Kaç(amay)ış

Hacer Uyğur

Tanrı seni cezalandırmak istiyorsa onu durdurmanın bir yolu yoktur. Kaçamazsın, kurtulamazsın, cezanı çekmek zorundasın. Eğer kaçmaya çalışırsan insanın en büyük cezasının nasıl kendisi olabileceğini görürsün. Bunu bilirsin, yine de Tanrı’nın sana daha toleranslı olacağını düşünürsün. Hesabının ahirete kalacağını ve tövbe ettiğin için orada da kurtulacağını umarsın. Affedileceğini sanırsın. Affedilmek için pişman olmak gerektiğini, pişman olmanın kendisinin en büyük ceza olduğunu görmezden gelirsin. Ta ki cezan seni bulana kadar.

İlk suçumu işlediğim günü hala hatırlıyorum. Küçüktüm, annem ve babam sürekli kavga ettiği için günlerimi sokakta geçirmeye alışmıştım. Yaşadığımız mahalle kötü bir gecekondu mahallesiydi. Benim yaşımda pek çocuk da yoktu. Ben de sık sık evimizin yakınındaki köprü altına gidiyordum. Zamanla orada yaşayan kişiler en yakın dostlarım olmuştu. Oradaki insanlar bazen hırsızlık bazen yankesicilik yapıyorlardı. Bunları hayatta kalmak için yaptıklarından dolayı bu durumda bir yanlışlık göremiyordum. Benim yaşamak için bunları yapmaya ihtiyacım yoktu ama arkadaşlarıma yardım ettiğim oluyordu. Hem eğlenceliydi; mesela bazen içi dolu bir cüzdan çaldıktan sonra kendimizi ödüllendirmek için hep beraber dondurma yerdik. Hem de -bize küçümsemeyle bakan bir adamın soyulduğundan haberi olmayarak kibirli bir şekilde yürüyüşünü izlemek gibi- bazı anlarından çok zevk alırdım.

Bir gün annem nereye gittiğimi fark etti ve maddi durumumuz pek iyi olmamasına rağmen derhal daha iyi bir muhite taşınma kararı alındı. Çok korkmuştu. Oğlunun nasıl olup da böyle insanlarla takıldığını, kendisinin de nasıl olup da bu durumu fark etmediğini anlayamıyordu. Oysa ben o insanları seviyordum. Bana hep iyi davranmışlar, ihtiyacım olmamasına rağmen kazançlarına beni ortak etmişlerdi. Küçük bir çocuk olarak para kazanıyor olmak çok iyi hissettiriyordu.

Belki de bu yüzden yeni taşındığımız muhitte de hırsızlığı tam olarak bırakamadım. Ufak tefek şeyler çalıyordum. Bazen bir saat, bir bileklik bazen de hoşuma giden bir kalemi kimseye çaktırmadan alıveriyordum. Yaptığım şeyin doğru olmadığının farkındaydım. “Arkadaşlarımın ihtiyacı var” gibi bahanelerin de arkasına sığınamıyordum artık. Ama kendimi de durduramıyordum.

Üniversiteye gidene kadar bu durum devam etti. Üniversite, kendime verdiğim iznin sonuydu. Evden ayrıldığımda bambaşka bir hayatım olacağına karar vermiştim. İlk sene bunu başardım da. Ancak ikinci seneye geldiğimde giderek daha fazla zorlandığımı hissettim. Benim olmayan bir şeyi almanın hazzı, günlerce vücudumda kalan o başarı hissi, kimsenin bilmediği önemli bir sırrım olduğu düşüncesi ve biriyle suç ortağı olmanın verdiği yakınlık. Bunları o kadar özlemiştim ki…

Sonunda bir gün kendimi daha fazla tutamadım ve bir şey çaldım. Ufak bir şeydi. Muhtemelen sahibinin umrunda bile olmamıştı. Ama benim için çok fazla şey ifade ediyordu. Sanki bir süredir boşlukta yaşıyordum, hayatımı anlamlandıran hiçbir şey yoktu ve o değersiz nesneyi ele geçirmemle birlikte hayatım bir anlam kazanmıştı. Tekrardan kontrolün bende olduğunu hissediyordum. Oysaki bu nesneyle başlayan hırsızlık dönemim kadar hayatımda kontrolü kaybettiğim bir dönem daha olmamıştı.

Bir hırsızlığı diğeri izledi. Çaldıkça çalıyordum. Sonra bir gün neden değerli şeyleri çalmadığımı sorgulamaya başladım. Ailemin durumu o kadar da iyi değildi. Değerli şeyler çalabilsem onlardan yardım istememe gerek kalmazdı. Hem çaldığım şeyler evde gereksiz kalabalık oluşturmaya başlamıştı. Bu şekilde devam etmek çok da mantıklı gelmiyordu.

Denemek için zenginlerin yaşadığı bir mahalleye gidip yolda gördüğüm birinin cüzdanını aldım. Kadının ruhu bile duymamıştı. Cüzdandan parayı aldıktan sonra tam çaldığım yere geri bıraktım ve hızla uzaklaştım. Böylece peşime kimse takılmayacaktı da. Kadın cüzdanı düşürdüğünü ve birinin içindeki parayı alıp kalanını bıraktığını düşünecek, hatta tüm o kartları tekrar almak için uğraşmasına gerek kalmayacağı için mutlu olacaktı. Bir süre farklı mekanlarda bu şekilde hırsızlık yapmaya devam ettim. Çaldığım parayla bazen ufak iyilikler yaparak vicdanımı rahatlatıyordum. Böylece yaptıklarımın maddi manevi hiçbir sonucu olmadan mutlu mesut yaşıyordum.

