“beni çok önceden vurmuşlar gibi davran/ Albay Aureliano Buendia”
“Aileler, kimi büyük hikâyelerin etrafında birleştiklerinden de aileler.” demişti hocamız. “Koca bir ateşin etrafında toplanırlar. Ateş sayesinde çevreyi de görürler ısınırlar da birlikte. Ama bazen yanabilirler de. Birlikte. Çıngıların kimisinin üstüne başına düşmemek gibi huyları da vardır,” demişti. “Kimisi bu ateşten daha büyük pay alır.”
O anlatırken, gözümü dahi kırpmazdım. O anlatırdı. Ben bir masal trenine atlar, denizaşırı memleketleri gezerdim. Ardımız sıra yılkılar koşardı. Evet evet, doğru benzetmeyi buldum. Onu dinlemek, onun anlattığı diyarlarda gezinmek bana yılkıların yamacımda koştuğu hissini verirdi.
Dediği gibiydi. Aileler, aynı hikâyeyi sırtlandıklarından da ailelerdi. Ama işte kimisi daha çok sırtlanırdı. Kimisi sırtlanır gibi yapardı. Neticede o hikâye, o omuzlara bir şekilde yük olurdu. Ama yalandan ama gerçekten. Yalanın ve gerçeğin farklı ağırlıklarda olduğunu kim iddia edebilir? Yalan ve gerçek paylaşırdı. Cinsi cinsine göre gelir ve seçerdi.
“Hadi anlatın,” dedi bir gün sınıfta. “Anlatmanızda mahzuru olmayacaksa eğer. Ailelerinize dair ilginç hikâyeleri dökelim ortaya.” Sınıf heyecanlandı birden. Herkes birbiriyle yarışıyordu anlatmak için. Ders kaynayacaktı, bunun mutluluğuydu daha çok. Ama hikâye anlatmak, insana iyi gelen bir şeydi. Zavallı yazarlar. Niyetinizi biliyoruz.
En önde oturanlar, oralı olmadılar. Canları sıkılmıştı. Ders kaynıyordu çünkü. Meraklı güruhtan birini kaldırdı hoca. Ailesinin aslen Balkan göçmeni olduklarından bahsetti. Ninesinin ne zorluklarla Türkiye’ye geldiklerini anlattığından. İneklerle aynı gemide yolculuk yapmışlar uzun süre. Kimisi havasızlıktan ölüp gitmiş. Kimisi hastalanmış, ilaç bulamamış. Uzunca süre Türkiye’ye gelememişler. Gâvur, ölenlerin ölüsünü gömeceğiz diye alıp alıp denize atarmış. Ninesinin de kızı yolda hastalanmış. Gün güne ağırlaşmış. Sonra da ruhunu teslim etmiş. Zorla almış kefere kadının kucağından cesedi. Sonrası malum. Ninesinin denizi gördükçe ağladığından bahsetti uzun uzun. Sarı saçlı bir kızcağızmış. Ninesinin denizin yüzünde sarı saç tutamları gördüğünü hüzünle anlattı. Sınıf, kaynayıp dururken ölümün ağızlara zamk sürmesine tutulmuştu. Çünkü ölüm, ağızların tadını kaçırır ve onlara zamk sürerdi.
Hocamın gözü doldu. Ne güzel gözleri vardı. Anadolu’nun böyle hikâyelerle dolu olduğundan, muhacirliğin başka hiçbir şey yaşanmasa bile başlı başına zor olduğundan bahsetti. “İnsan,” dedi, “senelerce yaşadığı toprağa, dağa taşa kök salar. Ellerini gökyüzüne uzatır hatta. Oraya da bağlanır. Kolay mı koparılmak topraklarından?” O böyle deyince, bir başkası söz aldı: “Değil,” dedi. “Dört yaşındaydım memleketimiz bombalara tutulurken. Babamı orada yıkıntılar altında bırakıp da yollara sürülürken. Şimdi ona, onun okuyamayacağı okusa da anlayamayacağı dilde şiirler yazıyorum. Bizim ailenin de hikâyesi bu.” Sınıf sessizliğini koruyordu. Yüzeysel anladıkları, tamı tamına anlamayı istemeyecekleri bir durumdu bu. Öyle ya, toprak toprak olmasına topraktır ama ondan koparılınca derinlerde bırakılan kökler insanı eksiltmez miydi?
Bir başkası harplerde çarpışan dedesinden dem vurdu. Onun madalyalarının nasıl kuşaktan kuşağa aktarıldığından. Hocamızın yüzüne saygı yayıldı. Eğer millî bir kahramanlık söz konusuysa nedense bundan herkes kendisine pay çıkarırdı. Hiç tanımadığımız bu askerin siperlerde koşturmasından kendimize de pay çıkarmıştık. Sanki ona cephede bir tas su vermişçesine. Herkesin gözünde ateşin bir vakar beliriverdiğini fark ettim.
