Açık Gözler Demli Hikâyeler

Emine Ecran Şenel

Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O gözleri idrak eder. O en ince şeyleri bilir ve her şeyden haberdardır. (Enam sr. 103)

Uzun ve büyük uğraşlar sonucunda derin, açık o gözlere girdiğim sonra o gözlerden düşmek için bir o kadar uğraştığım bu uzak, bu soğuk, bu demlenmiş hikâye; ancak açık ve sonsuz gökyüzü altında, büyük ve açık yüreklere, sıcak ve demli çay eşliğinde anlatılırdı. Başkasına anlatılmazdı. Anlamazdı başkası. Büyük ve açık yüreklerden başkası. Başka yerde, başka zamanda anlatılmazdı. Göğün altında olmalıydı. Yürekleri daha bir berraklaştırdığından gök, açık olmalıydı. Çay da işin cabası. Suyu da, demi de. Gözler: Derin, açık. Gök: Sonsuz, açık. Yürek: Büyük, açık. Çay: Sıcak, demli. Hikâye: Soğuk, demli.

Bütün akranlarım ilkokul birde okumaya geçip ben beşinci sınıfa geldiğim hâlde hâlâ okuyup yazamadığımdan, yazılılarda hep boş kâğıt verdiğimden, beş yaşından beri her yaz gittiğim camide değil Kuran’a geçmek harflerini bile öğrenemediğimden, bana buyrulan hiçbir işin tek bir hamlesini bile doğru yerine getiremediğimden babam son bir çare, bir ümit, bir belki için beni şehrin en meşhur hocası Allâme Şemseddin ya da Bedreddin ya da Necmedddin adında bir hocaya götürdü. İsminin ne önemi var ki? O hiç söylemedi adını, ben de sormadım. Babamdan duymuştum o zamanlar ama aklımda kalmadı. Zaten benim aklımda pek bir şey kalmazdı o zamanlar. Aklım sadece bilmek istediklerimi alırdı. Zira bilmeye gerek olmayan bilgileri bilmek de israftır. Hoca hocadır ismi lâzım değil. Babam hocaya dedi ki “Hocam, Efendim, Ey Hazret, ben bu çocuğu adam edemedim. Ne okumakta gözü var ne iş yapmakta. Mektebe gönderdim, okumayı öğrenemedi. Camiye gönderdim, Kur'an'a geçemedi. Tarlaya kök söktürmeye götürdüm, aklı başına gelsin diye, beceriksizliğinden, avareliğinden benim de aklımı kaçıracaktı mazallah. Bir demircinin yanına verdim, ateşin başında demir gibi eğilip bükülmeyi öğrensin diye, neredeyse adamcağızın dükkânını yakacaktı. Pazarda hamallık yapsın istedim ki hayatın zorluğunu, cahilliğin yük olduğunu bilsin, yok efendim o da olmadı. Milletin malını taşırmış gibi yaparken döküp saçıp yerle bir ederek telef etti de pazardan kovuldu…”

Ben bu hikâyeyi neden anlatıyorum? Tam zamanı da ondan. Hikâye anlatmanın zamanı mı olur? Her hikâye anlatılmak zorunda mıdır? Bu insanlara, beni dinlemekte olan insanlara yürekleri açık dedik IGerçekten açık mı? Açık. Nereden belli? Gözlerinden. “Hepsi tembelliğinden efendim, bilmediğinden, beceremediğinden değil. Yapmak istemiyor kerata. Ama böyle ömür geçer mi, böyle adam olur mu? Siz söyleyin efendimiz, olur mu? Tabii olmaz. Ben de sizin ilminizin büyüklüğünü, kemalinizin derinliğini duydum da belki bizim kütüğü o maharetli ellerinizle yontarsınız diye sizin kapınızı çaldım. Aman efendim lutfedin, kabul buyrun, talebeniz olsun bizim oğlan. Bakarsınız sayenizde adam olur, hatta belki büyük adam olur da bizlere cennet vesilesi olur.” dedi. Eh bu kadar yalvarmaya kim dayanır? Hoca da dayanamadı tabii. Tamam anlamında kafasını salladı. Sonra babama kafasıyla sen çık, işareti yaptı. Babam bin teşekkürle hocanın eteklerini öptü alnına koydu sonra geri geri yürüyerek çıktı gitti. Çıkarken beni tamamen gözden çıkardığını belirtmek için “Eti de kemiği de sizin,” demeyi ihmal etmedi.

