Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! (Münafikun sr.4)
Kelimeler. İnsanlığın en gereksiz icadı olsa gerek. Dilini yormadan anlaşabilmek varken bunca kelime niye? Huzur, sekînet varken bunca gürültü niye? İnsan ne meraklıdır yorulmaya. Ne çok sever zorluk çekmeyi. Bal yerine ağuyu, kudret helvası yerine soğanı, kuş eti yerine mercimeği tercih etmesi de bundan. Bir de bunları maharet sanması yok mu? Ne cahildir insan, diye düşündü kafasını yastığa koyduğunda. Bu gece de kelimelerin gereksizliğini düşünerek kaçıracaktı uykusunu. Kelimeler olmasaydı anlaşmazlıklar, savaşlar, sataşmalar daha az olurdu. En aza inerdi. Dünya tek bir ülke, insanlar tek bir millet gibi olurdu. Hatta bütün mahlukât tek bir zümre gibi olurdu. Gibi olmak deyince bir durdu. Gibi olmanın en büyük marifeti olduğunu düşününce buruk ve yarım bir tebessüm yerleşti dudağının kenarına. Güzel becerirdi içinden ağlarken dışından güler gibi yaparak kahkahalar atmayı, gözleriyle uyur gibi yaparken zihniyle savaşmayı, kırılmış, dökülmüş, ufalanmış olarak üfürükten rüzgârlarla oradan oraya savrulurken dimdik duruyormuş gibi yapmayı… Tıslayarak güldü. Peh, dedi. Sonra asıl konuya çevirdi düşüncelerini: Kelimeler olmasaydı herkes birbirini daha çok severdi. Kimse kimseye açıklama yapmaya gerek duymazdı mesela. Neyse o. Olan olmuş, biten bitmiş. Sorular ve cevapları olmazdı. Dert yanmalar olmazdı mesela. Herkes, her derdini sineye çeker, içten yanar, dıştan tüter ama derdiyle kafa ütülemezdi. Kaş çatmaktan ve bağırmaktan ileri gitmezdi kavgalar. Küfretmeler, sövmeler, hakaret etmeler olmazdı. En güzeli de ne biliyor musun, dedi kendi kendine. Şairler olmazdı bu dünyada. O kibirli ve puslu bakışlarıyla kalakalırlardı dünyanın orta yerinde. Kelimeler olmasaydı daha bir sevimli görünürdü insanoğlu. Kalbinin kötülüğünü bakışlarına karıştırmadığı müddetçe. Kimse kimseyi kalbinin ucunun köşesinden bile geçmeyen güzellikleri serpiştirerek süslediği cümlelerle kandıramazdı. Bir çift güzel söze kanmazdı kimse.
Kelimelerden yorulduğunu hissetti. Dilinin ağrıdığını, dîlinin kanadığını hissetti. Bal gözlü kedisiyle göz göze geldi o sırada. İlk günler korkuyordu gece onu görünce. Bu yüzden geceleri odaya almıyordu. Sonradan alıştı. Ağrı dağın eteğinde uçan güvercin olsam, bir evin bir köşesinde bakıp bakıp mırlayan kedicik olsam, dedi. Güldü. Kendini kedi olarak düşündü. Yine güldü. Amma da komiğim be, dedi. Güldü. Kedilerin de kelimeleri olsaydı nasıl olurdu? Bizim kelimelerimiz kedilerin olsaydı? Durmadan mama ister, gökte uçan kuşa bağırır, yakalayamadığı sineğe söverlerdi herhalde. Onlardan da şair, yazar, doktor, profesör vs. olur muydu? Olurdu tabii. İnsanlara da bu rütbeleri kazandıran kelimeler değil mi? Kelimeler olmasaydı kitaplar olmazdı. Kimse kürsülere çıkıp konuşamazdı. Bulunan icatların sahipleri yıllar içinde unutulur giderdi. Ne adları kalırdı ne sanları. Bakışları hâlâ kedisinin bakışlarındaydı bunları düşünürken. Kedi de ona bakıyordu gözlerini ayırmadan. İçini çekti. Bilemezsin, dedi kediye. Bilemezsin. Kedi aralık oda kapısını patisiyle açtı. Gitti.
