Daha Önceleri Neredeydiniz?

Fatma Ünsal

Zeki Müren - Bir Bahar Akşamı

İlk adımlarımı attığımda fark etmişler.

Sarsak adımlarımı tek katlı, önünde armut ağacı olan evimizin önünde attığımda. Dedemin diktiği o koca ağacın gölgesinin altından biraz çıkınca. Güneşe çıkınca. O her şeyi meydana çıkarmakta mahir Allah mahlukuyla rastlaşınca. Bakmışlar ki gölgem yok. Kollarımı uzatıyormuşum gölgem yok. Ardım sıra o karaltı yok. Aslında daha küçükken de az biraz anlamışlar ama kucaklarda seyrüsefer edince algılayamamışlar tam. Akılları olur vermemiş buna. Ama işte ne zaman ki yürümeye başlamışım, bu tuhaflık fark edilmiş.

Anamla babam telaşlanmışlar tabii. Yaşayanlar dünyaya gölgesiyle gelir, öyle ya. Giderken gölgesini de alır gider. İnsanlar öldükçe eksilir gölgeler. Dünya biraz da gölgeler mezarlığıdır.

Doktora gitmişler, sanki ne yapacaksa doktor. Acayip demiş, ne ilginç demiş, araştırma hastanelerine götürün bilemedim ben demiş. Babam rahmetli de çocuğa gölge dikecek hâlleri yok ya, diye bir daha doktor kapısını çalmamış. Civardaki ehil hocalara götürnüşler. “Hikmet-i Hüda’dan,” demişler ağız birliği etmiş gibi. “Allah mülkünü dilerse gölgesiz de verir. Eh imtihan ne de olsa. Çok kurcalamayın. Fakir fukarayı doyurun, kâmil bir ömür için yavrunuza dua edin.”

Öyle ya. İmtihan. Yahu cisimler gölgesiyle imtihana katılıyor, bense gölgeden azat katılmışım. Ne olacak sanki? Anamla babam zamanla kabullenmişler. Canı sağ ya, olsun demişler. Fakirden fukaradan ellerini çekmemişler. İyi de etmişler. Allah kabul etsin.

Ne zaman ki mektebe başladım, iş o zaman karıştı. Arkadaşlarım ardım sıra koştururlardı gölgesiz gölgesiz deyi. Hocalarım bir acayip bakarlardı suratıma. Sanki fezadan aralarına düşmüşüm gibi. Sanki aralarında yürüyen bir armut var. Sanki üç kulağı beş gözü olan acaibü'l mahlûkat var. Ulan gölgemiz yok sadece gölgemiz. Yine de her hareketimden mana çıkarırlardı. Parmağımı kaldırsam söz almak için, gözleri mistik bir varlığa bakıyor da daha ilerisini görmek istiyor gibi bana dönerdi. Adımı ünlerlerken harflerin her biri bir ilahi mırıldanır gibi çıkardı ağızlarından. Yazılılardan zayıf alırdım misal. Hiç kızmazlardı. Ödevlerimi aksatırdım. Yüklenmezlerdi nerede ödevin diye. Bir gün anam okula beni şikâyete geldi. Hocamla konuşurlarken dinledim, Allah var. Anam tonla laf saydı. Şöyle kitap açmaz. Böyle deftere bakmaz. Bu okumazsa, düven önüne katmaya köye yollarız dedesine. Yok olmadı çobanlığa veririz. Konuştu da konuştu. Hocam sonunda dayanamadı. “Hanım,” dedi. “Sizin bu oğlanda acayip bir hava var. Sanki buralardan değil gibi. O bizim ilimlere yüz çevirse ne olacak? Baksana o farklı. Gölgesi yok peşin sıra. Hani mektep hocası olmasam âlim diyeceğim ama şimdi adımı çıkarırlar. Beni sürerler pozitif ilim düşmanı diye. Ses edemiyorum. Hocalardan da bencileyin düşünenler var. Düşündük taşındık, ona ilişmemeye karar verdik.”

