Ölü Gül Ağıdı

Fatma Ünsal

Görev: “Merhaba. Bu hafta öykü karakterimizin yaşadığı her neyse dünyası artık dünkü dünyası olmayacak. Olay tamamen size kalmış. Kolay gelsin.”

ÖLÜ GÜL AĞIDI

Bana çiçek alacağına bir kilo kabuklu Antep fıstığı al, daha makbule geçer, derdim hep. Dinlemezdi. Nazlı nazlı çiçekleri kapıp gelirdi kapıma. En çok orkide alırdı. Alma şunu, nazlı bu, nazlı adam da çiçek de sevmem dedikçe envaiçeşidini doldururdu evime. Annem de ben söylendikçe yarı parasına satardı onları konu komşuya. Kocası çiçek nedir bilmeyen zavallılar, kapışırlardı. Hele Nezaket abla, kocaman vücuduyla bu narin çiçekleri evine taşırken pek acınası görünürdü gözüme. Kocasını dövesim gelirdi.

Sonra nergis alırdı bana. Bunları çok severdim, yalan yok. Hani bir çiçek olarak yaratılacak olsam, nergis olmak dilerdim. Koku desen var, güzellik desen var. Vazonun içinde bile onu seyretmek kendini elit hissettiriyor. Soğan doğrasan bile en entel işlerden birini yapıyormuşsun gibi bir his. Ee asalet asalet. Bulaşıcı. Nergis aldığında da söylenirdim. Ama çok uzatmazdım. Nazlı olmasına nergis de nazlıydı. Lakin onu severdim. Boynu bükük duruşunun altından bakışırdık. Nereden kopardılar kız seni, diye konuşmaya bir başlar daha susmazdım. Nereden kopardılar kız seni?

Gül de alırdı. Goncadayken. Bunların beyazını daha çok severdim ama ahım şahım bir sevgi değil. Hani bunları alacağına bir kilo kabuklu Antep fıstığı alsa… Yine de perdeme tersten asar kuruturdum. Kurutunca bir iki hafta öylece dururdu. Sonra çöpe. Annem söylenirdi güllere. Saçılıyor şunun tozu yaprağı etrafa, diye. Babam rahmetli, ince bir adam değildi. Hâliyle annem, neredeyse tüm çiçeklere düşmandı. Hınçla gül reçeli yapmasını bazen buna yorardım. Güllerin yaprağını tavuk tüyü yolar gibi yolardı. Babam eve bir gün elinde yapma bir gülle geldi. Annem çaktırmadı ama epey sevindi. Neden sonra anladık, yeni açılmış bir market dağıtıyormuş bunları. Oradan kapıp getirmiş babam. Olsun, dedi. Çiçek çiçektir. Getirmeyebilirdim, dua et. Doğru. Getirmeyebilirdi. Ne yapsaydık senin için baba? Ağzımızla kuş tutsaydık keşke. O gerçeğinde. Nur olsun yattığı yer.

Annemi çiçeklere düşman etmişti babam. Kadınları bir şeye düşman etmek çok kolaydır zaten. Onların bir şeyi baş tacı etmeleri ve canlarından geçecek kadar sevmeleri de. Bu yüzden kırılmaya müsait kristaller gibidirler. Bu yüzden göz kenarlarında yaşları hep hazırda durur akmak için. Pencere kenarlarını süslemeleri bundandır. Sevdiklerinin yolunu gözlerken bile manzaralı yerden bakmak isterler. Çok konuşanlarının bile susarak çekip gitmesi sonra. Toprak, yaşayamadıklarının öcünü almaya çalışıp alamadan göçüp giden kadınlarla topraktır. Gök, yerdekilerin hâllerine hareketlerine katlanamayıp inanmaya, katlanmaya değer şeyler arayan kadınların bakışlarıyla gök. Annem, tüm yarımlıklarına rağmen anne ve kadın. Diğer kadınlar gibi.