Bir başkası, ailesinin birden dönen talihini anlattı. Fakiroğlu soyadını nasıl aldıklarından. Talihleri dönse de o anların izleri peşlerini bırakmamıştı anlaşılan. Hocamın yüzüne merhamet yayıldı. Merhamet, layık olunası durumlarda ortaya çıkardı. İllaki layık olunacak bir şey olmalıydı. Bir kırıntı bile olsa. Merhamet onu bulurdu.
Ben de anlatmak istedim. Beni de dinlesin istedim. Elim söz almak için kararsız devinimlerle hareket edip duruyordu. Çok istekli ama tereddütlü. Hocam herkesi ilgiyle dinliyordu işte. Her birine bir his armağan ediyordu gülümseyen yüzünde. Bana da düşerdi belki bunlardan biri.
Yok, ona âşık değildim. Hem aşk kelimesi, bana ta o yaşlarımda bile cismani gelirdi. Et gibi gelirdi. Ona hayran da değildim. Kimilerini ezelden beri tanıyor hissi taşırdınız. An gelip de karşılaşınca bu his yayılırdı ortalığa. Sonra gizli bir kement, bu tanışıklıktan sebep bağlardı sizi ona. Yok, ne aşk ne hayranlık. Ezelden kalma bir tanışıklık. Onu ezelden beri tanıyordum. Hani kalubelada aynı hizada yan yana durmuşuz gibi.
Bir cesaret kaldırdım parmağımı. Söz bana geldi. Nasıl başlayacağımı bilemedim. Hikâyeleri anlatmaya neresinden başlardık ki? Hocam, “Aklına ilk düşen yerinden,” dedi. Aklıma ilk düşen yerini düşündüm. Evet, aklıma ilk düşen yeri. “Benim ninem okuması yazması olmayan bir kadındı.” diye başladım söze. “Okuması yazması yoktu ama dünyayı okumasını iyi bilirdi. Depremlerin dünyayı boynuzunda taşıyan öküzlerin başının altından çıktığını düşünürdü. Onlar şöyle bir silkelenince deprem olurdu ona göre.” Yüzüme onu hatırladığımdan sebep bir gülümseme yayıldı. Hep böyle olurdu. Ne zaman hatırıma düşse, yüzümde koca bir gülümseyişe dönerdi.
Ben böyle deyince bir başkası söze karıştı: Evet, dedi. Benim ninem de depremlerin böyle oluştuğuna inanıyordu. Sınıf kıkırdadı o an. Neticede burası bir okuldu ve pozitif bilimler her an kafa atabilirdi bu dediğime. Hocama baktım, o da gülümsüyordu. Devam ettim anlatmaya. “Sonra,” dedim, “o Dünya’nın tepsi gibi düz olduğuna da inanırdı. Yürüyüp yürüyüp taa kenara ulaşınca aşağı sarkarsak düşebileceğimize inanırdı.” Sınıftan koca bir kahkaha yükselmişti. Gülsünler diye anlatmamıştım oysa. Şaşırdım tabii. Hocama baktım, yüzünde şaşırmanın emareleri dolaşıyordu gülerken. Dudağının alt köşesinde de bir kıvrım. Alaysı. Bu, tanışıklığımıza dahil değildi. İçimden anlatmayı burada kesmek geldi ama kendimi ninemi benim kadar bilmediklerini, dolayısıyla bilmedikleri birini de öyle hemen kabullenmeyecekleri yolunda teselli ediyordum. Öyleydi gerçi. Sınıfı susturdu hocam, başıyla devam et dedi. “Onu on beşinde dedeme vermişler zorla. Üstelik dedem, dulmuş ve iki de çocuğu varmış.” Sınıf suspus olmuştu. Zora denk gelince önce susarız. Hocam, Anadolu’da nice kadının böyle istemediği evliliklere maruz bırakıldığından söz etmeye başladı. Sınıf, hak verir imalarla onu dinliyordu. Devam ettim anlatmaya:”Çok yokluk çekmiş. Ot köklerini kaynatıp aş ettiklerini anlatırdı. Yama üstüne yama yaptıkları kıyafetlerini. Kıyafet de demezdi. Urba, derdi. Sırtında çocuk, nasıl yayla yollarında ömrünü geçirdiğini anlatırdı.” Sınıf munisti şimdi. Merhamet demiştim ya. Merhamet gelmişti çünkü. Hocam da dinliyordu elleri önünde bağlı. “Bu sefilliğin arasında bari sevenim olsaydı. O da yoktu, derdi. Bir gün elimi açıp dua ettim Allah’a. Bari kıymetli bir şey ver de beni adam yerine koysunlar diye. Ertesi gün, evin başındaki tarlaya giderken gökten bir karaltı geldi, derdi. Pat pat pat koca kanatlarıyla. Baktım ki kanatlı koca bir yılan. Hem de boynuzları altından.” Sınıfta gülüşmeler başladı yeniden. Vay be, türü neymiş onun sesleri. Hocamın kaşları kalktı yukarı. “Yok artık.”dediğini işittim sonra. Sessizce mırıldanmıştı ama duymuştum. Hocamın önce saçları değişti. Yine de susturdu sınıfı. Devam et, dedi. Yalnız sesi çatallaşmaya başlamıştı. “Ninem korkmuş tabii başta. Sonra saklanmak aklına gelmiş. Geçmiş bir ağacın arkasına saklanmış. Yılan gelmiş gelmiş yakında bir yere konmuş. Baktım ki kıpırdamıyor, derdi. Yanına usuldan yaklaştım. O saat bildim bunun ne olduğunu. Ebemlerden duyduydum bunu da. Tepesine örtü atınca altınları bırakıp kaçarımış bu acuze. Sırtımdan hırkamı sıyırdım attım üstüne.”
