Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz. (Enbiya sr. 35)
Eskiden kalmadır sevinince ya da sevilince “ölecek miyim nedir?” düşüncesi. Hayal meyal anımsıyorum da “Ölsem gam yemem. Çünkü beni hayata bağlayan hiçbir şey yok. Lâkin biliyorum ki ne zaman beni hayata bağlayan bir şeyler olur, ne zaman ölsem gam yiyecek olurum işte o zaman gelir ölüm.” demiştim bir zaman. Haklıydım. Haklıymışım. Haklıyım. Kapıyı çalmaz. Davet beklemez. Haber vermez. Sadece gelir. Biz emir kuluyuz, diyerek alacağını alıp giden icra memurları gibi yalvarmalara, gözyaşlarına, itirazlara, isyanlara bakmadan gözlerin ferini, damarların demini, bedenin tinini, dilin kavlini, dîlin hissini alır ve gider. Hazırlıksız yakalamayı sever. Sürpriz yapmaya bayılır. Önce kendini unutturur sonra ce’eee diye aniden çıkar insanın karşısına. Bütün bunları biliyordum. Bilmek neye yarar? Neye yaradı? Desem ki şimdi olmaz, desem ki projelerim, hayallerim, hedeflerim var, desem ki artık hayatın anlamı var, desem ki bana ihtiyacı olan sevenlerim var, neye yarar? Bari onlara haber verseydik, bari onlar hazırlıklı olsalardı, desem, neye yarar?
Ağlıyorum evet. Kendime değil, ardımdan ağlayacak olanlara ağlıyorum. Komik mi? Unuturlar mı? Alışırlar mı? Öyle kolay değil. İnsanın her şeye alıştığı, her acıya katlandığı, gücünden büyük yük yüklenmediği doğrudur lâkin öyle kolay değil. Aşmadan alışılmaz. Taşmadan aşılmaz. Dolmadan taşılmaz. Akmadan dolunmaz. Kesmeden akılmaz. Acımadan kesilmez. Kaybetmeden acımaz. Bulunmadan kaybedilmez. Yani insan bulduğunu kaybedince acır, öyle acır öyle acır ki nihayet dayanamayıp acıyan yerini kesip atmak ister ve keser, kesince kanar, öyle kanar öyle kanar ki acıya, nihayet dolar acıyla uğraşacak yerleri, doldukça taşar, taştıkça aşar en aşılmaz setleri, öyle aşar öyle aşar ki nihayet alışır aşmaya, taşmaya, dolmaya, akmaya, kesmeye, acımaya, kaybetmeye. Sonra bulmaya alışır. Yeniler bulmaya. Başkalar bulmaya. Boşluklar doldurmaya alışır. Ama dolduramaz. Öyle kolay değil.
Kendime de ağlarım tabii. Kolay mı öyle her şeyi, herkesi bir anda bırakıp gitmek? Kolay mı sahip olduğunu sandıklarının esasında zerre kadar seninle alâkasının olmadığını kabullenmek? Kolay mı neler atlattım ben diyerek övünürken, devlere meydan okuyarak güçlü olduğunu sanırken bütün hücrelerinle acziyeti hissetmek? Öyle kolay değil. Evlatlarımın mürüvvetini görmeden, torunlarımın başını okşamadan, cildimin buruştuğuna, kemiklerimin büküldüğüne şahit olamadan, rezervasyonunu yaptırdığım tatile gidemeden, bitirdiğim dosyayı gönderemeden, ocaktaki yemeği pişiremeden, aldığım nefesi veremeden geçip gitmek, çekip göçmek kolay mı? Helallik isteyemeden eşimden, dostumdan, akraba-ı taalûkatımdan, benden yana helal olsun diyemeden, küçüklere nasihat, büyüklere vasiyet edemeden, acı bir veda tebessümünü yüzüme yerleştirmeye çalışarak el bile sallayamadan geride kalanlara, şimdiye kadar günümü aydınlatan güneşe, geceme parlayan aya, ciğerlerime dolan havaya bir teşekkür edemeden gidilir mi? Böyle gitmenin, böyle ölmenin sebebi neydi? Hiçbir hastalığı yoktu diyecekler. Daha gençti. Bunu duyan gençler yarım asır yaşamış bir insana genç denmesini anlayamayacaklar. Bilmezler yarım asrın da tam asrın da çeyrek asrın da bir günün de yalnızca bir ân olduğunu. Eşim ocaktaki yemeği görünce daha çok ağlayacak ona sürpriz yapmak istediğimi anlayarak. Üzdüğüm günleri, kavgalarımızı unutacak. Evlatlarım. Yavrularım. Çocuklarım. Hayatla tanışacaklar gidişimle birlikte. Onlara kızdığım zamanları bile gülerek hatırlayacaklar. Yaşasaydım büyüdüklerinde tek tek hesabını soracakları kızmalarımı.
Böyle mi öleceğim? Bana böyle söylenmedi. Kefen parası ayıracak yaşa gelmeden öleceğim söylenmedi bana. Film şeridi gibi geçmedi hayatım gözlerimin önünden, hani? Mahşerde kitabımız verilince mi göreceğiz onları? Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan sayıp dökmüş, derken mi pişman olacağız yaptıklarımıza ya da yapmadıklarımıza ya da hepsine? Anımsayamıyorum yaşadıklarımı. Sanki hiç yaşamamışım ya da bir gün kalıp gidiyormuşum gibi dünyadan. Yoksa dünya şimdiden alıştı mı yokluğuma? Şimdiden sildi mi beni?
Kimseye anlatamayacağım ölürken neler hissettiğimi, çektiğim acıyı, gördüklerimi, göremediklerimi. Yaşarken anlatırdım çocukluğumu, gençliğimi, başımın nasıl ağrıdığını, midemin neden bulandığını, ağaçtan düştüğümde kolumun nereden kırıldığını, askerlik anılarımı, eşimi babasından isterken döktüğüm terleri, çocuklarım doğduğunda yaşadığım heyecanı anlatırdım. Hayatın zorluğunu, insanların acımasızlığını, acıların tadını, hançerlerin, kurşunların, kelimelerin açtığı yaraları, soğuğun üşüttüğünü, ateşin yaktığını, gülün kırmızısını, bülbülün şarkısını, karın beyazını, yıldızların göz kırpışını, köpeklerin bakışındaki tatlılığı, kedilerin oyun aşkını, kuşların kanat seslerini anlatırdım. Ölümümü, ölüşümü anlatamayacağım gizlediğim günahlar, işlediğim zulümler, kabullenmediğim hatalar gibi. Azrail’in göz rengini, elinin ne kadar ağır olduğunu, renklerin bir bir kaybolduğunu, kanımın her damlasının ayrı bir acı bırakarak çekildiğini, tükürüğümün dilimi ve damağımı ıslatmaktan nasıl vazgeçtiğini, nefesimin içime kaçıp içimde bir yerlerde kaybolduğunu, kalbim dururken göğsüme ağrılı bir yumruk indirip oturduğunu anlatamayacağım. İnsanlar bunları bilmeyecekler son nefesimde kelime-i tevhid getirip getirmediğimi merak ederlerken. Bilmeyecekler. Merak da etmeyecekler. Düşünmekten korkacaklar. Onlar bilmeyecekler, ben de anlatamayacağım. Dilim, yüreğim, gözlerim, ellerim, mimiklerim yeniden konuşturulacakları o güne kadar anlatamayacaklar. SON.