Taa ki o korkunç güne kadar… Üniversitenin sonuna doğru kendime bir arkadaş suç ortağı edinmiştim. Birlikte hırsızlık yapıyor ve hem ganimeti hem de aldığımız hazzı paylaşıyorduk. Ama arkadaşımın gözü benden yükseklerdeydi. Uzun süre evlere girmek konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Sonunda kabul ettim. İlk eve girişimizden önce elinde iki tabancayla çıkageldi. İtiraz ettim ama dinletemedim. Zorla tabancayı elime tutuşturup “Kullanmayacağız ki oğlum, ne olur ne olmaz yanımızda bulunsun. En kötü ihtimalle tehdit etmek için kullanırız.” dedi. Mantıklı gelmişti. Mantığımı… Neyse.

Günlerdir bir evi izliyorduk. Yaşlı, zengince bir adam. Tek başına yaşıyor. Akşamları 11den sonra ışıkları kapalı. Biz ne olur ne olmaz diye gece 1de giriyoruz evine. Tam salonunu karıştırırken adam elinde silahıyla ortaya çıktı. Beni görmüyor, silahını arkadaşıma doğrulttu. Otomatikmen elim belimdeki silaha gitti. Arkadaşım benden cesaret alarak adamın elindeki silahı almaya yeltendi. Bir süre boğuştular. Adamın silahından çıkan sesi duyduğumda ben de yanlışlıkla silahımı ateşledim. İkisi de öldü. Hangisi benim kurşunumla hangisi adamın silahından çıkan kurşunla hala bilmiyorum.

Nasıl yaptığımı bile anlamadan binadan çıkmıştım. Bir süre hiçbir şey olmamış gibi sakince yürüdüm. Etraf artık tanıdık gelmemeye başladığında var gücümle koştum koştum. Nefesim kesilene kadar ayaklarım durmadı. Sonra nefesimi düzene sokup tekrar koştum. Belki bir gün belki bir hafta… arada bir su içmek ve hacet gidermek dışında hiç durmadım. Tamamen tükendiğimi hissettiğimde etrafıma baktım. Bir dağın başındaydım. Akşam vaktiydi. Yere yığıldım ve öylece kaldım.

Ne kadar uyudum bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda yine bir akşam vaktiydi. Vücudum soğukta ve sert zeminde yatmaktan kaskatı kesilmişti. Açtım, susuzdum ama en önemlisi yerimden kıpırdayacak enerjim yoktu. Bir süre sadece yıldızları izledim.Yıldızlara bakarken birden hıçkırarak ağlamaya başladım. Bağırıyor, yerleri yumrukluyor, “Allahım beni affet, ben ne yaptım, sen beni affet.” diye dualar ediyordum. En son ağzımdan şu cümlenin çıktığını hatırlıyorum:

“Bana öyle bir ceza ver ki affedildiğimi bileyim.”

Ve tekrar uyudum. Güneşin tenimi yakmasıyla beraber zihnimin açıldığını hissettim. Uyanmıştım ama sanki göz kapaklarım zorlanıyordu. Uyanmak, gözlerimi tekrardan bu dünyaya açmak istemiyordum. Sonunda daha fazla gözleri kapalı halde durmaya dayanamayıp gözlerimi açtım. Ama o da ne? Karşımda arkadaşımın ve yaşlı adamın kanlar içinde yerde yattığı duruyordu. Daha doğrusu ben o sahneyi göüyordum. Kokuyla çığlık atıp sürünerek geriye kaçtım ama fayda etmiyordu. Aynı sahneyi olduğu gibi görüyordum. Dokunduğum yerlerden ve yüzümü yakmaya devam eden güneşten hala dağ başındaki yerde olduğumu anlayabiliyordum ancak etrafıma baktığımda görüntü değişmiyordu. Hızla gözlerimi kapadım. Açmaktan korkuyordum. Karanlığa sığınmak daha kolaydı. Bir süre öylece kaldıktan sonra tekrar gözlerimi açtım.

Bu sefer gözlerimin önünde başka bir sahne vardı. Bir kadın. Gözlerinin açık duruşundan ölmüş olduğunu anlayabiliyordum. Yüzü tanıdık gibiydi. Yaşadığım korkuya rağmen bir süre gözlerimi kapamayıp inceledim. Evet, birkaç hafta önce cüzdanını çaldığım kadındı bu. Biraz yaşlıydı ama. Ne yaptığımı fark ettiğimde tekrar hızla gözümü yumdum. Bir daha denemeye korkuyordum. Geri geri sürüklenerek sırtımı yaslayacak bir kaya buldum. Birkaç saat gözleri kapalı halde öylece durdum. Korkudan titriyordum. Yıllar geçmiş kadar uzun gelen bir sürenin sonunda gözlerimi açabildim. Başka bir adam, ölü. Hızla kapayıp geri açtım. Bir genç, boğulmuş. Kapa, aç, kapa, aç, kapa, aç… Her defasında başka bir sahne. Hepsinde de bir zamanlar eşyalarını çaldığım kişilerin ölü bedenleri…