Bu insanlar beni neden bu kadar dikkatli dinliyorlar? Beni neden dinliyorlar? Deli mi bunlar? Bak bak şu karşıdaki adamın gözleri de tıpkı o gözler gibi: açık ve derin. Hayır, bakma. Gözlere bakma. Karşıya bak ve anlatmaya devam et. Biz hocayla başbaşa kaldık. Hoca tek kelam etmeden bana bakıyordu. Girdiğimizden beri de hiç konuşmadı zaten. Hoca bana bakıyor. Ben havaya bakıyorum. Tavan ahşap. Avize cami avizesinden az küçük. Hoca bana bakıyor. Ben yere bakıyorum. Halı dokuma. Kim bilir kimler nerelerde dokudu? Nasıl beceriyorlar böyle işleri? İnce ve sabır isteyen işler. Bir de ne gerek var? Yani halı olmasa ölür mü insanlar? Basit bir çul serseler halı yerine ne olur? Ya da bir şey serilmese ne olur? Yer boş olsa? Ayaklarımız mı donar? Kat kat çorap giyeriz o vakit. Yıkaması da kolay, dikmesi de giymesi de. Hoca bana bakıyor, ben dışarı. Pencereden dışarı. Gök açık, mavi, masmavi, sonsuz, uçsuz bucaksız. Kuş uçtu bir tane. Keşke benim de kanatlarım olaydı. O zaman da uçmaktan yorulurdum. Kuşlar hiç yorulmuyor mu? Onları da babaları mı uçmaya zorluyor? Ben hep yatan bir kuş olsaydım. Hoca bana bakıyor. Ben duvara bakıyorum. Duvarda tablolar. Çeşitli hat yazıları. Tabii o zamanlar onun hat yazısı olduğunu bilmezdim. Sorsalar Kur’an yazısı derdim. Sonradan öğrendim ki hat yazısıymış. İzleyicilerden bir kız güldü. Komik bir şey mi söyledim? Ne münasebet? Gülmek insana yakışıyor ama. Bırakalım gülsün. Her gülmek yakışmaz. Gülmenin de çeşitleri var. Alaylı gülmek kimseye yakışmaz. Kız güzel. Gülüşü çirkin. Dalgalı. Ne diyordum? Hat sanatı da sabır istermiş. Tabii benim hocam da sabırlıydı. Bunu ilk günden anladım. Çünkü akşama kadar o bana baktı ben başka yerlere. Tek kelam etmedi, nihayet ben yoruldum da “De hoca ne diyorsan, de,” anlamında gözlerine baktım. Gözleri sonuna kadar açıktı, işte şu kafanızın üstündeki gök kadar açık… Bunların hepsi niye göğe baktı şimdi? Bir şey anlatıyoruz şurada. Göğün açık olduğunu zaten söyledim. Bakmaya ne hâcet? Hocamın gözlerinde ne bir buğu, ne bir sis, ne bir soru, ne bir ünlem vardı. Yalnızca anlam. Derin bir kuyu gibiydi gözleri. Derin bir mezar. Mezar uymadı değiştir. Derin bir girdap. Kalabalık karşısında konuşmak da insanı şair yapıyormuş ya hu. Babam görseydi şu hâllerimi. Görseydi beni konuşturmazdı. Tutar kolumdan aşağı indirirdi. Yakıştırmazdı beni buralara. Pür dikkat dinleyen şu kalabalıktan bin kere özür diler, kolumdan çeke çeke eve götürdü. Yetmez, gece boyu Allah’tan af dilerdi benim adıma.

