“bir hikâyeyi, bir hikâye bulmak için anlatırız.”
william l. randall
Kasabada yapraklar ölüyordu. Onları ezecek kimse yoktu. Sonbahar, bu ölmüş yeri sarıya boyuyordu da gıkı çıkmıyordu. Ölülere makyaj yapmak gibi. Sokaklarda başıboş kedilerin, köpeklerin hükümranlığı göze çarpıyordu. Bir süre sonra onlar da birer birer kayboluyorlardı ortalıktan. Ne de olsa ilgisizlik, bir köpeği bile kaçırırdı.
Azala azala bitmek üzereydi kasaba. Bacası tüten evler azaldıkça daha da zifirî oluyordu geceleri. İnsanlar elini çekince yıldızlara kalıyordu meydan. Ne fayda. Yıldızların ortaya çıktığı yerde de onu izleyecek göz olmuyordu. Onu izleyecek gözün olduğu yerde de yıldızlar. Şu dünya, kavuşamamak demekti.
Kahvehanede orta yaşı geçkinler pinekliyordu. Açık olan televizyonun sesi ve oyun taşlarının şakırtısı canlılık alametiydi onlar için. Onlar için. Issızlıkta yaşayan ve dünyayı böyle sanan bir avuç adam için. Ölümlerini sıraya koymuşlar için. Ölüm sürprizdi. Ama böylesi azlık yerlerde ölümün bile sürprizi kaçıyordu. Minarelerden sela verilmeye başlanınca kimin öldüğü tahminine girişirdi akıllar. Haklı çıkılırdı sonunda.
Hasan da ölümün kıyılarında yüzüp duruyordu. Zayıfça bir karısı vardı. Aklı da kıttı kadının biraz. Hastalıklıydı. Üç kızdan sonra bir oğlu olmuştu da yüzüne bakılır olmuştu. Tüm çocuklar, sırayla evlendiler. Gerçi birisi sırayı bozdu. Kocaya kaçtı. Ya da evden kaçtı. Bir hafta dargın durdu anası babası. Sonra acıdılar kıza. Fukaraya kaçmıştı ne de olsa. Bir de ana baba kapısını kapatmak olmazdı. Kapatmadılar. O da anasından babasından elini çekmedi. Tekne tekne ekmeklerini etti. Yükün yükün odunlarını çekti.
Bir kış, kasaba servisi meydanda durunca musallada bir cenaze gördü servistekiler. Hepsi merakla camdan dışarı bakıyorlardı. Kimdi acaba ölen? Meraklarımız çok tuhaf sayın seyirciler. İçimizde gram sızı olmadan ölüyü merakımız. O kıyafet bize de ait sayın seyirciler. Duymuyor musunuz? Şoför, el frenini artistçe çektikten sonra aşağı atladı. Cenazenin yanında yöresinde duran da gözükmüyordu. Yakasını bağrını yırtan da. Şoför yine de buldu birilerini ve sordu kimdir diye. Yüzünde herhangi bir değişiklik olmadan bindi geri servise. Aynı anda sordular: Kim? Hiç ya, dedi. Zühre. Zaten hastaydı. Ölmüş de kurtulmuş. Zühre’nin ablası da servisteydi. Tülbentinin ucuyla gözünün nemini sildi. Gözü bir daha nemlenmedi.
Kasaba, Zühre’ye benziyordu. Kasabalar, köyler, şehirler içlerinde barındırdıkları kimselere benzerdi zaten. İnsanlar, yaşadıkları yerlere çekerdi. Oralar da insanlarına. Zühre’nin cenazesi az bir cemaatle kaldırıldı. Kar, usul usul yağıyordu o gün. Kızları biraz ağladılar. Kocaya kaçanın sesi kısıldı sadece. Hasan ağlamadı. Üzüldüyse de anlamadı kimse. Cenaze evi birkaç gece daha misafir ağırladı. Sonra kasabanın üç beş konarı evlerine çekildiler. Kar usul usul düşüyordu. Sesi içine kaçmış evler, karın altında kalınca hepten sustular.
Zühre’nin mezarı ilk geceden karla örtüldü. Kasaba evlerinin çatıları da karla örtüldü. Zühre, toprağa sarıldı yattı. Kasabalı da yorganlarına sarıldı. Zühre’yi üç günde unuttular. Kırkında Kur’an okutmak bile kimsenin aklına gelmedi.
Adam, karısı öldükten sonra hürleşmiş gibiydi. Yaşlı atına atlıyor, turluyordu kasabayı. Peşine üç beş çocuk takılıyordu. Uyuz atının tepesinde Don Kişot’a benziyordu herif. Arkasından “evleneyim diye bu pozları,” diyordu kasabalı. “Bir ayağı çukurda, yediği herzelere bak.” Doğru söylüyorlardı. Niyeti evlenmekti. Doğru söylüyorlardı. Yediği herzeler ne komikti.