Allah’ın emri. Bir gün hiç yoktan kavga ettik çiçekçi güzeliyle. Çiçekçi güzeli ya. Bir de böyle derdim arada. Güzel de değildi gerçi ama olsun. Yol boyu başının etini yedim. Yedim de doymadım. Ne kadar yenilse de doyulmayan bir yiyecektir şu baş. Cümle kadınlara afiyet olsun. Hakkımızdır. Ben de doymadım. En son gözümün döndüğünü ve kafasına en sevdiğim kahverengi çantamı çarptığımı hatırlıyorum. Öylece kalmıştı bizim kapıda. Kapıyı kapatmadan Nezaket ablanın hüzünlü yüzüne çarptı bakışım. Pencereden iyice sarkmış bizi izliyordu. Orkide akınının kesileceğine mi üzülmüştü acaba? Allah bilir. O değil de kahverengi çantamı neden yıprattım o kadar? Değer miydi yani? Zaten pahalıydı. Taş mı bulamadın yerde, onu çarpsana be kız? Yok. Birisinden öcümüzü alırken nedir bu en değerlilerimizi kullanmamız? Çantanı parçala, elini parçala, kalbini parçala. Onların yerine vurup da taşı parçalasana.

Üç gün dışarı çıkmadım. Üç gün yemek yemedim. Çantama üzüntümden. Yalan söylüyorum. Çantamı çok sevdiğimden. Bu da yalan. Dördüncü gün kapı çaldı. Nezaket abla, elinde bir tas çorba, kalbimi onarmaya gelmiş. İçtim bir güzel. Ekmek doğradım. Gerçekten de düzelir gibi oldu. Annem yavaş ye kız, kıtlıktan mı çıktın, dese de hızlı hızlı yedim. Nezaket abla kıkırdadı. Güç kuvvet olsun, iyice ye de bir dahakine daha iyi yapıştırırsın çantayı, dedi. Annemle göz göze geldik. Ne çantası, ne yapıştırması diye sorunca damat adayını nasıl paraladığımı anlattım. Sustu bir süre. Sonra koyuverdi kahkahayı. Oohh, dedi. Eline sağlık vallahi. Görsem iki de ben vururdum. Buna da ben şaştım. Güya severdi onu annem. Kini niyeydi? Dövmek gerçi, özenilesi bir şey galiba. Herkesin birilerini dövesi vardır. Uygun şartlarda.

Beşinci gün kapı çaldı. Ayağımı sürüye sürüye odadan çıktım. Açtım. Baktım ki elinde koca bir gül buketiyle bir oğlan. Ayfer Göktunç? Benim dedim. Elime verdi gitti. Üstünde kart mart da yok. Belli kimden geldiği gerçi. Nezaket abla yine sarktı pencereden. İmrene imrene bakıyordu bu sefer. Kocası olacak herife zor geliyor tabii iki dal çiçek almak. İçimden Nezaket ablaya versem, dedim. Sonra vazgeçtim. Annem hırpalaya hırpalaya reçel yapsın istedim.

Doğruca mutfağa yollandım. Zaten bu sefer kırmızı gül almış. Ulan ben kırmızı gül mü seviyorum ulan? Nezaketsiz şey. Hışımla tezgâhın üstüne fırlattım. Fazla çarpmış olmalıyım ki dikenlerden biri parmağıma batıverdi. Bir damla kan ağlar gibi yere düşüverdi. O öyle düşüverince ben hönkürüverdim. Ben hönkürüverince dikensiz ve beyazını niye yollamadın ulan? diye söyleniverdim. Odama bir hışım koşup kendimi yatağa küt diye atıp sanki on posta dayak yemiş gibi ağlamaya devam ediverdim.

Sonrası uyku. Tüm kalp sızılarının nihai durağı. Güzelce saran, anne kucağı gibi bir şey. Dipsiz. Kaçış. Nesneler, insanlar, masallarda birden toz olur ya bazen bir sihirli değnek hareketiyle. Öyle. Dokunuyor ve toz oluyorsun. Maddeni görüyorlar ama ne gam? Sen yoksun. Gözümü açmadan uyudum uyudum uyudum. Annem dürttü. Annem söylendi. Annem kapıyı çarptı. Nezaket abla elinde çorbasıyla geldi gitti. Uyudum. Annem seslendi. Uyudum. Kız bunları reçel yapacağım gece bak ben, dedi. Uyudum.

