Kelimeler: rant, cinayet, sonuç.
SONU BELLİ HİKÂYE
Uzak ülkelerin birinde, kral babası kraliçe anasıyla mutlu mesut yaşardı Mutlu Prens. Babası, ölene kadar mutlu olsun diye ona bu adı vermişti. Anası pek razı olmamıştı bu isim olayına. Niyeti merhum babasının adını koymaktı. Lakin kral yumruğunu masaya indirince hiddetle, mecbur kabul etti. Belki cidden de mutlu olurdu oğlu.
Mutluluk nedir tanımını yapmadan prens hazretlerini bir zemine oturtmak zor ama herkesçe kabul görülebilecek kimi kıstaslara göre mutlu sayılırdı Mutlu Prens. Harika bir atı vardı. Öyle ki yorulmak nedir bilmezdi. Prens hangi ülkeleri merak etse hızla ulaştırırdı efendisini. Soytarılıkta yüksek lisans yapmış bir soytarısı vardı. Cüce. Gözleri ve ağzı kocaman. Prensim prensim diye taklalar atarak yanına geldiğinde yalandan düşüverirdi. Herkesi kahkahaya boğardı onun bu yalandan düşmeleri. Kendilerini güldürmek için bu sefilliği yapması hoşuna giderdi insan türünün. Benim için düşüyor. Benim için kafasını çarpıyor. Benim için ölüyor. Prens gülmezdi pek. Onun bu sefil hâline acırdı. İnsanın insana soytarı olmasına kızardı da. Birkaç kez babasından onun azadını talep etti. Ama babası onu güldürecek birinin varlığının şart olduğuna hükmetti.
Kabzası elmaslarla bezeli harika bir kılıcı vardı. Keskin mi keskin. Düşmanlarına üşürünce, düşman biçildiğini anlamazdı. Parçaları iki yana düşünce fark ederlerdi biçildiklerini. Kıyafetleri ülkenin en iyi kumaşlarından en iyi terzilerince dikilirdi. Şayet beğenmezse dikileni, diken terzi sürgüne gönderilirdi. Tabii ki kral tarafından. Prens bir süre sonra beğenmedim diyemez oldu. Terzileri yerinden yurdundan etmemek için üstünde taşıdı pahalı ama ona ait olmayan kıyafetleri.
Çok da zekiydi prens. Adamın yüzüne bakınca haritasını çıkarırdı. İnsan sarrafıydı. Babası başka ülkelerden gelen sefirleri, devlet adamlarını oğluyla karşılardı. Kimine güvenip kimine güvenmeyeceğini ona sorardı. Haklı da çıkardı prens her seferinde. Türlü akıl oyunlarıyla çoğu ülkeyi kıllarını kıpırdatmadan çökertmişlerdi baba oğul. Tabii oğulun sayesinde.
Her şey bir yana da prensin zeki ve iş bitirir olması kimilerinin pek hoşuna gitmezdi. Prens sanata sepete de vakit harcadığından onun kral ölünce yerine geçecek olmasından pek hazzetmezdi kimileri. Kralın daim yanında olan, oğlunu ona öven ama överken de prensimiz de pek hassas kalpli, nasıl halledecek siz olmadan bunları? minvalinden sözlerle kralın kanına girmeye çalışırlardı. Kral anlamazdı ne demek istediklerini. Olsun, derdi. O benim kanımdandır. Kanımız Tanrı katından kutsanmıştır. Her şeyi halleder.
Prense düşman bu grup, baktılar prensi kral eliyle saf dışı edemeyecekler. Baktılar kral kan man zırvalar durur. Bu işi biz halledelim dediler. Prensi saraydan uzaklaştırıp ona tuzak kurdular. Bu saraydan uzaklaştırma, her masalda olduğu gibi burada da av partisi yalanıyla oldu. Bir av partisi tertiplediler ve kurbanı yani prensi bu partiye zorla götürdüler.
Anasının elini öpen prens, sezmiş gibiydi olacakları. Anası da öyle. Gitme, sen avdan hoşlanmazsın ne işin var, diye yalvardı kadın. Prens gitmekte ısrar etti. Sevmiyordu ama gitmeliydi. Çünkü ölmeliydi. Kralsa memnun oldu. Git tabii dedi, sanat seni bilemez düşmanlarına karşı. Biraz sert tabiatla baş başa kal.
En güvendiği adamlarına emanet etti kral, oğlunu. Sık ağaçlarla kaplı ormana doğru yol aldılar. Gittiler gittiler. Vardılar avlanacakları yere. Prens atını yardımcısına bıraktı ve sadağında oklarla ormana yalnız başına daldı. Kralın güvenilir adamları dört bir yana dağıldılar. Dört bir yan, prensin dört bir yanı. Önceden anlaşmışlardı. İstedikleri gibi vasis olmayan bu çocuk, buradan sağ çıkmayacaktı.