Uyandığında gece düşündüğü konunun hangi bölümündeyken uyuduğunu hatırlamıyordu. Ne düşündüğünü de. Sadece yorgundu. Kendini itekleyerek kaldırdı. İçinden itekleyerek. Yemek masası kahvaltı için hazırdı. Masaya oturur oturmaz her sabah yaptığı gibi telefonundan haberleri okumaya başladı. Eşi de her sabah yaptığı gibi çayları doldurduktan sonra oturdu masaya. O esnada bir ses “Günaydın hayatım,” dedi. Kendi sesiydi. Kafasını kaldırdı. Karısı şaşkın gözlerle bakıyordu. Belli belirsiz bir “Günaydın,” döküldü karısının dudaklarından. Karısına daha fazla bakmadı. Telefona bakarken “Nereden çıktı bu günaydın? Üstelik bir de hayatımlı mayatımlı,” diye düşündü. Bir bardak çayla bir kaç lokmayı zor yedi. Alelacele kalktı sofradan. Karısı “Ne çabuk doydun?” dedi. Cümlenin sonuna da “Hayatım,” eklemeyi ihmal etmedi. Nişanlıyken ettikleri o kavgadan sonra ilkti bu. Hayatım. Aslında ikisi de birbirlerinin hayatı olamamışlardı. Hayatlarının içine dahil olmuşlardı yalnızca. Hayat olmak nefes olmak demekti çünkü. Güneş olmak, su olmak. Olmamışlardı. Onun için de birbirlerine hayatım demeyi bırakmışlardı. Birbirini sevmeyen, mecburiyetten katlanan iki ev arkadaşından farklı değillerdi üç yıldır. Karısının sorusunu cevaplamadan çıkacaktı fakat onun yerine bir ses “Ellerine sağlık hayatım,” dedi. Ses onun sesiydi. Ama o demiyordu bu sözleri. Kim diyordu o zaman? Delirmiş olmaktan korktu. Telaşla dönüp karısına baktı. Gülen gözlerle bakıyordu karısı. Oysa uzun zamandır kendi ailesiyle birlikte oldukları zamanlar dışında gülerken görmemişti eşini. Eşi masadan kalktı. Yanına gelip boynuna sarıldı. “Afiyet olsun hayatım,” dedi. “Seni seviyorum,” dedi bir ses. Onun sesi. Ama onun sözü değil. Dudaklarının hareket etmediğinden, dilinin dönmediğinden emindi. Bu cümleleri zihninden geçirmediğinden de. Sevmiyordu karısını. O kavgadan sonra sevmiyordu. Evlerine alacakları perdeler yüzünden kavga etmişlerdi. Mesele ufaktı belki ama kavga büyüktü. Unutmazdı o zaman sarfedilen kırıcı sözleri. Kinci derlerdi ona. Kinci olmaktan rahatsız olmazdı. “Gururlu ve asil insan kinci olur, unutmaz,” derdi.
Karısının ellerini çözüp kendisinden uzaklaştırdı. Üzerini giyinmek için odaya gitti. Telefon çaldı. Arayan patronuydu. Açtı telefonu. “Alo,” demek istedi, diyemedi. “A-a-a-a” dedi. Çıkmıyordu kelime ağzından. Telefonu kapattı. Kendi kendine konuşmaya çalıştı yapamadı. “Ne oluyor?” diyecekti, diyemedi. Yatağın kenarına oturup sakinleşmeye çalıştı. Biraz sonra karısı geldi “Hayatım patronun aradı. Sana ulaşamamış,” dedi. Karısına “Tamam,” diyecekti diyemedi. Konuşmaya çalıştıkça değişik sesler çıkarıyordu. Karısı şaşkın şaşkın yüzüne baktı. O sırada kedi girdi odaya. Konsolun üzerine çıkıp parfüm şişelerini yerle bir ettikten sonra hızla yatağın üzerine zıpladı. Adamın karısı çığlık çığlığa konsola koştu. O esnada bir ses duyuldu. Adamın kendi sesi. Ama kendi sözü değil. “Tamam bir tanem ben arayacağım patronu.” Sesinin kediden geldiğini fark etti. Karısı geldi yanına. Yine boynuna sarıldı. Adam, kediye baktı korkarak. Kedi, bal rengi gözlerinden birini kırptı. Çaktırma, der gibi. O çaktırsa da karısının çakacak hâli yoktu zaten. İlk defa âşık olmuş liseli kızlar gibiydi. Kocasının bu hâllerini özlemişti belliki. Ama adam özlememişti. Karısının kollarını çözdü. Saate baktı. Hızla hazırlanmaya başladı. Karısı “Akşama ne istersin?” diye sordu. Adam, sanki her zaman bana soruyor, diye düşündü içinden. Sesi “Sen zahmet etme güzelim, dışarıda yiyelim bu akşam,” dedi. Kadın sevindi. Adam sinirlendi. Öfkeyle baktı kediye. Kedi eğlendi. Her hâlinden belliydi eğlendiği. Alay eder gibi bakıyordu.
