Bu öykümü hasta yatağımdan yazıyorum. Boş boş etrafa bakmaktan ve komşuların şen kahkahalarından sıkıldım çünkü. Ciğerlerim tam şu köşede. Ağrılı. Bitmemiş gelebilir. Gelsin. Atılmadım sonuçta. Hıh.
BİLMEDİĞİMİZ ŞEYLER VAR
Aziz kırılası eliyle karısının suratına tam yemek vaktinde vurunca kadın kalakaldı. Dondu. Çok saf şu kadınlar. Şaşırıp donacağına çaksana iki tane. Ne? Erkek kuvveti. Ondan mı? Bari kafasına vazo fırlat. Ne bileyim. Koş git mutfaktaki kaynar çorbayı dök. Fiskos masasının üstündeki danteli kap. Dantelle boğ onu. Yok. Ancak uzun uzun bak. Uzun uzun ağla.
Kadın donup kalınca kalas herif özür bile dilemeden çarptı çıktı kapıyı. Kadın evde çocuklarıyla bir enkazın altında kaldı. Kadın zaten hep enkazın altında yaşıyordu. Ama yeni enkazlara da şaşırıyordu. Çok zavallıyız. Gözümü dolduruyor zavallılığımız. Enkaz altında kanımızla beslene beslene ölüyoruz. Zavallıyız. Elin kırıldı mı Aziz?
Kırılmadı. Kahverengi montuna sarıldı ve hışımla çıktı evden. Bir süre başıboş dolandı sokaklarda. Dolan ulan it. Tam senlik gecenin bu vakti kör karanlıkta dolanmak. Bir de kahverengi kaban giymişsin. Layık mısın ulan o renkte bir kabana? Çiğ yeşil bir şeyler giysene. Elin kırıldı mı Aziz?
Kırılmadı. Neden sonra aklına göl kenarına gitmek geldi. Gerçi korkmuyor da değildi. Kaybolan olmuştu göle gidince. Yüzmeyi bilmeyenlerin suçu diyordu kendi kendine. Yüzmeyi bilmiyorlar göle dalıyorlar. Eh, ölüyorlar. Sen de insanlığı bilmiyorsun Aziz. Bilmiyorsun, insan denizinde yüzmeye kalkıyorsun. Sen ne zaman boğulacaksın Aziz?
Vardı göle. Meşhur gölün kenarında vicdan rahatlatmak pek fiyakalı olacaktı hani. Haberlere bile çıkıyor. Az şey mi? Dere kenarında vicdanını dinlemekle burada dinlemek eşit şey mi? Yani benim oyumla çobanın oy… Bir ara da o vardı. Değil. Evet yıllar sonra cevap veriyorum. Değil. Durup dururken elin çobanına salça olmak en büyük ayıp ama oyunuz da eşit değil.
Düşünmeye başladı. Haklılığını. Kadın çok konuşuyordu. Evden hiç çıkmıyorum. Hiç gülmüyorsun. Gülsene gülsene diye üstüne gidiyordu bir de. Keşke ısrar etmese Aziz. Gülünce çok çirkin oluyorsun. Ama yine de kadın, enkazın altında kanıyla beslenmekten çok sıkılmıştı. Adam gülse yaşamaya mecali olacaktı. Ama gülmüyordu gâvur. Çocuklarına ne de ona. Kadın huysuz bir at oluyordu o zaman. Çenesiyle çifte savuruyordu. İşte o zaman Aziz. Kırılası eliyle.
Boşasa olmayacak. Burası küçük yer. Ne derler? Ölse gitse bari, bile dedi içinden. Ölürse kurtulurdu çünkü. Şimdi kurtulamıyordu. Eline aldığı çubukla gölün kenarında anlamsız çizgiler çiziyordu. İnce kum, tepede ay ışığıyla birleşince parıl parıl yanıyordu. Göle baktı. Kapkara. Ay ışığıyla yıkanırken ürkütücü ama güzel. İleride bir dalgalanma görür gibi oldu. Yanlış gördüm herhalde, diye düşündü. Bulduğu taşları da arada fırlatıyordu göle. En iri taşı fırlattığı yerde büyük bir çalkantı oldu. Kocaman bir şey yukarı doğru fırladı ve geri göle daldı. Aziz ürktü tabii. Gerisin geri kaçmaya yeltendi. Tam toparlanıp ayaklanmıştı ki gölden bir acuze yakaladı o güzel montundan. Monta yazık olacak.
Sonrası işte. Korku filmlerini sevmiyorum. Kanlı sahnelere de bakamıyorum. Burada kan revan o manzarayı anlatacak değilim. Aziz’i yuttu canavar. Van Gölü canavarı hem de. Meşhur biri tarafından yutulmak nasıl bir his acaba? Hiç merak etmiyorum. Elin kırıldı mı Aziz?
Karısı o gece bekledi Aziz’i. Sabaha kadar gözünü kırpmadı. Gelmedi adam. Sabah olduğunda çocukları doyurup sokağa fırladı. Sordu soruşturdu. Gece gören olmamıştı. Ama göl kenarına baksa iyi olurdu. O yana giderken gördüm, dedi biri. Gitti. Göl kenarına vardı. İz miz yok. Ama yerde bir çubuk. Ve Aziz’in ayakkabısının teki. Anladı. Ama anlamamış gibi yaptı. Ayakkabıyı aldı ve göle fırlattı. Fırlattığı yerden bir acuze göğe fırladı. Sonra geri göle daldı. Kadın, korkuyla kaçtı oradan.