Hocamın gözlerine bakınca bir daha alamadım gözlerimi. O gözlere girmem, o anlam deryasına dalmam gerekti. Bunun için ne gerektiyse yaptım. Develere hendek atlattım. Yetmedi, develeri tuttum iğne deliğinden geçirdim. Yetmedi, ipe dizdim, tesbih yaptım, hocama hediye ettim. Ağzımla kuş tuttum. Yetmedi kuşları nefesimle pişirdim, hocamın sofrasını süsledim. Yetmedi, tüylerinden seccade yaptım hocamın namazgâhına serdim. Kırk akıllının çıkaramadığı taşları topladım kuyulardan. Yetmedi, o taşlarla kale yaptım hocam için. Hocam konuşmayı sevmez diye milletin ağzını büzdüm torbalara doldurdum laflarını. Yetmedi, lafla doldurduğum torbaları yaptığım kalenin bahçesine gömdüm…

O kadar mı ilginç anlattıklarım? Nasıl da dikkatli dinliyorlar? Ağızları bir karış açık kaldı. Gözleri sonuna kadar açık. Bakma. Gözlere bakma. Dayanamazsın. Aradan kaç yıl geçti, ne yaptım da hangisi işe yaradı yoksa bütün yaptıklarımın hepsi ancak işe yarar bir iş mi etti bilmem. Bir gün kendimi hocamın gözlerine girmiş buldum. Konforluydu göze girmek. Girene kadar zahmetli ama girdikten sonrası konforluydu. O nereye baksa oraya bakıyor, o ne görse onu görüyordum. Dolayısıyla onun düşündüğünü düşünüyor, onun sevdiğini seviyor, onun nefret ettiğinden nefret ediyordum. Eeee ne demişler “Gözler kalbin aynasıdır.” Kim demiş bunu? Ben mi uydurdum? Biri demediyse rezil olurum. Hatırladım. Şarkısı var hani gözler kalbin aynasıdır/ yalan nedir bilmez onlar… Gözler kalbin aynası mı gerçekten? Aynası aynası olmasına da onlardan yansıyanı görmeye de göz gerek. Gönül gözü gerek. Bu güzel oldu. Dur bunu kalabalığa da söyleyeyim. Ne güzel söylemiş söyleyen. Evet gözler kalbin aynasıdır aynası olmasına lâkin o yansıyanı görmeye de gözler gerek. Gönül gözü gerek. Bak bak şu yeşil başörtülü kadının gözleri doldu. Ne etkili konuştum be. Aferin oğlum. Becerdin bu işi. Aferin oğlum? Evet, Ne var, aferin dedim kendime. Babam demedi, anam demedi, hocam demedi. Gözlerine girdiğimde bile bir kere aferin demediler. Bir kere tebrik etmediler. Sessizce kabul ettiler gözlerine. Girerken göz kapakları gıcırdasa ben onu bile tebrik sayardım ama demediler. Ben bari diyeyim kendime: Aferin oğlum, aferin sana.