Prens, ağaçlar arasında ilerlerken bir ceylana denk geldi. Gözleri ışıldadı. Tam yayına okunu yerleştirmiş nişan alıyordu ki ceylanın korkusuzca ona doğru gelmesiyle afalladı. Ceylan geldi geldi geldi. Prense o kadar yakındı ki şimdi. Nefes alışverişlerini duyuyordu prens. Gözlerine baktı iyice. Ceylanın gözlerinden gördü ormanı kanın basacağını. Oklarla delik deşik edileceğini izledi ceylanın gözünden. İlk oku atanın, cinayeti başlatanın yüzünü gördü. Afalladı. Ceylanı yanından kovmaya çalıştı. Ceylan milim kıpırdamadı yerinden. Cesedinin taşınışını gördü saraya. Tutulan yasları izledi. Anasının perişanlığını, babasının insan çatlatan metanetini.
Korkudan yaprak gibi titriyordu prens. Birazdan oklar yağacaktı vücuduna. Ceylana yalvardı, ne yapsaydı şimdi? Atı da uzakta kalmıştı. Kaçamazdı da. Ceylanın gözünde bir heykel belirdi. Prensin heykeliydi bu. Altın kaplama. Kocaman. Ülkenin en hakim konumunda. Tacı, kılıcı elmaslarla zümrütlerle bezeli. Gözleri yeşimden. Prens, nedense heykelini görünce sevindi. Böyle değer görecek olmasından sebep rahatladı. Ölecekti belki ama insanlar onu unutmayacaklardı. Sevinmesinin saçmalığına kızdı prens. Öleceksin ulan, dedi. Ulan demedi. Prensler ulan demez. Öleceksin, öldükten sonra heykelin olmuş hatırlanmışsın ne işe yarar? diye kızdı kendine. Ceylan kıpırtısız duruyordu önünde. Gözlerine baktı yeniden. Kendisini gördü. Sonra hışırtılar. Sonra ok vızıltıları. Sonra kan. Ceylan da nasibine düşen oku yemiş, prensin yanına düşüvermişti cansız vücudu.
Prensin cesedine koştu bir tanesi. Nabzını kontrol etti. Prensin aralık gözleri ışıldıyordu. Adam ürktü önce. Sonra nabzının olmadığını anlayınca rahatladı. Avına yaklaşan sırtlanlar gibi yavaş yavaş yaklaştılar cesede diğerleri de. Sonra ilk çığlığı en masum olmayanları attı: Yetişin prensimizi vurmuşlar yetişin! Katiller sürüsü yeni tiyatroya uygun şekilde bağrıştılar çağrıştılar. Bulun o hainleri! Alın kellelerini diye boşluğa bağırdılar. Sonra prensi atına yükleyip saraya doğru yollandılar.
Saraya vardıklarında ağlamaktan yorgun düşmüşlerdi. Üstleri başları parçalı, gözleri kan çanağıydı. Krala: Baskın yedik, dediler. Krala: Prensimize bizden çok uzaklaşmayın dedik, bizi saymadı. Ormanın en kuytu yerlerine yalnız başına gitti, dediler. Krala: Peşine düştük, beni takip etmeyin, bana korkak mı diyorsunuz siz? diye okunu doğrulttu dediler. Krala: Sesleri duyduğumuzda çok geçti, kahramanca direnmiş lakin kendini kurtaramamış, dediler. Krala: Soylu kanınızın yere dökülmesiyle toprağın feryada başladığını duyduk. Toprak, feryat ede ede ağlıyordu, dediler. Kral hepsine inandı. Kızdıysa da inandı. Oğlu ölmüştü neticede. Kızsa ne olurdu? O en uzak ülkeye atını sürmüştü. İnanmasa ne olurdu? Bu cinayetin peşini bırakmam, dedi. Bir yıl uğraştı iki yıl uğraştı. Peşini bıraktı. Öcünü de alamadı.
