“Ah içimde bir öykü/ Ağıtlarla biter”
Sağını solunu karıştırırdı.
Sağım sarımsak, solum soğan.
Önüne seçenekler çıkınca beyni error verirdi. Error da teknolojiye çok da hâkim olmayanların bu aşağılık kompleksinden kurtulmak için metinlerine yedirdikleri bir şey. Bari şunu kullanayım da hiç olmadı, zırcahil demesinler. Derlerse de desinler. Ömür bu. Demesinlere dayandırılır mı?
Sağım soğan, solum sarımsak.
Solum solcu, sağa gelince iş değişiyor. Neci?
Kendini bildi bileli böyleydi. Ne zaman yol ayrımına gelse, nereyi seçeceğini bilemezdi. Hep yanlışı seçerdi. Doğru olana yönelince aklının ona oyun ettiğini düşünür, yine yanlış olana sapardı. Ailesine sordu niyesini. Meğer bebeklikten kalma bir şeymiş. Bebekken bunu da götürmüşler tarlaya beşikle. Ablası olacak cadaloz, annesi yanlarında yokken beşiği ırgalıyorum diye yuvarlamasın mı bunu dereye. Allah’tan yaz günü dere kuruymuş da bir şey olmamış. Konuşmanın burasında annesini durdurmuştu: Bir şey olmamış mı anne? Daha ne olacağıdı? Doğru, daha ne olacağıdı? Daha ne olacaktı? Şu yaşına gelmişti, hâlâ sağını solunu bilmiyordu. Doğrusunu seçemiyordu. Dereye o gün galiba beyninin seçim yapabilen kısmını düşürmüştü. Keşke birinin aklına gelseydi de baksalardı bir şey düşmüş mü diye. İşte o zaman görünmez sularla akıp giden seçimyaptıranbeyinparçasını yakalayabilirlerdi. Ama kimin aklına gelsin? Belki de onlarda da düşmüştü beynin bu bölümü zamanında. Ya da hiç yoktu.
Solum soldu, sağım sağlam.
Üniversiteyi kazanabilmişti ama. Yanlışı işaretleye işaretleye gidebilmişti bir bölüme. Olsun, zaten çoğu öyle gidiyor artık. Bilinçli yanlış yapsan bile ayağından yakalayıp üniversiteye sokuyorlar seni. Allah adı verdim, kazandın gel hadi gel!
Vize final zamanlarını karıştırırdı. Nasip olup da karıştırmadığı zamanlarda da sınıfları karıştırırdı. Az gidip oturmadı kimya bölümüne. Hâlbuki sözelcinin dibiydi. Ne işi vardı kimyada? İşi yoktu elbet. Beyninin ayırt etmeye yarayan bölümünü dereye…
Bir oğlan sevdi üniversitede. Adı Recep. Recep de onu sevdi tabii. Seçmeyi beceremese de kendisini sevebilecek birini seçmeyi becermişti. Sevdiler birbirlerini sevmesine ama Recep’in adını da karıştırıyordu. Önünde seçenekler çoktu çünkü. R ile başlayan zibilyon tane adam adı var. Hangisiydi? Regaip mi, Rüştü mü, Reşat mı, Recai mi? Hangisi? Recep başlarda bozulmuyordu bu duruma ama zamanla işkillenmeye başladı. “Senin aklın bunların birinde de ondan mı her seferinde başka bir şey diyorsun bana?” dedi. O böyle deyince ettiler bir kavga. “Karıştırıyorum işte, karıştırıyorum!” diye haykırdı. “Adını da karıştırıyorum her şeyi de karıştırıyorum. Öleyim mi be öleyim mi!” Recep sustu kaldı. Bilmiyordu bu durumunu.
Bilmiyordu bu durumunu. Öğrendi. Terk edecek. Üçe kadar sayıyoruz şimdi. Biiir… İkiii… Üççç…
“O zaman sen nikâh masasında evetle hayırı da karıştırırsın. Yarın bir gün evimizi, çocuğu okuldan alacağın saati hatta çocukları da karıştırırsın. Kusura bakma ama aşkından ölsem bu hayat çekilmez. Elveda…”
Haklı çıkmaya üzülüyor insan bazen. Recep terk etti bizimkini. Bir hafta ağladı Recep’in peşinden. Bir hafta yemek yemedi üzüntüden.
Değer mi hiç be?
Değmez. Sanki seçim yapabilenlerin hepsi bu beceriyi mükemmel kullanıyor da. Sanki toprağın altı seçimlerinden ötürü gözü açık ölenlerle dolu değil. Bırak gitsin be. Yarın seçer iyi seçici birini, görür gününü. -Bu evde oturulur mu yaa, şuna bak beş artı bir. -Şu perdelerin hâline bak, eskidi. Taa geçen yıl almıştık. -Çocuğun ismi Tan olacak. Hem kısa hem tarz. Babanın adını beğenmiyorum. Hep birlikte diyelim de bulsun inşallah:Âââmiin!
O da bir ağladı, iki ağladı. Baktı gelen yok. Ağlamayı kesti. Hayata döndü. Derslerini yine karıştırdı ama sonunda mezun oldu. Eh, nasip. Allah bu kızcağıza ağzı yüzü düzgün bir iş de nasip etti. Büroyu sık sık karıştırıyordu yine ama olsun. Müdürü çalışkan ama aklı Leyla bu kızı sevmişti. Tam Mustafa Kutlu hikâyelerindeki iyi insan tipi işte. Mustafa Kutlu hikâyelerinde yer alabilecek biriydi müdür.