Ağzım açık kalakaldım. Başımı hafif eğip baktım anam ne yapıyor diye. Gözleri kuşkulu bakıyor. Ağzı da gözlerine muhalif, şaşırmış gibi açık. Zavallı anam. Doğdum dert, büyüdüm dert. Çok yordum onu bu yokuş yerde. Allah onu cennet bahçelerinde ağırlasın. Konuşmaları bitip anam ayaklanınca kaçtım hemen oradan. Okul bahçesinde çağırdılar beni yanlarına. Anam saçımı okşadı, hocam omuzuma güvenle vurdu. Anam evimize döndü, ben de oyunuma.

İş, o günden sonra daha da değişti. Anam hocamın konuşmasından sonra yeniden inanmıştı benim farklı olduğuma. Babamı da inandırdı. Tembellik ettikçe köteği köteğe ulayan babam, bana artık fiske vurmaz oldu. Ev, sanki bir veliyi ağırlar gibi sükun içindeydi. Yalan yok, hoşuma da gidiyordu.

Anam inanınca benim farklı bir zat olduğuma, çevre de inanmaya başladı. Peşine babamı taktı. Derken akrabalar, konu komşu, ilçenin kamusu inandı farklı olduğuma. Bu farklılığa ermişlik dediler, velilik dediler. Dediler de dediler. Cismi dolaşıyor, cismine kara bulaşmıyor. Uzamıyor karanlık ardı sıra, dediler. Cenâb-ı Hak; karayı bir gözüne, bir saçına, bir de yanağındaki benine nasip etmiş, dediler. Anamın hoşuna gitti veli anası olmak. Oğlunun ihtimam görmesi onu yekten makam sahibi kıldı. Ama ben hoşnut değildim bu durumdan. Başlarda.

Aynada kendime bakardım. İyice incelerdim. Boyum bosum idare ederdi. Ay parçası gibi yüzüm vardı. Saçım başım da iyi duruyordu hani. Ama veli olacak bir adam değildim bence. Yani ne yapmıştım ki veli olmak için? İş güç yapmayı sevmezdim. Mektebe gitmek azap gibi gelirdi bana. Cebire aklım ermezdi. Sureleri en son ben ezberlerdim. Sure-i İhlas’ı bir ayda veremedim deyi caminin imamı üç posta dövmüştü. Ben neden bu muameleyi görüyordum yahu?

Zaman geçtikçe, ilgi alaka arttı. Dilimin döndüğünce anama da babama da çevreme de anlattım. Ama anlamadılar. Sus, dediler. Çarpılırsın. Kendini hakir görmekten vazgeç. Vazgeçtim ben de. Pes ettim. Pes edince kendimi dinledim acaba haklılar mı diye. Gerçekten de kimi farklılıklar aşikâr olmaya başladı. Allah’ı sevgili bir kuluydum. İllaki maharete gerek mi vardı bunun için? Belli ki özeldim işte. Sübhanallah!

Evlenecek çağa gelince civarın âlim zatlarından birinin biricik kerimesine görücü gittik. Tabii kılığım kıyafetim de yerinde. Öyle bir hırkaya bürünmüşüm ki hırka benden evvel yürüyor mübarek. Anamla babam desen yerden yüksekte yürüyorlar. İzzetiikramla ağırlandık. Kızcağızı da bahtımıza düşürdüler. Zevcemiz oldu.

Dinine düşkündü hanımım. Eh, öyle görmüş. Haramı helali bilirdi. Eğriyi doğruyu. Görgüsüyle duruşuyla beni kendine meftun etti ah! Kabullenmiştim Allah’ın bir sevgili kulu olduğumu. Kabullenmiştim kabullenmesine ya, arada aklımı yokluyordu şüpheler. Hanımım geldikten sonra onu delil göstermeye başladım aklıma. Böyle bir kadın da anlamaz mıydı tersi varsa? Haydi millet saf idi, kanardı. Bu kadın neden kansındı?

Öyle ya. Anlardı bende bir yamuk olduğunu. Demek yamuk değildim.

Evimiz, beni ziyaret etmek isteyenlerle dolup taşıyordu. İkramda bulunur, hayır dua kılar yollardım gelen misafirleri. Zevcem gık demedi bu kalabalığa. Hâlinden hoşnut bir ömür koşturdu. Allah’ın sevgili kuluymuş, benden önce doldurdu çilesini. Şimdi gerçeğinde. Ziyarete gelenlerle dışarıda da gezerdik. Feyz alırlardı güneşin altında dolanmamdan. Eh, peşimizde karaları sürüklemiyorduk ya. Alacaklardı tabii.