Anası kahrından öldü altı ay sonra. Evladına kavuştu. Prensin hatırasını yaşatmak için altından bir heykel yapmayı teklif etti krala, kumpas ekibinden biri. Kocaman bir heykel. Altınlarla, elmaslarla, zümrütlerle bezeli. Ülkenin her yerini görebileceği bir yere dikelim, dedi. Kral, vicdanını rahatlatacağını düşünmüş olsa gerek kabul etti. Üstelik bu katilleri ödüllendirdi bu güzel fikir için. Yani ki oğlunun katilleri bu durumdan da rant sağladılar. Öldür ve kazan. Öldür. Kan bedeli al sen öldürmemiş gibi. İnsan, yeryüzünde dolaşırken bazen korkunçtu. Bazen mi? İnsan, yeryüzünde dolaşırken her zaman korkunçtu. Acımazdı. Tiyatroyu icat ettiğinden beri acır gibi yapar ama arkasına sakladığı hançerini fırsatını bulunca saplardı karşısındakine. Ölenin kanını da ya içerdi ya yüzüne sürerdi faydalı diye. Rant adı buradan gelirdi.
Mutlu Prens’in heykelini yaptılar. Dışı som altından. Tacı, kılıcının kabzası değerli taşlarla bezeli. Bir de yürek yerleştirdiler heykele, kurşundan. Kral emretti. Kurşun kalbi ülkenin en bilge ustasına yaptırdılar. Bilge, kurşundan kalbi yaparken prensin öldürüldüğü yere götürülmeyi istedi. Prensin kanının döküldüğü yerden bir avuç toprak alınca dönelim, dedi. Tam üç hafta heykelin kalbi için uğraştı. Kalp de yerleştirilince heykel tamam oldu.
Ülkenin hakim noktasına diktiler heykeli. Mar mar yanıyordu ta uzaklardan bile. Katilleri arada gözlerine değen bu ışıktan rahatsız olsalar da cinayeti sakince halletmenin rahatlığından dolayı umursamadılar. Fakirlerin bu ihtişamlı heykelden sebep canları sıkıldı. Bir kıyım verseler o altından, fakirlikleri kalmayacaktı ama dokunamıyorlardı bile. Ülkeye gelen misafirler, efendime söyleyeyim krallar kraliçeler hayranlıkla izlediler bu şaheseri.
Bir gün, kralın biri aile efradıyla geldi bu ülkeye. Yaslı kralı ziyaret etti. Şehri dolaştı. Yanında güzeller güzeli kızı. Ay parçası gibi. Bakanları kör eder bir güzellik. Godiva’yla yarışır. Belki ondan da güzel. O da anası ve babasıyla dolaşmaya başladı şehri. Dediler ki şu meşhur heykelin yanına da gidelim. Yakından bakalım nicedir.
Gittiler. Heykelin dibine vardılar. Hepsi hayran kaldılar bu işçiliğe. Prensin hüzünlü hikâyesine üzüldüler. Oradan ayrılırken geçmişti ama üzüntüleri. Turistik mekânlar insanı en fazla yarım saat üzerdi. Ya da kimi acıklı hikâyeler. Gerisi hep poz kesmekti.
Ama güzel prensesin içi gerçekten yandı. Öyle yandı ki heykelin sahibine acıması, heykele yöneldi. Heykele acıdı. Orada bulundukları bir hafta boyunca saraydan ve bazen yakından heykeli uzun uzun izler, içli içli ağlardı. Sonunda olan oldu. Acımak bir başka hisse dönüştü. O hisse de aşk dendi.
Ama kime ne anlatsın? Ben heykele âşık oldum mu desin? Ne desin? Diyemedi de. Dönüş vakti geldiğinde, ana babasına kendisini bu sarayda bırakmaları için yalvardı. Saray öğretmeni olurum, dedi. Fakir halkın çocuklarına yardım ederim hem, dedi. Kral babası dedi ki: ”E kızım, bizim ülkede fakir mi yok sanki? Gel kendi ülkende uğraş.” Ne utanmaz bir kral.
Diretti prenses. Ağladı, bayıldı. Dediğini yaptırdı. Saraya yerleştirdiler prensesi. Ana babası endişelense de kral onları emanetlerine sahip çıkacakları yönünde teselli etti. Prenses gerçekten de canla başla öğretmenlik yaptı ülkede. Bir harf öğretti. Bin yıl köle olan çıkmadı ama olsun.
İşini halleder halletmez heykelin yanında alırdı soluğunu. Uzun uzun onu izler, gözyaşlarıyla altından ayaklarını ıslatırdı heykelin. Bir gün heykele yaslanmış otururken bir ses duydu: “İyi kalpli prensesim, bana yardım etmek ister misin?” İyi saatte olsunlara karışmaktan korkan kız, sağa sola bakındı ama kimseyi göremedi. Neden sonra sesin heykelden geldiğini anladı. Hemen tırmandı heykelin omzuna kuruldu.