İnsanlar ya iş bulunca hobi edinirler ya da terk edilince. Eh, o ikisini de yaşadığından hobi bulması zor olmadı. Lisedeyken yazmayı severdi. Edebiyat öğretmeni onu şöyle yeteneklisin, böyle iyisin diye gazladıkça kendisini Şule Gürbüz sanardı. Yoksa adı Şule miydi? Bu, pek de mühim olmayan bir ayrıntı. Bir adı vardı. Ezanla konulmuştu. Dünyada gezdikçe ünleyeceklerdi ona adını. Bir an gelecekti, ismini dünyada söyleme mühleti bitecekti. Ondan sonrası huzur-u Rahman. Neyse, laf karıştı. Bu edebiyat öğretmenlerinin en birinci işi, öğrencileri gazlamak galiba. Sanatçı mı öğretmen mi olduklarının kararını veremeyen zavallılar. Hıh.
İş çıkışları o seminer senin bu söyleşi benim dolaşırdı. Karıştırdığından gecikirdi ama sonuna da olsa yetişirdi programların. Yazarların imza günlerine giderdi. Uzunca kuyruklara girip saatlerce beklerdi. Bu imza günleri, yazar için zor olmuyor muydu acaba? Saatlerce imzala, imzala, imzala… Saatlerce yaz, yaz, yaz…Zor iş. Allah başka dert vermesin tabii.
Öyküler karalardı. Başı sonu belli olmayan, çoğunlukla acıklı. Hepsinde kendisini bebekken dereye yuvarlayan ablasına benzeyen bir karakteri olurdu. Tercihen kötü, sıska ve çirkin. Üstelik ablasına da yollardı bunları yazdıkça yeni öyküm nasıl, diye. Ablası anlamaz, her seferinde överdi öykülerini. Ya da anlıyor muydu acaba? Bazen anlamıyor gibi davranmak, harika bir çıldırtma yöntemi olabiliyordu ne de olsa. Eğer ablası bunu yapıyorduysa helal olsun, ne diyelim?
Bir gün yine bir söyleşi için çıktı yola. Arkadaşlarıyla sözleşmişti. Belediyenin büyük salonunda düzenleniyordu hem de. Ünlü bir öykücü, önce bir söyleşi düzenleyecek, ardından kitaplarını imzalayacaktı. Ne heyecanlı. Yol boyu sevindi. Etrafı izledi. Kendisiyle gurur duydu biraz da. Herhalde hayatında ilk kez seçmeyi becerebilmişti. Oluyordu işte. Sanat, sepet edebiyat seçilebilecek en güzel meşgalelerdendi öyle ya.
Öyle mi? Öyle diyorsanız öyledir. Sadece soru bu. “Öyle mii, ne güzel” de kastediliyor olabilir. Bunu ölene kadar bilemeyeceksiniz. Gerçi o zaman da bilemeyeceksiniz. Bu öyle mi hangi öyle mi? Yazmak, iyi bir meşgale mi bilinmez ama iyi bir arama yöntemi sayılabilir. Ki neyi aradığınız da meçhul. Ancak ararsınız. Yazdıkça derine derine derine. En sonunda kazdığınız çukura kendinizi gömersiniz. Üstünüze toprağı kahramanlarınız atar. Ruhunuza el-Fâtiha.
O da garibim bilmiyor işte kazıp durduğunu. Bir heyecanla söyleşiye gitti. Biraz da geç kalmıştı. Arkadaşları nerede kaldın hadi, diye sıkıştırıp duruyorlardı. Yer kalmayacak aa. Acele acele indi otobüsten. Belediye kültür merkezine koşa koşa girdi. Yan yana iki cafcaflı kapı. Ama hangisi? Gidip kapıyı dinlese? Biri görse ne der? Olmaz. Hadi seç şimdi. Hangisi?
Sağım sağlam, solum soldu.
Kesin sağdakini seçecek. Çünkü kodlar. Soldaki gibi duruyor ama kesin sağdaki kapıdır, diye içindeki sese kulak verdi. Kodlar.
Yavaşça iteledi kapıyı. Nezih bir salonun ortasında buluverdi kendini. Etrafa bakındı. Arka sıralar boştu. Önlerde de şık giyimli birileri sessizce oturuyordu. Yazar nerede acaba diye bakınırken süslü masayı gördü. Heyecanla oraya doğru gidiyordu ki bu işte bir tuhaflık sezdi. Beyaz, zarif kıyafetli bir kadın ve yanında da bir hödük.
Sağım ağlıyor, solum salonu terk etti.
Nikâh memuru ezbere bir şeyler okuyup duruyor. Evlilik kurumu, bağı, çatısı bacası… Kız ne güzel, adam ne mutlu. Dondu kaldı olduğu yerde. Onu fark eden olmadı. Salondan hemen çıkmak istedi. Ama bazen acıya bilinçli maruz kalmak istersiniz. Bilinçli kaldı. -Siz Mehmet kızı Behice, Rüstem oğlu Recep’i hiçbir baskı altında kalmadan eş olarak kabul ediyor musunuz? -Eveeet.(Alkışlar.) -Siz Rüstem oğlu Recep, Mehmet kızı Behice’yi hiçbir baskı altında kalm…-Eveeeğğğttttt! (Daha çok alkışlar.)
Duramadı. Hızla arkasını döndü. Salondan çıktı. Lavaboya koştu. İlk kez karıştırmadan bulabildi. Bir süre ağladı. Sonra aynaya baktı. Yüzüne. Dereye düşürdüğü şeyi bulduğunu hissetti aynaya bakınca. Uzandı. Aldı, şakağından beynine doğru iteledi. Tık sesi gelince anladı yerleştiğini. Rahatladı. Çıktı lavabodan. Şimdi seçerek acı çekecekti. Bakalım bunun tadı nasıldı?