Vay be, nineye bak sen. Ne cesurmuş diyenler. O nasıl hayvanmış, evrime mi uğramış keşke şimdi de yaşasaymış, diyenler. Lan bizim köye de uğrar belki, bu yaz kesin gideyim koca bir hırkayla, diyenler. Dediler de dediler. Güldüler. Kızmadım vallahi. Onu benim gibi tanımıyorlardı çünkü. Sevmiyorlardı benim gibi. Daha doğal ne vardı? Ben ona inanıyordum. Ona şu yaşımda bile hâlâ inanıyorum. Altın boynuzlu koca yılanın varlığına inanmıyorlarsa suç ninemde miydi?
Yalnız hocama baktım. Bayağı gülüyordu o da. İşte bizim insansı yanlarımız. Dirayetle devam eden ama o kopması gereken yerde kopuveren, kayboluveren merhamet telimiz. “Bu biraz fantastik bir hikâye. Bu kurguda payın var gibi hissediyorum. Ne dersin?” deyince baktım ki yüzü de değişmiş. Yüzü onun yüzü değil. Takma bir yüz sanki. Ellerini saçına götürdü arkaya atmak için. Elleri de onun elleri değil. Pürüzsüz, şehirli elleri de yoktu şimdi.
“Hayır,”dedim. “Kurgu değil. Onun anlattığını anlatıyorum. Yılan orada altınlarını bırakıp kaçmış sonra. O da altınları görünce sevinçten ne edeceğini bilememiş. Getirip dedeme vermiş hemen. Dedem kapmış tabii elinden. Başta bir iki ilgi, ihtimam. Sonrası yine yok, derdi.” Sınıfa baktım, dağılmışlardı. Dinlemiyorlardı beni. Hocama baktım, o da sıkkın duruyordu. Şu gerçeğin tanımını bir yapabilsek, onu bir kalıba sokabilsek belki her şey rayına oturacaktı ama sanırım bu da imtihanlara dahildi. “Evet, toparla istersen.” dedi. “Sonra ne olmuş? Başka bir yılan daha çok mu altın getirmiş?”
Merhametin oradan ayrıldığını hissettim. Hocamın oradan ayrıldığını. Sınıfta yalnız kaldığımı. Devam ettim yine de. Hikâyeler yarım kalınca anlatıcıya küserdi. Onun hikâyesinin bana küsmesini istemezdim. “Hayır,”dedim. “Ninem o günden sonra bir daha o yılanı görmemiş. Derdi ki, eğer ondan sonra adam yerine konulsaydım yine gelirdi. Bir daha da gelmedi. Deden ölene kadar beni sevmedi. Oğlan doğurduysam da sevmedi. Babasının adını koyduysam da sevmedi.” Sınıf kaynıyordu, hocam arada masaya vuruyordu elini. Sesimi yükselterek anlatmaya bir süre daha devam ettim. Çünkü hikâyeler yarım bırakılınca…
Ama daha devam edemezdim. Orada kestim anlatmayı. Hocama bitti, dedim. Hikâye bu kadar. “Marquez gibisin.” dedi tebessüm ederek. Teşekkür edip sırayı bir başkasına verdi. Ondan sonrası uğultu gibi geldi bana.
Marquez gibiyim. Santiago Nasar da hemen şurada. Kalbinden bıçaklandığı günden beri her yer kan. Öldürüleceği daha en başından belli Santiago Nasarlar aramızda. Yine de umutlu Santiago Nasar. Belki. Belki insafa gelirler de kızın ağabeyleri. Beni öldürmezler. Ha, ne dersiniz? Tanrı aşkına, başpiskopos buraya uğrasa bile mi öldürecekler? O buradayken bunu yapabilirler mi?
-Ne diyorsun sen Santiago, Tanrı her an yanımızda ve nabızdan da yakınken etmediklerini bırakmıyorlar. Başpiskoposa mı aldıracaklar?
Pablo ve Pedro Vicario, aynı fikirde değiller. İnsanın bir diğerine hiç çekinmeden bıçağı saplayacağı ta en başından belli. Her an belli. En merhamet dolu anlarda bile belli. Elleri neden arkada, elleri neden bellerinde gezsinler ki yoksa? Öyle değil mi? Yine de insan, fantastik hikâyelere inanmak istiyor.