Adam hızlıca evden çıktı. Evden çıkınca kelimelerine kavuşacağını sanıyordu. Kapıyı çektiği sırada karşı komşusu da evinden çıktı. Adama selam verdi. Selamı almak için ağzını açınca yine anlamsız sesler çıkardı. Komşu, sesleri garipsedi, tuhaf tuhaf baktı. Adam evin kapısını yeniden açtı. Kapı sesini duyan karısı mutfaktan çıktı. “Ne oldu hayatım? Neden geri döndün,” diye sordu. Adam cevap vermeye çalışmadı. Salona gitti. Kedi çalışma masasının üzerindeki kitaba bakıyordu. Kediyi kucağına aldı. Kapıya yöneldi. Kadın “Onu neden götürüyorsun,” diye sordu. Adam içinden of’ladı. Geceki düşüncelerini hatırladı. Kelimeler olmasaydı sorular ve cevapları olmazdı, diye düşünmüştü. Keşke olmasaydı, diye düşündü yeniden. Sonra bu düşünceleri yüzünden kelimelerini kaybettiğini düşündü. Kedi “Bugün kediyi de götürmek istiyorum canım. Akşam iş çıkışı yemek için ben seni alırım,” dedi. Adam susması için bir taraftan kediyi sıkarken bir taraftan da karısı durumu anlamasın diye ağzını oynatıyordu. Kedi eğlendi. Sesli güldü. Adamın sesiyle güldü. Adam sinirlendi. Kadın bu gülüşü üzerine alındı, keyiflendi. Adam kediyi sırt çantasına koyup çıktı evden.
Arabaya bindiler. Kedi işe gidene kadar hiç susmadı. Şarkılar söyledi, şiirler okudu. Adam kendi sesinden alışık olmadığı şeyler dinlemekten çıldıracaktı. Radyoyu açtı. Radyonun sesini yükseltti. Çığlık attı. Kedi susmadı. İşe geldiler. Patronun yanına çıktı direkt. Patron “Nerede kaldınız Cenk Bey,” dedi. Kedi “Efendim çok affedersiniz, eşim rahatsızdı da biraz,” dedi. Adam kendi sesiyle yalan söylenmesinden hoşlanmasa da ağzını hareket ettirerek konuşuyormuş gibi yaptı. Gibi yapmayı güzel becerdiğinden bahsetmiştik. Patron geçmiş olsun dileklerinde bulunduktan sonra kedi binbir iltifatta bulundu patrona. Ne kadar iyi bir yönetici, ne kadar samimi bir insan olduğunu söyledi binbir kere. Patron hem şaşırdı hem hoşnut oldu. Adam yalakalık yapmayı sevmezdi. Hiç yapmamıştı. Bu yüzden çoğu kez soğuk biri olarak tanınmıştı kendisini yakından tanımayanlar tarafından.
Patronun yanından çıkınca odasına geçti hızla. Yanına kimsenin gelmemesi için ömrünce etmediği kadar dualar etti. Kediyi çantadan çıkardı, karşısına oturttu. Dik dik gözlerine baktı. Kedi de bal rengi gözleriyle adama bakıyordu. Alay ediyordu bakışlarıyla. Adam da kızıyordu bakışlarıyla. Kızmak deyince düşündü: bütün gibileri beceriyordu ama kızınca kızmamış gibi yapmayı beceremiyordu. Zaten şimdi buna gerek yoktu. Çatabildiği kadar çattı kaşlarını. Sesinin en sert tonuyla “A-a-a-e-e…” dedi. Kedi “Kızma dostum, bu güne kadar sen konuştun bu günden sonra da ben konuşsam ne olur? Dün gece kelimelerinizin bizlere verilmiş olmasını düşünmüyor muydun,” dedi. Adam, sanki şimdiye kadar bütün düşündüklerim olmuştu da bir bu kalmıştı, diye kızdı içinden. Üstelik ben bunu kastetmemiştim, demek istedi, diyemedi. Bilgisayarının başına geçip işlerini hâlletmeye çalıştı. Bundan sonraki hayatı böyle mi geçecekti? Kime nasıl anlatacaktı derdini? Kim, nasıl yardım edebilirdi? İşlerini halledemedi. Düşündü durdu. Kedi akvaryumdaki balıklardan yemek istediğini söyledi. Adam yok artık, der gibi baktı. Kedi, istediğini yapmazsa bağıra bağıra şarkı söylemekle tehdit etti adamı. Adam balıklarından birini feda etti. İnşallah zehirlenir de ölürsün, diye beddua etti içinden. Kedi balığı afiyetle yedi. On dakikada bir adama eşini akşam yemeğe çıkaracağını hatırlatıp durdu.
