Babil’den Bir Kolye

Emine Ecran Şenel

…fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri, Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek, “Biz ancak imtihan vasıtasıyız; sakın küfre sapma!” demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat onlar bu iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de kendilerine fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi! (Bakara 102)

Otuz yıl öncesine kadar dünyanın en şanslı adamı benim sanırdım. Meğer dünyada her şansın, her nasibin, her güzelliğin bedelini önünde ya da sonunda ödermiş insan. Ben de dünyanın en şanslı adamı olmanın bedelini sürüne sürüne ödüyorum otuz senedir. Ne oldum değil ne olacağım diyeceksin sözünü yaşadım ve yaşıyorum iliklerime kadar.

Ailemin biricik oğlu, biricik evladı olarak prens gibi büyütüldüm. El üstünde tutuldum. En güzel eğitimleri aldım, en güzel okullarda okudum. Lisede sevdiğim kız tarafından sevildim. O da benim gibi ailesinin biricik kızıydı. Büyüdük ve evlendik. Prens ve prenseslere yaraşır bir düğünümüz oldu, kral ve kraliçelere yaraşır bir hayat yaşadık yıllarca. Çok varlıklıydık, çok mutluyduk, sağlıklıydık, rahattık. Birbirimize deli gibi aşıktık. İşlerimiz yolundaydı. Normal insanların hayalden öteye geçiremeyeceği bir hayatımız vardı.

Evlendikten sonra dünyayı gezmeye başladık. Her sene farklı bir ülkeye gidiyorduk. Evliliğimizin onuncu yılında Mezopotamya'yı gezmeye karar verdik ve Babil’e gittiğimiz gün evlilik yıldönümümüzdü. Eşime yıldönümü hediyesi olarak bir antikacıdan eski bir kolye aldım. Çok severdi öyle şeyleri. Görünce çok mutlu olmuştu. O mutlu olunca ben de çok mutlu oldum tabii. En son o zaman mutlu olmuştuk. Son mutlu oluşumuzdu. Bunu bilmiyorduk. Bilemezdik. Bilseydik… Bilseydim… O gece eşim çığlıklarla uyandı uykusundan. Dövünüyor, saçlarını yoluyordu. Önce kâbus gördüğünü düşündüm, sakinleştirmeye çalıştım, sakinleşmedi. Kendine vuruyor, bana vuruyor, eline geçirdiği şeyleri yere atıp kırıyordu. Onu hiç öyle görmemiştim. Ambulans çağırdım. Zar zor hastaneye götürdük. Hastanede bir sakinleştirici yapıp gönderdiler. Sakinleştiricinin etkisi geçince yeniden çılgına döndü. Bu sefer hastaneye gidip doktoru parayla kaldığımız otele getirdim. Yeniden sakinleştirici yaptı. Yanımıza bir hemşire verdi ve ülkemize dönüp eşimin tedaviye başlaması gerektiğini söyledi. Hemen döndük. Bir sürü tahlil, tetkik yapıldı ve eşimin rahatsızlığının psikolojik olduğuna karar verildi. Çok sorguladım o zaman. Ne olabilirdi sıkıntısı? Hiçbir eksiğimiz yoktu. Onu çok seviyordum. O beni sevmiyor muydu? Numaradan mı mutlu gibi görünüyordu? Neden psikolojisi bozulsundu. Mutlu insanın psikolojik rahatsızlığı olamazdı. Eşimi mutsuz eden neydi? Anlamadım. Bulamadım. Bilemedim. Bir sene klinikte tedavi gördü. Bir sene sonra ilaçlarını düzenli kullanmak kaydıyla taburcu oldu.

Tam otuz sene çocuk gibi baktım ona. İlaçlarını hiç aksattırmadım. Ama o hiç iyi olamadı. O geceki gibi çıldırmaları olmadı fakat hiçbir şeye de hiçbir tepki vermiyordu. Gülmüyor, konuşmuyor, ağlamıyor, kızmıyordu. Sadece boş boş bakıyordu. Ben yedirmezsem yemeğini bile yemiyordu. İlaçlar ve tedaviler onu iyileştirmedi yalnızca saldırganlık yapmasını engelliyordu. Doktorlar da öyle demişti zaten. Yıllar yılı onun gözlerinde bir neşe kırıntısı görmek için uğraştım ama nafile. Hayatımın ilk yarısındaki mükemmelliyetin bedelini böyle ödüyordum işte.