Eh, tabii ben o gözlerdeki konforu görünce durur muyum? Durmam. Durmadım. Neden durmadım? Çünkü doğduğumdan beri aradığım şey bu konfordu zaten. Neden konforluydu biliyor musunuz? Kimse karışmıyordu çünkü. Onların baktıklarına bakıp onların gördüklerini görüp onların düşündüklerini düşünüp onların yaptıklarını ya da yapmak istediklerini yapınca kimse karışmıyordu. En büyük konfor kimsenin karışmadığı yerdedir. Hocamın gözlerinden sonra babamın gözlerine geldi sıra. Babamın gözüne girmek için de ne gerekiyorsa yaptım. Zaten hocamın gözüne girmekle babamın gözüne girmek yolunda ilk adımı atmıştım. Sonra babam için kolları sıvadım Bin dereden su getirdim. Yetmedi, bin deryadan su getirip bin dereden getirdiğim suların içine kattım. Yetmedi, o suları babamın evinin önünden akıttım. Babam balık sever diye suyun dibindeki balıkları ipe dizdim. Yetmedi, ipteki cambazları suyun dibine ittim. Zira babam cambaz sevmezdi. Boş işler bunlar, derdi. Babam lafı sever diye hocamın bahçesine gömdüğüm laf torbalarını babama hediye ettim. Nihayet babamın da gözüne girmeyi başardım. Sıra anama gelmişti. Hoş, babamın gözüne girmem anama yeterdi. Yetmese de yetmiş gibi olurdu fakat ben yetinmedim. Alıştım bir defa gözlere girmeye. Onların baktığı yerlere bakıp gördüklerini görmeye. Alışmış kudurmuştan beter değil mi? Beter. Ben de kudurmuştan beter oldum da gözlere girmeyi alışkanlık hâline getirdim. Çünkü gözlere girmesem bakacak yer bulmam gerekecekti. Bakacak yer bulmak yeter mi? Yetmez. Baktığın yerde görecek şeyler bulmak gerekti. O da yetmez gördüğünü anlamak hakkında düşünmek, bir fikir sahibi olmak gerekti. Sonra bu fikrin zekâtını eda için insanlara aktarmak gerekti. Sen fikrini aktarınca insanlar durur mu? Durmaz. Onlar da sana aktarır fikirlerini. O zaman bir de onların fikirleri üzerinde düşünmek yeni bir fikir edinmek zorunda kalırsın. Ya da sana kızarlar böyle fikir mi olur deyü. Fikrini zihninle birlikte söküp atmak isterler. İşin yoksa bir de zihnini korumak uğruna onlarla savaş. Bunca zahmete ne hâcet?

Aklıma gelen her şeyi söylemekle hata mı ediyorum? Şaşkın şaşkın bakmaya başladı bu insanlar. Tabii aklına her geleni söylememelisin hergele. Bunca insan senin aklına her gelene nasıl akıl erdirsin? Ne güzel bir yer seçmişler beni konuşturmak için. Sağımda deniz, solumda koca köşk. İnsanın konuştukça konuşası geliyor. Konuştukça konuşası gelince tabii aklına geleni söylüyor. Vapurun sesi de aklıma gelenlere fon oluyor. Kim bilir kimler var içinde? Kim bilir ne hikâyeler taşıyor? Ah anam olaydı içinde. İneydi vapurdan. Beni böyle göreydi. Bu insanların beni böyle dinlediğine o da şahit olaydı. O zaman belki bir şey sanırdı beni. Aman dur. Ne diyor ağzın senin? Ağzım değil, zihnim dedi. Ne diyor zihnin senin? Anan seni böyle göreydi de bir şey sanaydı düşebilir miydin gözünden? Düşemezdin. Sonsuza kadar kalırdın. Onun için bu vapurun içinde anan olmadığına şükret. Şükür Elhamdülillah.

Anamın gözüne girmek için neler yaptığımı soracak olursanız… Sanki sormasalar anlatmayacaksın. Çayımı tazeleseler güzel olur. En başta belirttim çay: sıcak, demli, dedim. Daha ne diyeyim? Dur şu görevliye bir bakış atayım. Yok bakmıyor bana. Havaya bakıyor. Yere bakıyor, denize bakıyor. Bana bakmıyor. Tutup kolumdan beni buraya oturtmayı biliyor, bir çay tazelemeyi bilmiyor. Edepsiz. Usulsüz. Neyse, çok görmeyelim. Belki onun da girdiği gözler vardır da onların baktıklarına bakıyor, onların gördüklerini görüyordur. Anam kılı kırk yarmayı sever diye kırk diyardan kırk kıl topladım. Kırkını da kırk yardım. Yetmedi, yardığım kılları anamın gerdanına gerdanlık ettim ki kırk yıldır babamın yaptığı bütün kıllıkları kırk yararak her gün söylenmesine gerek kalmasın. Babam, anama bakıp o gerdanlığı gördükçe anamın unutturmak istemediği o kötü anıları unutamasın. Anamın gözüne girmem için bu yeterdi. Yetti de nitekim.