Rüyamda gül tarlasının ortasında buldum kendimi. Etraf kıpkırmızı güllerle dolu. Uzakta bir adam duruyor. O olduğu belli. Bana doğru yürüyor. O yaklaşıyor, koparıp koparıp gül atıyorum suratına. Etkilenmiyor bundan. Hınçla devam ediyorum gülleri fırlatmaya. Kökünden koparılan güller, kedi yavruları gibi ciyaklıyorlar ellerimde. Bir tanesinin dikenleri elime saplanıyor. Düşüyorum sonra yere. Ayaklarımdan kökler çıkıyor. Köklerim toprağa tutunuyor. İçim karıncalanır gibi oluyor. Köklerim toprağın altında yayılıyor. Olduğum yerde güle dönüşüveriyorum. Kırmızı bir güle. Korkunca uyanırsınız. Her şeyde bu böyle.

O korkuyla uyanıverdim. Derin bir estağfirullah. Elimi yüzüme götürmek istedim. Götüremedim lakin. Herhalde üstüne yattım da uyuştular diye düşündüm. Odamın duvarını değil de annemin kahve fincanlarını görüyor olmam ne tuhaf. Mutfak tezgâhında gül buketinin arasında uzanıyor olmam ne tuhaf. Güllerin boyunda olmam, ne tuhaf.

Hareket etmeye çalıştım. Bağırmaya çalıştım. Vücudumu görmeye çalıştım. Yok. Rüyam devam ediyor sandım. Gözümü açsam kapatsam. Görüyorum ama göz gibi değil. Bakıyorum, etrafımda sabah tezgâha fırlattığım o güller. Ölmüş olmalıyım. Ölmüşken nasıl da anlıyorum ama bunları? Ölü bir gül, farkında olur mu çevresindekilerin?

Annemin ayak seslerini işittim. Annemin, kız adam koca buket gül yollamış. Daha ne bu naz? Kamyonla yollasa da sana israf, dediğini duydum. Bak gel al şunları, yoksa reçele başlıyorum, dediğini sonra. Bize, güllere, buruk buruk baktığını. Sonra yere sofra bezi serdiğini gördüm. Buketi bir hışım çözüp gülleri, içinde benim de olduğum gülleri sofra bezine yerleştirdiğini. Radyosunu açtığını. Aynı kanalda uyuşuk uyuşuk aşk nağmeleri sıralayan bezgin programcının standart cümlelerini duydum: “Gece kara ama senin gözlerin ondan da kara. Bu şarkı tüm kara gözlülere gelsin sevgili dinleyiciler.” Sevgili dinleyicilerin arasında annemin olması. Annemin güllerin yapraklarını tavuk yolar gibi hınçla yolması. Kazana fırlatıvermesi. Benim huzursuzluğum, elimden de bir şey gelmemesi. Ve birazdan evlat katili olacak olan annem. Sesimi çıkaramamam.

“Benim korkum senden değil kaderimdendir” Annemin korkusunun babamdan değil kaderinden oluşu. “Herkes bana, deli diye gülüp geçiyor.” Annemin giderek efkârlanması ve elinin altından geçen gülleri artık fark etmeyişi.

Kendimi fark etmem sonra. Ölü bir gül olarak sofra bezimizin üstünde. Ölüler kabullendikleri için de ölülerdir. Babama kefenlendikten sonra sırayla bakmıştı aile bireyleri. Ben de. Babam hafif aralık gözlerinin arasından rengi kaçmış yüzüyle duruyordu önümde. Şimdi ona ne desem ses etmeyecek biliyordum. Sanırım o gün buna da ağlamıştım biraz. Babam ölmüştü ve ona ne desek kabullenecekti. Susacaktı yani. Ölüler, kabullendikleri için de bizi üzerler.

Annemin önünde ölü bir güldüm şimdi. Kabullenme vaktiydi yani. Annemin yapraklarımı hınçla yolmasını. Tencereye fırlatıvermesini. Üstümüze şekeri boca etmesini. Mutfak tezgâhında bırakıp gitmesini. Gül kokan elleriyle sinirli sinirli uykuya dalmasını. Babamla uyudukları odada. Ellerinde gül kokularıyla. Cebelleştiği bir günü daha bitirmesini. Evin sessizleşmesini. Eşyaların kapanan ışıklarla birer heykele dönüşüvermelerini. Eşyalar, gündüzken insana daha canlı geliyor çünkü. Sokaktan gelen sesleri ve sokak lambalarının ışıklarının eve dolmasını. Ama senin öylece duruyor oluşunu. Ha bir gül olarak ha insan olarak. Ölmeni. Ölmek işte. Ne türlü olursa olsun. Kabullenmek yani. Kabullenmek evet. Yaşarsan itiraz edeceksin çünkü.