Çorbaya daldırdığım ekmeğim havada asılı kalmıştı. Halam tam bu esnada telefon sesiyle bir film şeridi oluşturuyordu gözlerinin önünde ve ne zaman ağlaması gerektiğini kestiremiyordu ama şimdi değildi. Ya ne zaman olmalıydı diye sordu kendine. Ama bu sorunun vakti de şimdi değildi. Ama neyin sırasıydı ki? Böyle şeyler zamansız gelir insanın başına. Nasıl sorusuna şimdilik çok yüklenmiyordu çünkü o ilerisinin çıkmazıydı. Bunun farkında olmayan bakışlarla kalakalmıştı. Şaşkınlık da değildi onunkisi. Bencillik içgüdüsünün ufak ufak var oluşları onun bedenine ama çoğunlukla ruhuna gıcık gibi batmaya başlamıştı. Ben ne yapacağım şimdi, diye sorması çok yakındı ve bu durum da o gıcığın devamıydı. Bir an vakarla iç çekecek gibi olsa da hayır, vakarın vakti miydi? Şu başına gelen olaya bakın siz, denilmesi gerektiğinin idrakine varıyordu tam da şu anda. Birkaç saniye önce kulağına girenlerin yanlış ya da yalan olmasını istiyordu ama bunun boş bir istek olduğunu en çok kendi biliyordu. Kendini bu duruma çok hazırlamıştı çünkü içinde bulunduğu çıkmaz onun önüne bunu sunuyordu. Gerçek bir çıkmazdı işte bu, diyeceği günler başlamıştı bugün itibariyle. Kendisinin bundan haberi yoktu ama var gibi de bakıyordu.
Havadaki ekmek hâlâ tütüyordu. Babaannem. İlkin bir şaşkınlık geldi göz yuvalarına çöktü, dehşete büründü gözleri. DERİNBİRİÇ çekti ve feryada hazırlanışın dehşeti geçti hemen şaşkınlığın yerine. O da gözleri önüne serdi bir film şeridi. Unutkanlık hastalığına düşse bile unutamayacağı yılları hatırladı, yanağı sızladı. Buruş buruş olmuş yüreğinde çözülme hissetti ama birinin bunu anlama ihtimalinden utandı ve film şeridindeki renkli günleri getirdi önüne. Buruşburuşşş. Omuzlarında eksikliğini hissetmeyeceği soğukluğun başladığı günün bugün olduğunu aylar sonra fark edecek. Başka türlü bir haber beklemediğini anlayabilirdiniz gözlerinden ve bundan utanmıyordu çünkü bunun utanılacak bir şey olmadığı o biliyordu ama yanında oturan görümcesi bilmiyordu. Nasılnasılnasılnasılnasılnasıl diyordu günlerdir. Nasıl’ını bilmezlikten geldiğinin farkında değilmiş gibi bakıyordu ve yine nasıl diyordu sessizce. Konuşmadan herkesin kulaklarına okkalı bakışlar savuruyordu çünkü en çok onun acısı vardı ve en çok onun teskine ihtiyacı olduğunu hissetmeye çoktan başlamıştı ama bunu diğerlerinin de bilmesi gerekiyordu. Ağlamak mıydı bunun yolu yahut bayılmak mı tam kestiremiyordu ama gözleri kıpkırmızıydı. Halamın kafasından neler geçtiğini adı gibi bildiğini düşünen yengemin gözleri halamın üzerindeydi ve onu delip geçmeye çalışıyordu. Yalan diyordu, yalan bu tavırlar ama konuşmadan. Biri kalkıp sana ne, dese ne diyebilirim ki, düşüncesini mıh gibi taşısa da hiçbirinden vazgeçmiyordu. Bakın demek istiyordu, bakın ve iki yüzlüyü görün. Anneme bakmak istiyordu bunları söylemek isterken ama çekincesi vardı. Biri, bari bugün rahat durun, der gibi bakar diye ödü kopuyordu bu yüzden anneme bakamıyordu bunları söylemek isterken. Ben yerden topladım onun bu bakışlarını. Halıyı kirletmişti. O bakamadı anneme ama ben baktım. Ne görmek istediğimi kestiremedim. Sonuçta gördüğümle görmek istediğim benim elimdeydi, yengemin bakışlarını topladığım avucumda. Es geçmek istedim annem, bakmak istemedim. Nasıl bir film şeridi oluştu önünde bakmak istemedim.
Ekmeğime baktım. Hâlâ tütüyordu. Ekmek. Yemek. Yaşamak. Gözüme diken batar gibi oldu, hatırladım ve gözümü kırptım. Telefon bir kez daha çaldı. Kimse telefon açılsın istemedi. Belki de istedi. Film şeridi aradım ekmeğin oralarda ama göremedim. Kırpmayacaktım gözümü işte. Tekrar onların gözlerine bakamayacaktım. Orada gördüklerim gerçekten gördüklerim mi yoksa görmek istediklerim mi, diyor ekmekteki bakışlarım. Ağlamak istedim.
Telefon açıldı, kapandı, bir dakika öncesinden hiçbir farkı yoktu şimdinin. Ağlamak istedim. Hiçbir göze bakmadan ağlamak istedim. Belki de ekmeğe.