemin kurduğu düzeneği incelemeleri için mühendisler getirdik. Kimsenin aklı ermedi. Çözemediler. Ama doğal gazla çalışan bilgisayarlar, televizyonlar yapmak gibi projeler geliştirebileceklerini söylediler. Muazzez ve Hüseyin’in hikâyesini duyan bazı yapımcılar babamı aradı ve filmini yapmak istediklerini söylediler. Hikâyenin ayrıntılarını öğrenmek için babaannemle görüşmeyi teklif ettiler. Fakat babaannem “Muazzeznen Üsüün’ün sevdasına dokunmayın,” dedi ve kabul etmedi.

E. Ecran