“İstemem mi?” dedi. “İstemem mi? Senin aşkından kaldım burada. Hadi canımı iste öleyim.” Mutlu Prens, hayretle kıza baktı. Sağken onu seven olmamıştı. Bir heykeli sevmek de neyin nesiydi? Yine de kurşundan yüreği hızlandı. “Seni sevmek isterdim prenses ama bunu bu vücutla bu kalple yapabilmem zor. Lakin bana yardım edersen, en yakın arkadaşın olurum.” dedi. Kız çaresiz. Ne yapsın? Yakınında olsun da varsın arkadaşı olsun. “Senin için her şeyi yaparım. Yeter ki hep seninle kalayım.” dedi. Mutlu Prens, uzaklardaki bir evi anlattı. İçindeki fakirleri. Altın gözünden bir damla yaş süzüldü. Prensesin aklına takıldı, ağlayabilen nasıl âşık olamaz? Bu şüpheyi aldı bağrına bastı. Çünkü sevmek, çileli bir işti.
Devam etti prens:”Kılıcımın kabzasından bir elmas kopar ve o aileye bırak. Böylece ben de sevineyim.” Kız, güç bela kopardı elması ve o eve gizlice bıraktı.
Koşarak geldi, heykele geri tırmandı ve olanı anlattı. Prensin altından yüzü gülümsedi. Prenses burada onun omuzunda kalmak diledi. Sarayı atlatırım, dedi. Prens tereddüt etse de yeni arkadaşını kıramadı. Ona omuzunda bir yuva verdi. Kız en huzurlu uykusunu uyudu bu altın omuzda.
Ertesi gün, bir başka fakir aileyi anlattı prens. Kız, onun tatlı sesini duydukça daha da bağlanıyordu. Hadi at kendini buradan ve öl, dese ölecek. Tacından bir parça yakut kopardı ve onu da aileye ulaştırdı. Günler böyle sürdü gitti. Parça parça taşıdı değerli taşları fakirlere kız. En son gözleri kaldı heykelin. Onları da ağlaya ağlaya kopardı.
Ülkede kızın adı yayıldı. Delirmiş bu prenses, dediler. Heykelin omuzunda yatıp kalkmak da nesi, dediler. Krala, anasına babasına haber saldılar. Ama kimse kızı heykelden koparamadı. Aksine daha da bağlandı buraya.
Mutlu Prens, olan bitenden haberdar değildi. O ancak fakirlere yardım etmenin peşindeydi. Kış yaklaştıkça kız üşümeye başladı. Prens yine farkında değildi. Üşümüyordu çünkü. Üşümeyi bilmiyordu. Bilmediğinizden sorumlu değilsiniz, diyordu yasalar.
İlk kar tanesi gökten düşmeye başladığında, prensesin dişleri çarpıyordu birbirine. Gelen giden indiremedi onu heykelin omuzundan. İnmem, diyordu. Öleceksem de burada. En kıymet verdiğim yerde.
İnmedi de. Prensin gözleri de olmadığından prensesin hâli nicedir, bilmeyen kalbi artık hiç bilmedi. Bu işin sonucunu kestiremedi. İyi misin? derdi arada. Titreyen kız, iyiyim, yanındayken çok iyiyim, diye cevaplardı. Memnun yüzü ocak olurdu kıza.
Kış iyice bastırmıştı artık. Kız uyuşan ayaklarını, uyuşan kollarını, uyuşan vücudunu izlerken prense fısıldadı ağzı da uyuşmadan önce: Gitmek zorundayım prensim.
Prensin kurşundan kalbi bu veda karşısında hislendi. Gözünün yerindeki boşluktan bir damla yaş süzülüverdi. Kızın vücudu o en sevdiği omuzda donuverdi. Prensin kurşundan kalbi de çatlayıverdi.
Masalın sonunu bilenler, kar iyice bastırınca hemen heykele koştular. Heykelin etrafında ölmüş bir kırlangıç aradılar. Bulamadılar. Masallar bazen kılık değiştirirdi. Bunu bilemediler. Prensin harap heykeline yandılar. Çatlamış kurşundan yüreğine. Kıza yanmadılar. Delirmişti zaten, donacağını biliyordu, dediler. Prensin heykelini yenilediler. Elmaslar, yakutlar işlediler yeniden. Kızcağızı da heykelden uzakta bir mezara gömdüler.
Kış geçti. Bahar geldi. Kızın mezarında konakladı bir kırlangıç. Onun toprağında ısındı. Sonra. Sonrası işte malum. Gitti ve buldu Mutlu Prens’in heykelini. Mezarda ısınan ayaklarını, kondurdu altından soğuk bir omuza. Sonsuza kadar mutlu yaşamadı. Çünkü o iş öyle olmazdı. Kimi yürekler kurşundandı, omuzlarsa altından. O iş, gerçekten öyle olamazdı.