Otuz yıl geçti böyle. Bir gün kapımız çaldı aniden. Pek gelen gidenimiz olmadığından meraklı ve ürkek bir şekilde açtım kapıyı. Üç kişi vardı kapıda. Benimle önemli bir konuda konuşmak istediklerini söyleyip içeri girmek için izin istediler. Onları içeri buyur ettim. Eşimi bakıcısına emanet edip hizmetçiden de birer kahve istendikten sonra misafirlerin yanına geçtim. İçlerinden birisi arkadaşlarının yabancı ve arkeolog olduklarını, kendisinin onlara tercümanlık yaptığını söyledi. Arkeologlar yaptıkları kazı çalışmasında buldukları bir kolyenin bir eşi daha olduğunu okumuşlar kolyenin asılı olduğu kitabede. Bir kadın yazmış bu kitabeyi. O kolyenin eşine büyü yapmış ve kız kardeşine hediye etmiş. Anlamasın diye bir benzerini de kendisi takarmış. Anlaşılan aralarında kardeşliğin kanunlarına aykırı bir haset varmış. İşte bizim arkeologlar bu büyülü kolyenin peşine düşmüşler. Tam beş yıldır arıyorlarmış. En son Babil’de bir antikacıya verildiğini öğrenmişler. Hemen antikacıyı bulmak için gitmişler ama yerinde yeller esiyormuş. Uzun bir soruşturmanın ardından antikacının bir torununa ulaşmışlar. Ondan kalan bir sürü antika eşyanın arasında kolyeyi aramışlar fakat nafile, bulamamışlar. Sonunda antikacının torunu bir defter çıkarmış, defterde hangi eşyanın kime satıldığı yazıyormuş. Aramışlar, taramışlar sonunda bizi bulmuşlar. Eşime Babil’de yıldönümü hediyesi olarak aldığım kolyeden bahsediyorlardı. Yıllardır boynundan çıkarmadığı kolyeden. Demek büyülüymüş. Demek yıllardır bizim hayatımızı emen bu kolyeymiş. Hemen koşup eşimden kolyeyi almak istedim. Fakat vermedi. Ben ısrar edince bağırmaya başladı. Adamları gece eşim uyurken alacağıma ikna edip gönderdim. O gece almaya çalıştım kolyeyi fakat her teşebbüsümde uyandı ve kızgın gözlerle baktı bana. Doktorunu arayıp durumu izah etmeye çalıştım, o kolyeyi alırsak eşimin iyileşeceğini söyledim. Bana inanmadı ve bu safsatalara inanmamamı tavsiye etti. Bu tür hastaları, onlar için önemli eşyalardan ayırmanın iyi sonuçlar doğurmayacağını söyledi. Doktora inanmadım. Zira eşim tam da o kolyeyi taktığı gece çıldırmıştı. Belli ki büyünün etkisi altına girmişti. İşte otuz yıl sonra bu büyüden kurtulabilecektik. Kolyeyi çıkarırsak her şey düzelecekti. Sonra aklıma eczacı bir arkadaşımdan yardım istemek geldi. Gidip ondan etkili bir uyku ilacı istedim. Eşimin rahatsızlığını biliyordu. -bilmeyen yoktu zaten, ibretlik bir hikaye olarak dilden dile dolaşıyordu.- Arkadaşım ilacı verdi. Eve gelince eşimin suyuna kattım. İçtikten kısa bir süre sonra derin bir uykuya daldı. O uyurken büyük bir umutla kolyeyi çıkardım. Hemen tercümanı aradım ve o gelince kolyeyi verip gönderdim. Verirken kimsenin bu kolyeyi takmamasını tavsiye etmeyi de ihmal etmedim.

Sonra uyuyan eşimin karşısına geçip sevinçle ve merakla uyanmasını bekledim, uyumasını seyrederek. Seyrederken uyuyakalmışım. Sabah ezanlarıyla uyandım. Hizmetçi kızın üzerime örttüğü battaniyeyi kaldırdım, besmele çekerek kalktım. Eşim hâlâ uyuyordu. Abdest aldım. Namazın sünnetini kılıp camiye gittim. Dönerken simit aldım. Severdi eşim. Gözlerinde yıldızlar parlardı kahvaltıda simit görünce. Döndüğümde hâlâ uyuduğunu görünce telaşlandım. Yaklaşıp nefesini dinledim. Nefesi yoktu. Nabzına baktım. Nabzı da yoktu. Bakıcıya seslendim. Ambulansı arayın dedim. Ambulans geldi ama her şey için çok geçti. Ciğerimden mızraklar, kılıçlar, hançerler, kurşunlar geçti. İçimden pişmanlıklar, ağıtlar, ağrılar geçti. Kalp krizi dediler. İnanmadım. Kolyeyi çıkardım diye oldu, dedim. Kolyeyi çıkardım diye öldü, dedim.

İçimi kemiren bu kurdun kemirmelerine dayanamayıp cenazeden sonra tercümana ulaştım. Adresini alıp yanına gittim. Arkadaşlarını aramasını istedim. Büyü yapan kadının yaptığı büyünün ayrıntılarını biliyorlar mı, diye sordurdum. Bunun çok da önemli olmadığını söylemişler. Bunlar eski hurafelermiş, merak etmemeliymişim, öyle demişler. Eşimin başına neler geldiğini, bizim neler çektiğimizi bilmiyordu ahmaklar. Kızarak ayrıntıları söylesinler, dedim. Tercüman uzun uzun arkeologları dinledikten sonra kolyenin içindeki labradorit taşını yıldızlardan bir yıldızın ruhuyla birleştirip ona bir şeytandan öğrendiği büyülü sözleri fısıldayarak birleştirdiği ruhtan ayırdığını yazmış kadın ve kolyeyi takanın taktığı müddetçe gün yüzü görmemesi için, çıkardığı takdirde de canıyla birlikte çıkarması için yapılmış bu büyü, dedi.

Oysa ben o kolye gidince eski günlerimize döneceğimizi hayal etmiştim. Eşimin yeniden beni seveceğini. Gözlerinin içiyle güleceğini. Böyle olacağını bilmezdim. Bilemezdim. Bilseydim…

E.Ecran Çeliksu