Adam iş çıkışı eve gidince arabadan inmeden eşini aradı. Telefonu kediye doğru tuttu. Kedi, kadına aşağıda beklediğini söyledi. Kadın ilk defa bekletmeden indi. En güzel kıyafetini giymiş, özel gün makyajını yapmış, saçını özenle taramıştı. Restorana gidene kadar eşiyle kedinin sevgi dolu muhabbetlerini dinledi. Eşinin yüzünü kendisine çevirdiğini fark ettiği zamanlarda ağzını konuşuyormuş gibi hareket ettirdi. Yemek de aynı şekilde geçti. Eve dönüş de. Adam o güne kadar karısı için yaptığı fedakârlıkları düşündü. Yeri geldiğinde evi temizlemiş, yeri geldiğinde yemekler yapmış, yeri geldiğinde sırf eşi istiyor (aslında kavga çıkmasın) diye tayinini ailesinden uzak yere aldırmıştı. Ama eşinin bu günkü kadar sevgiyle baktığını görmemişti hiç. Demek sevdiği için kılını kıpırdatmayan ama güzel sözler söyleyen bir kereste olsam beni daha çok sevecektin, dedi içinden. Kırıldı kırılmamış gibi yaparken. Kediye baktı. Bütün kelimeler senin olsun. Bunu gördüm ya artık taş olsam gam yemem diye düşünecekti vazgeçti.
Başına gelenler o gece uyumasına izin vermedi. Kedi yanı başından ayrılmıyordu. Âdeta bu iş için özel görevlendirilmiş gibiydi. İşini titizlikle yapıyordu. Adam sabaha doğru uyuyakaldı. Sabah eşinin en tatlı sesiyle uyandı. Dün için hatırladığı şeylerin rüya olmasını diledi. Rüya değilse de geçmiş olmasını diledi. Yatağında doğruldu. “Günaydın,” dedi eşi. Günaydın demek için ağzını açtı ama diyemedi. Yeni uyanan kedi telaşla kafasını kaldırdı. “Günaydın güzelim,” dedi. Rüya değildi ve geçmemişti hiçbir şey.
…
Bu hâlde tam bir sene geçirdi. Konuşmadan. Konuşur gibi yaparak. Kendisinin olmayan sözleri kendi sesiyle kedisinden duyarak. Bir an bile kedisinden ayrılamayarak. Kedisini yanından ayıramayarak. Bir sene içinde değişen bir çok şey de olmuştu. Karısı, adamın aslında kedinin sözlerinin kölesi olmuştu. Aşkından görmüyordu adamın hâlâ onu sevmediğini. Hâlâ ona kızgın olduğunu. Patronu terfi vermişti. Eskisinden daha az çalışmasına rağmen adama ihtimam gösteriyor, sunduğu bütün projeleri sorgusuz kabul ediyordu. Hatta patronu denemek, kendince patronuyla kafa bulmak için faydasına inanmadığı zaman ve sermaye kaybından başka bir işe yaramayacağını düşündüğü, saçma bir proje sunmuş ve patronu onu da kabul etmişti. Daha da garibi patronun, yakın tanıdığı üst makamlara projeden bahsetmesi üzerine proje, ülke genelinde de büyük coşkuyla karşılanmış, televizyonlar, radyolar, dergiler adama projesi hakkında röportaj teklif etmişlerdi. Kedi, adamın sesiyle bu projeyi olabildiğince övmüş, olmadığından güzel tanıtmıştı.
En son ülkenin en çok izlenen televizyon kanallarından birisi, en çok izlenen bir gündem programına davet ettiler adamı. Adam, kedisinin sesiyle kabul etti daveti. Artık alışmıştı bu duruma. İçinde bir yerlerde bir rahatsızlık duysa da duymuyormuş gibi yaptı. Kedisini de alarak gitti programa. Program saatine kadar her şey aynıydı. Adamın sesiyle kedi, muhabbet etti oradaki insanlarla. Program başladı. Sunucu sayın seyircilere adamı tanıttıktan sonra “Hoş geldiniz,” dedi. Adam ağzını oynattı. Kedi “Hoş bulduk,” demedi. Adam kediye baktı. Ağzını oynattı. Kedi adama baktı. Hoş bulduk, demedi. Sunucu bozuntuya vermemek için “Iııı evet,” diye sözü aldıktan sonra. Projeyi nasıl tasarladığını sordu. Adam ağzını oynattı. Kedi konuşmadı. Adam kediye baktı. Ağzını oynattı. Kedi adama baktı. Konuşmadı. Adam kendisini zorladı. “Ö-ö-ö-öncelikle,” diyebildi kekeleyerek. Konuşabildi. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Heyecanlandı. Ayağa kalktı hızla. Sonra aynı hızla geri oturdu. “Öncelikle kestane balının diyarı Zonguldak’tan selamlar,” dedi. Sustu. Başka bir şey diyemedi. Kediye baktı. Kedi de adama baktı. Alay eder gibi bakıyordu. Sunucu da adama baktı. Stüdyodaki herkes adama baktı. Çıt çıkmıyordu. Biraz sonra koro hâlinde kahkaha attılar. Yayın kesildi.