Cumaları kasabanın pazarıydı. Üç beş satıcı olurdu pazar yerinde. Pazara girişte bir balıkçı. Kıyafet satan tek tük tezgâhlar sonra. Böyle küçük yerlerde insanın gözünün önüne şehirler gelirdi. Büyük, tıklım tıklım mağazalar. Işıl ışıl sebze meyve halleri. Koca caddeler. Birbiri yanından geçerken tanış olmamak geçerdi insanın aklından. Büyük olmak eritirdi insanları. Şehirler, içlerine aldığı her kim olursa olsun öğütürdü. Ya böyle ıssız yerler? Onun öğütecek dişleri olmazdı. O yüzden öğütmeden yutardı. Bu yüzden şehirlerde insanlar paramparça yalnızdı. Kasabalarda bütün yalnız.
Hasan, cuma pazarından hevesle doldurmaya başladı torbalarını. Eh, evde tekti. Keyfine bakacaktı artık. İlletli kadın da yoktu. Kıt akıllı oğluyla kızları da. Bir atı vardı bir kendisi. Balık bile aldı. “Tart şuradan bir kilo! Yok, iki ver sen! Kızartır kızartır yerim.” Eve dönerken zengin ve ferah adamların tavrı vardı üstünde. Göz ucuyla çevreyi de süzüyordu. Bakan yoktu gerçi. Yine de izlenildiği hissi iyi geliyordu ona.
Kış geçince kasabadan aynı sülaleden üç aile daha taşındı şehre. Arabalarına eşyalarını yüklerken söyleniyorlardı: ”Yaşanmaz artık burada. Şuna baksana şuna, yolu yol değil, suyu su değil.” Kadınlar da yaşmaklarının kenarından tuhaf bir gururla süzüyorlardı etrafı. Daha şehre gitmeden şehrin kibrini kapmışlardı bile. Eşyalar yüklendi. Üç beş komşu yolculadı gidenleri. Her gidenin ardından sesi daha da kısılıyordu kasabanın. Her gidenin arkasından su dökmekten suyu kurumuştu.
O baharda Zühre’nin işe yaramaz oğlu da göçtü şehre. Peşinden iki bacısı da kocalarıyla tuttular şehrin yolunu. Taşı toprağı altınmış diyen yoktu. İnsanlar altının yüzeyde olmayacağını anlayacak kadar uyanıktılar artık. Onları buradan kaçırtan şey başta yokluktu. Sonra da sessizlik. O kadar sessizdi ki etraf, kendi seslerini duymaktan ürken şehrin yolunu tutuyordu. Kasabada Zühre’nin en küçük kızı kaldı. Zühre’ye en çok benzeyen. Her anlamda. Ablaları ve abileri gittikten sonra babasını arada dolanıyor, temizliğini yemeğini yapıyordu.
Yaz geldiğinde kasaba başka renge büründü. Ölüye yeni bir makyaj yapıldı yani. Bu sefer kuru ve sıcaktı makyaj. Güneşi daha parlak. Ölü, yine de ölüydü işte. Meydanda pinekleyen ihtiyarlar, öğle ezanını bekliyorlardı. Ellerinde ekmek kemire kemire turlayan çocuklar, delişmen gençler meydanda yerlerini almışlardı. Ne için meydanda yerler alınırdı? Hiç. Köy ya da kasaba meydanlarında bulunmanın ulvi bir amacı olmazdı. Orada olmak, orada olmak için gerekliydi. Sanki meydana gidip dikelince tüm sızılar geçecek gibi.
Ezan okunmadan gök kararmaya başladı. Meydanda sinekleyenler, başta bunu bulut geçiği sandılar. Hafif de gürültü çıkınca yağmura yordular. Bunun da mantıksızlığını anlayınca uçaktır, dediler. Hâlbuki uçak, o kadar yükseğinden geçerdi ki buranın, bir karınca gökte ilerliyor sanırdınız. Derken ağızları açık göğe bakınca gördüler ki silindir biçiminde kocaman bir şey kasabaya yaklaşıyor. Kaç tane sinek yuttular Allah bilir. Afiyet olsun. Koca metal yaklaştı yaklaştı. Alt ışıkları yana yana meydanı teğet geçti. Kasabanın doğusuna doğru yol aldı. Meydandakiler, bakışları ve kafalarıyla eşlik ettiler bu koca metale. Takip edemedikleri noktada da donup kaldılar. Neden sonra kendilerine gelip kasabanın doğu yönüne doğru hızla koştular. Tabii ki gençler. Yaşlılar, öğle ezanını duymalarına rağmen camiye giremiyorlardı bir türlü.