Şehirden kaybolan kaybolanaydı. Hep de böyle çapsız insanlar kayboluyordu. Sırayla. Canları sıkılıyor. Can sıkıntılarını, ellerinin kanını yıkamak için göl kenarına geliyorlar ve. Ve si bu işte. Canavar bunları bir lokmada yutuyordu. Allah bu canavarı boşa yaratmamıştı. Şehirde mutsuzluk saçan insanları tek tek yutuyordu mübarek.
Halk nezdinde neyse de devlet nezdinde önemli kimselerdi bunlar. Eh, onlar bizim vatandaşımız, her bir kemikleri kıymetli bla bla bla. Devletin kulağına bu iş gidince, hemen bir teftiş ekibi görevlendirildi. Altı kişilik ekip, güne şehrin serpme kahvaltısıyla başladı. Vay ki ne vay. Böyle olurdu zaten. Hiç kimse demeyecek mi serpme kahvaltı israftır diye? Devlet buna da dur dese ya. Elli çeşit peynir yemeyince doymuyor mu o karnınız? İneklerin canını sıkmaya bu kadar değer mi?
Neyse ne. Teftiş ekibi, kahvaltıdan sonra valiyi de yanına alarak göl kenarına gitti. Çevresini epey dolaştılar. Vali, gölden gururluydu yine de. Eh, meşhur o. Meşhurlarla gurur duyan bir kitle hep vardır. İncelediler baktılar bir şeye rastlayamadılar. Bir de gece bekleyelim dediler. Vali, yardımcısını bırakıp yanlarından ayrıldı. Yardımcı içinden saydırıyordu ama ne yapsın?
Gece oldu. Kumanyalar tüketildi. Gözleme noktalarına geçildi. Ekipten biri biraz hareketli bir adamdı. Dedi ki:”Ben çok iyi taş sektiririm.” Diğerleri öyle mi diye yalandan tepki verseler de adam üsteledi: “Tabii, herkes hayran olur. Bakın size de göstereyim.” Bu taş sektirenlerin, çayı şekersiz içenlerin havası kimedir? Etrafına bakındı ve istediği gibi bir taş buldu. Göl kenarına geçti. Şöyle kavislice fırlattı. Cidden de iyi fırlatmıştı kerata. Seke seke epey ileri gitti taş ve orada battı. Adam gururla yerine otururken diğerleri uykulu gözlerle onu süzüyordu. Yalandan alkışladılar.
Taşın battığı yerde bir dalgalanma oldu. Kocaman bir acuze göğe fırladı. Sonra koca gövdesiyle göle geri daldı. Adamlar donup kaldılar. Taş kesildiler. Taşı atan, diğerlerini dürttü hadi kaçalım ne duruyorsunuz? diye ünledi de kaçmayı akıl ettiler. Demek taş sektirenlerin havası boşa değilmiş. Arkalarına bakmadan kaçtılar. Ertesi sabaha ve serpme kahvaltıya varmadan merkeze döndüler. Raporları sabitti: Kocaman bir canavar, beldede tehlike saçıyordu.
Merkez, bu rapor doğrultusunda beldeye canavarı imha ekibi gönderdi. Sekiz kişilik ekibin her biri özenle seçildi. En usta atıcılar, en fiyakalı en babayiğit adamlardı bunlar. Beldeye geldiler. Keşif turuna çıktılar ve beklemeye koyuldular.
Ekip, dört dört iki ayrı yere konuşlandı. İlk grup ciddiyetle gölü gözlüyordu. Diğer grup başta bekledilerse de bir süre sonra uykuya daldılar. Mis gibi mekândı hani uyumaya. Ne de olsa diğer grup bekliyordu işte. Devlet işleri biraz böyle yürürdü. Mis gibi mekânlarda eşek gibi çalışanlar ve yatanlar.
Beklemedeki ekip, kısa bir çay molası verdi. Diğerlerinden ses yoktu. İçlerinden biri şeker tutan arkadaşına, ya bu beyaz zehri ne kullanıyorsun kardeşim? diye ahkâm keserken tuttu şekeri göle fırlattı. Şekerin göle fırlatıldığı yerden kocaman bir acuze göğe doğru fırladı. Derken koca cüssesiyle geri daldı göle. Ekip şok olmuştu. Silahlarına davrandılarsa da geç kaldılar. Canavar çıktı. Kıyıda uyuyan diğer dörtlüyü bir lokmada yutuverdi. Bir lokmada diye geçiştiriyorum. Çünkü kan revan sahnelerden hoşlanmıyorum. Kalan dörtlü, arkalarına bakmadan kaçtılar. Demek çayı şekersiz içenlerin havası da boşa değilmiş.
Devlet, bu hezimetten hoşlanmadı. Yeni ekipler görevlendirdi. Ama canavar her seferinde ekibin önemli bir kısmını yiyor, diğerlerine dokunmuyordu. Birisinin bu durum dikkatini çekti. Neden böyle oluyordu? Beldeye gitti o adam. Devletten izin aldı. Araştırmaya başladı. Canavarın yediği adamlar, nasıl adamlardı?
Herkes hemen hemen hepsine iyi şahitlikte bulunuyordu. İyi aile babası, sakin, etliye sütlüye karışmaz vs vs. Adam işin içinden çıkamadı. Sonradan zaten bu mevzu da mantıksız geldi. Akılsız canavar, adam mı seçecekti?
Akılsız canavar adam seçiyordu. Akıllı adamlar adam seçemiyordu. Çünkü kınına girince tüm kılıçlar masumdu. Kılıçtaki kan, hep saklı kalıyordu. Kural böyleydi. Kimseye kızmamalıydı.