Hikâyeyi burada bıraksam mı devam etsem mi? Sıkıldılar mı acaba? Ben olsam sıkılırdım. Merak ediyor gibiler. Şu çaydan bir yudum içeyim. Buz olmuş. Oğlum tazeleyin şunu ya hu. Hah. Sonunda akıl edebildi görevli genç. Ben hikâyemin devamını anlatayım da merak eden dinler zaten. Sıkılan da gitsin. Zorla tutmuyoruz ya. Efendim, girdiğim gözlerde aradığım konforu bulmuştum. Ben diyeyim beş yıl, siz deyin on yıl, esasında on beş yıl kaldım o konfor içinde. Bir de o gözler baktıklarını değil görmek istediklerini görüyorlardı. Mesela aynaya bakıyorlar fakat kendilerini değil görmek istedikleri devleri, aslanları, kralları görüyorlardı. Mesela uzaklara bakıyorlardı derin derin. Karşıdan gören yüce bir tefekkür içinde olduklarını sanırdı fakat onlar ne basit, ne klişe, hatta ne kötü ne korkunç düşünceler içinde olurdu bilemezsiniz. Tabii ben de içinde olduğum gözlere ihanet etmemek adına onlar gibi düşünürdüm. Büyük gibi ama küçük. Anlamlı gibi ama anlamsız. Derin gibi ama sığ. Zaman zaman onların gördüklerini değil olanı görsem de ses etmiyordum. Bu durum, bu aynı renkler, aynı ışıklar, aynı düşler yıllar içinde sıktı beni. Sıkıldıkça çıkmak istedim girdiğim gözlerden. Çıkmak istedim lâkin öyle kolay değildi. Gözlerden çıkmak için düşmek gerekti. Bilirsiniz düşmeler can yakar. Canımın yanmasını göze almalıydım önce. Alamadım. Girdiğim gözlerin derinliği beni düşmekten korkuttu. Korktukça kaldım. Sıkıldıkça düşmek istedim. Nihayet sıkıntım galip geldi de korkumu yendi. Tam düşmeyi göze aldım, bu sefer de girdiğim gözler bırakmadı beni. Derin gözlerin en tepesine gelip onların baktıklarından başka şeyler görecektim ki sımsıkı kapattılar kapaklarını. Ne yaptıysam açmadılar. Ne yaptıysam bakamadım başka yerlere. Anladım ki göze girmek için katlandığım kadar zahmete katlanmam gerekiyordu düşmek için de.

Kaç saat oldu bir kişi bile kalkmadı. Hâlâ meraklı gözlerle dinliyorlar. Bakma gözlere. Bakarsan dalarsın. Önce hocamın kalesini yıkıp taşları kuyulara attım. Akıllılar çıkaramasın diye. Sonra milletin büzdüğüm ağzından topladığım lafları zorla babamdan koparıp hocamın köşkünün içine boşalttım. Hocam düşürdü beni gözünden. Babamın evine getirdiğim suları, anamın boynuna taktığım kılları birbir koydum yerlerine. Yetmedi. Onlar yine de düşürmedi beni gözlerinden. Babamın sevmediği ne varsa sevmeye, sever gibi yapmaya başladım. İlk çocukluk yıllarımda olduğu gibi. Babamın cambazlığı sevmediğini söylemiştim. Çıktım evin önündeki çamaşır ipinin üstüne cambazlar gibi yürüdüm. Babam yuhaladı beni. Tükürdü gözlerinden. Sıra anamdaydı. Anaların gözlerinden düşmek daha zordur. Siz öyle sanın. Ben de öyle sanırdım. Beyinin gözünden düşünce anam da sonuna kadar açtı gözlerini. “Bir bahane bul da defol git,” demekti bu. Düştüm anamın gözünden de. En çok anamın gözünden düşünce yandı canım.