Yaş kemâle erdikçe çevremiz çoğaldı. Yükün yükün ziyarete geldiler civar beldelerden. Ülkenin bir ucundan bu “Gölgesi Yok Efendi”nin methini duyanlar, kapımızda sabahladılar. Ünümüz aldı başını gitti. Şifa umanlar, münasip eş adayı arayanlar, kafasına saç düşürmek efendime söyleyeyim kaynanasının ağzını bağlamak isteyenler, hepsi hepsi bir umutla eşiğimizden ayrılmadılar. Yüküm ağırdı.

Bir gün. Milletin başıma toplanmadığı bir anı fırsat bilerek kendimle baş başa kalmak için hânemden uzaklaştım. Bir tepe vardı çocukluktan beri huzur bulduğum. Ekin tarlalarına nazır, havadar bir yer. Hava güzeldi. Ilık bir rüzgâr da esiyordu tatlı tatlı. Etraf sakindi. Millet bir anda yok olmuştu sanki. Yahu, dedim kendi kendime. Yahu şu yalınızlık ne güzel şeymiş. Yalınızlık iyidir ya iyidir. İnsan kendini bilir. Kendini bilen de…

Bir aralık arkamdan bir ses işittim. Köpek sesi gibi geldi. Ürktüm de. Elimde sopa var ama hiç olur mu bencileyin biri köpeğe köteği bassın? Korka korka arkama döndüm. Baktım kimse yok. Tam rahat bir nefes alacak idim ki onu gördüm. Onu. On…O. O o o nu. Kalbim çıkacak gibi oldu. Tövbe estağfirullahla önüme döndüm hızla. Durdum yolun ortasında. Etrafı kolaçan ettim. Kimseler yok. Yavaşça arkama çevirdim başımı. Yok, yanılmamışım. Duruyor işte. Ardım sıra uzanıyor başı sarıklı karaltı. Tam elli yıl sonra. Cismime yamanmış duruyor. Sopamı kaldırdım vurmak için. Hani belki kaybolur diye. O da kaldırdı sopasını, boyu daha da uzadı. Hışımla o yana döndüm saldırayım diye. Kayboldu. Rahatladım önce. Sonra dank etti kafama. Arkaya yavaşça döndüm. İşte yine orada. Her hareketime eşlik ediyor kara saydam vücuduyla. Çöktüm kaldım olduğum yere. Oldu mu şimdi? Nerede kaldı bizim seçilmişlik? Neredeydin hem sen elli yıldır? Oldu mu şimdi?

Gölgeler kaç kilodur? İnsan, hayvan ya da her neyse, onu sürüklerken peşi sıra, kaç kilo taşımış olur cisminden başka? Ben o gün, onu gördüğüm gün. Tepedeki alıç ağacının dibine varana kadar cismimden gayrı bir de onu taşındım. Her adımımda döndüm döndüm baktım. Ayrılmadı peşimden. Kan ter içinde kaldım, ayaklarım titredi onu taşırken. Demek alışmadığını sonradan yüklenmek zordu. Sana ait olsa bile. Aiti bırak, o senin maddesiz devamın olsa bile. Arada hınçla taş savurdum. Gitmedi. O da yekindi eş zamanlı. Belli, o da bana taş savurdu. Tepeye vardım. Bağdaş kurdum. Dönüp baktım, ufakça duruyor. Aşağıları izledim. Ekinleri. Yeşilce. Hemen aşağıda yakınımdaki bir patikadan biri geçiyor. Beni fark etti. Arzıhürmet etti bağırarak, eğildi selam verdi. İç geçirdim. Selamını aldım. Aldım heybeme attım o selamı. Döndüm baktım. Orada yine. Ettiğini beğendin mi? dedim. Kim dedi sana çık gel deyi. Kıpırtısız ona bakıyordum. O uzadı uzadı ardım sıra uzadı. Göğe doğru uzadı. Karanlığı koyuldu da koyuldu. Saydamlıktan çıktı. Sarsıla sarsıla gülüyordu şimdi. Olmadığı elli yılın öcünü alır gibi.