Bu koca metal alçaldı alçaldı. Kasabanın boş bir arazisine konuverdi. Gençler tozuta tozuta bu acayip şeye doğru koşuyorlardı. Uzaktan görünce dilleri damakları kurudu. Daha da hızlandılar. Birbirlerini itiyorlardı önce varmak için. Yanına kadar geldiler. “UFO lan bu!” diye bağırdı içlerinden biri. İlk kim bir nesneye adını koyarsa o haklı olurdu. Bu artık bir UFO’ydu. UFO’nun ışıkları başta bir iki yandı. Sonra da metalik cızırtılar eşliğinde sönüverdi. Bir diğeri: “İçinden Kaptan Spock gibi bir herif çıkıyormuş şimdi,” diye gevrek gevrek güldü. Diğerleri onu duymamış gibi davrandılar. Ne de olsa iş ciddiydi. Yakınlardaki toprak tümseğinin arkasına saklandılar. Ellerine de taş hazırladılar. İnen uzaylıları indireceklerdi. Biri aklından, saçmalıyı getirseydim tüh, diye geçirdi. Yarım saat öylece beklediler. Ne inen oldu ne de görünen. Bir saat geçti. Yine tık yoktu. Çevre kalabalıklaşmaya başladı. Kasabanın ileri gelenleri, bir giriş bulup içine bakalım diye karar verdiler. Tepesine tırmandılar ve içeri girilecek bir yer buldular. Kasabanın mahir çilingiri, UFO’nun tepesinde bir saat uğraştı açabilmek için. Aşağıdan kartla dene kartla dene akılları da veriliyordu. Bir çilingir bir UFO’nun tepesinde. Neden sonra açıldı UFO’nun kapısı. Çilingiri kenara itip içeri daha mühim adamlar daldılar. Çilingir bozulsa da çaktırmadı. Hemen peşlerinden atladı içeri. Hoş geldiniz hoş geldiniz, dediler içeri dalınca. Biri daha zeki olmalıydı ki ula bunlar Türkçe biliyor mu ki? diye sormayı akıl etti. Diğerleri cevap vermediler. İçeriyi iyice dolaştılar. Bir şey bulamadılar. Kimsecikler de yoktu. Telefonla çok uğraştığı için kendisini silikon vadisi uzmanı sanan bir ergen, “bunu,” dedi “uzaktan kumanda ediyorlar. Ben ilk görüşte anlamıştım. Hemen çıkalım. Bence patlatacaklar.” İçeri ilk dalanlar, ilk olarak çıkmak için davrandılar. UFO’dan koşarak uzaklaştılar. UFO patlamadı.
Kasabalı, birkaç gün daha dolandı UFO’nun çevresinde. Eli uzun olanlar, parça parça söküp okutmak niyetindeydiler ama sökmeye kalkarken hafif elektrik şokuna tutulunca korkup bir daha dokunmadılar.
Kasabalı UFO mufo uğraşadursun, adamın derdi yamandı. Bir sabah ahırda atını ölü buldu. Çelimsizdi hayvancağız, geçip gitmişti işte karısı gibi. Şimdi neyle hava atacaktı? Bir traktör römorkuna yüklediler hayvanı. Sessizce götürdüler. Adamın yalnızlığı katmerlendi. Çocukları da yoktu artık. En küçük kız on günde bir ancak yanına uğruyordu. Eh, evlenme niyetini de duyan gülüyordu.
UFO indiği yerde duruyordu. Gidip uzaktan seyredenler oluyordu. Yakınına gidip çevresini turlayanlar. Tepesine tırmanıp fotoğraf çekinenler. Kapısını geri kapatmışlardı yağmur yaş dolmasın diye. Başka da zorlayan çıkmadı açmak için. Bu garip araç, bu boz ve ıssız yerde günlerce öylece durdu. Üstü başı tozlu pasaklı çocuklara döndü zamanla. Yüzüne bakan olmadı.
Cuma sabahı erken vakitlerdi. UFO cızırtılar çıkarmaya, hareket etmeye başladı. Tepesinde uyuklayan kuşlar kaçıştı. Çakıldığı topraktan yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Bunu başarınca usulca havalandı. Havalandı havalandı. Kasabanın tersi istikametinde yol almaya başladı. Sonra da gözden kayboldu. Yerinde kocaman bir boşluk bırakmıştı.
Hasan o sabah ağzına tek lokma koymadı. Kırgınlığı vardı birkaç gündür. Zaten artık atı da yoktu. Üstünü başını giyindi, pazara yollandı. İki dolaşırsa keyfi yerine gelirdi. Kaldıysa.
Pazar aynı cansızlığıyla karşıladı onu. Ölgün ölgün suratına bakıyordu sanki. Yere üç beş yağ süt dizmiş köylü kadınlar, cılız bakışlarını adamın suratında gezdirdiler. Adam oralı olmadı. Zaten onlar da ısrarcı bakmadılar. Küçük yerlerdeki seçeneksizlik, insanın kafasını rahatlatırdı. Ne yapacağın önceden çizilmiştir. Kime selam vereceğin, hangi sebzecinin önünde duracağın. Kimin düğününe gidip kimlerin cenazesinde ağlayacağın. Otomatik yürürsün. Otomatik ağlar ve gülersin. O da ayarlı gibi alacağını aldı, vereceği selamı verdi. Ağır adımlarla evine doğru yollandı. İşte o zaman arkasından biri seslendi: “Ne o ağa? Atın seni de götürecek galiba.” Dönüp bakmadı bile. Kafasını salladı, yoluna devam etti.
Evin yolunu zor buldu. Ayakları onun değil gibiydi. Zayıfça bir adamdı. Ama şimdi vücudu ona tonlarca ağırlıkta geliyordu. Hele bir de yazın o kuru sıcağı eklenince. Ah şu poşeti bir taşıyan olsaydı eve kadar. Nerede? Kasaba yaşıyor muydu ki ona yardım etsin? Evine vardı. Ayakkabılarıyla girdi içeri. Kirden pastan gözükmüyordu zaten. Kapıyı güç bela kapattı arkasından. Kasketini sıyırdı attı bir köşeye. Poşetleri de divanın önüne bıraktı. Kendini de divana attı. Şimdi vücudu teslime hazır bir paket gibiydi. Dünyada yürüyeceği son yolu az önce yürümüştü işte. Son sözü duymuş, gözüne güneş ışığı son kez değmişti. İnsanlar onu son kez görmüşlerdi. Son kez görmek, dünyada fark edilmezdi ama. Uzandı. Önce ayakları. Sonra yavaş yavaş tüm vücudu. En son başı. Eşyalar öylece duruyordu. Pencereden yazın tozlu ışığı doluyordu içeri. Poşetler yerde itaatkâr.
Pazar günü UFO’nun indiği yere gidesi geldi bir adamın. Hâli niceydi, epeydir bakan olmamıştı. Yaklaşa yaklaşa yaklaştı ki UFO mufo yok. Yerinde yeller esiyor. Eğildi, çukura baktı. Çevreye bakındı. Yok. “Eh,” dedi “bizimkiler oralı olmadılar ki. Bir kamyon geldi aldı götürdü bunu. Satacak. Ahmak kasabalı ahmak!” Bir hışımla indi kasabaya. Meydana geçti bağırdı:“Ülen, UFO’yu çalmışlar ya ülen? Yerinde yok. İçinizden biri mi sattı yoksa?” Meydanda caminin yılgın cemaati uyukluyordu. Onun bu sözlerine uyanır gibi oldular. Sonra uyumaya geri devam ettiler. Gençler hareketlendiler, koşup bakalım dediler ama içlerinden biri durdurdu:”Zaten durup duruyordu. Biri sattıysa işe yaramıştır. Gidip n’apacağnız?” Diğerleri hak verdiler. Giden olmadı. Kasabanın mühim adamlarının kulağına gitti UFO’nun kaybolduğu. Başta nasıl olur bilmem ne diye geveleyip sonra “çok kurcalamayın,” diye tembihlediler milleti. “Böylece kurtulmuş olalım. Zaten ne işe yarıyordu?”
Adam, iki gündür evden çıkmamıştı. Normalde kapısına uğrayan olmazdı ama bir komşusu pala istemeye gidince ünledi ünledi ses eden olmadı. Kapısına vurdu güm güm güm. Kapıyı açan olmadı. Eve gelince karısına dedi. Karısı da adamın kızına. Kız, söylenerek babasının evinin yoluna düştü. Kardeşlerine kızıyordu, gittiler de başıma attılar bunu diye. Anahtar vardı yanında. “Neredesin baba sen?” diye söylenerek kapıyı açıyordu ki içeriden gelen yoğun koku midesini altüst etti. Ağzına tülbentini kapatarak girdi içeri. Baktı ki adam, divanda soluksuz yatıyor. Solmuş suratında feri kaçmış iki gözle göz göze geldi. Yerde, hafif buruşmuş sebzeler.
Mahalle, tiz bir çığlıkla doldu. İkindi vaktiydi. Cami cemaati namazdaydı. Ölgün kuşlar, gökyüzünde.