Ağlıyor dinleyenler. O kadar mı acıklı anlattım ya hu. Çayımı tazeleyen gencin saçlarına aklar düşmüş. İlk gördüğümde, beni kolumdan tutup buraya getirdiğinde yoktu o aklar. Atma kafadan. Bir anda mı düşer aklar saça. Yoktu diyorum. Olsa dikkatimi çekmez mi? Hem tabii bir anda düşer aklar. Kar gibi düşer. Yağmur gibi. Yavaş yavaş olsa insanlar aynaya bakıp saçlarında akları görünce ağlamazdı. Yavaş yavaş olan her şey alıştırır çünkü. Alışılan şey duygu uyandırmaz çünkü. Etkilendiler anlattıklarımdan. Ahh, hocam göreydi şu hâli. Gözlerine bile girsem adam yurdunda yer ayırmadığı beni böyle göreydi. Şu insanların yaşlı gözlerle beni dinlediğini, beni dinlerken saçlarına aklar düştüğünü göreydi. N’olacaktı? Yine adam yurduna koymayacaktı beni. Hatta adam yurdundan kendiliğinden edindiğim şuncacık yeri bile alırdı elimden.

Gözlerden düşünce canım yandı ama bakılacak yerlere başkaları tarafından çoktan bakıldığını, görülecek şeylerin başkaları tarafından çoktan görüldüğünü, edinilecek fikirlerin çoktan edinildiğini görünce daha bir yandı canım. Bana bir tek avarelik kalmıştı. Eh ne yapalım aldık payımıza düşeni. Zaten çocukken de severdim avarelik yapmayı. Koydum ellerimi cebime, bir nota tutturdum kendime, ıslık çala çala arşınladım yolları. Yolları arşınlarken hikâyem soğudu. Soğuyunca demlendi. Hikâyem soğuyunca üşüdüm. Demlenince demlendim. Üşüyünce nefsim sıcak bir çay istedi. Demlenince “demli çay iyi gider,” dedi. İleride bir karışıklık var. Yaka kartı olan adamlar birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlar bana bakarak. Bu bakışlar pek hayra alâmet değil ama hadi hayırlısı. İnsanların da dikkatlerini dağıtacaklar. Boş ver. Sen anlatmaya devam et. Efendim canım sıcak ve tavşan kanı gibi kızıl, hikâyem gibi demli bir çay isterken bir genç adam tuttu kolumdan beni buraya oturttu. Kulağıma bir şeyler fısıldadı ama tam anlayamadım. Dedim ya benim aklım sadece bilmek istediklerini alır. Gencin söylediklerini anlayamadım o yüzden. Önüme çay koydular. Sıcak ve demli. Baktım karşımda meraklı gözler, açık yürekler. Onlar dinleyense ben anlatan olmalıyım diye düşündüm ve başladım anlatmaya. Neticede hava da müsait hikâye de.

Beni buraya oturtan genç yanıma geliyor. Bu geliş pek hayra alamet değil gibi. Bana sert bakışlar attı. Mikrofonu aldı eline “Hanımlar, beyler, saygıdeğer konuklarımız küçük bir hata olmuş özür diliyoruz.” dedi. Estağfirullah efendim, dedim ben. Kalabalık görevliye bakıyor, görevli bana. “Efendim çok kıymetli hocamız Allâme Fahreddin Hocamız görüntü vermeyi sevmediğinden kendisinin dış görünüşünü bilemiyorduk. Bu beyefendi, hocamızın geleceği saatte gelip gireceği kapıdan girince gaflete düşüp kendisini Fahreddin Hoca sandık. Bu sebepten kendisini size öyle takdim ettik. Fakat şimdi aldığımız bir habere göre Allâme Fahreddin Hoca Hazretleri gözlerinden rahatsızlanmış. Baktığı yerlerde görmek istediği şeyleri göremediğinden söyleşi mekânımızı bulamamış. Sizlerden tekrar özür diliyor, programımızı burada sonlandırıyoruz,” diye bitirdi sözlerini görevli. Hâla bana sert bakıyor. Sen bakma gözlerine, dalarsın. Bu gözler derin değil, dalınmaz. Ama bu haksız sert bakışlardan sebep kendisine dalmak…

Not: