Musa'nın annesi gönlü boş olarak sabahladı. Eğer Biz, sözümüze güvenenlerden olması için gönlünü pekiştirmeseydik az kalsın durumu açığa vuracaktı. (Kasas 10)
O sabah horozlar uğursuzluk şarkıları söyleyerek uyandırdı insanları. Güneş ılık gülümsemesiyle ısıtmıyor, sert bakışlarıyla yakıyordu. Ağaçlar meyveleri, toprak sebzeleri insanlara vermemeye yemin etmiş gibi sıkı sıkı tutuyordu. Çiçekler yüzlerine peçe çekmişti. Kuşların sesleri çıkmıyor, içlerine içlerine ötüyorlardı. O gün uğursuz bir şey olacağını pencerelerine konup uğursuzluğun selamını getiren kargalardan anladı insanlar. Herkesin yüreğindeki o sıkıntı, nefeslerini kesiyor, göğüslerini darlıyordu. Bir yerde birinin başına kötü şeyler gelecekti ama kimin? Herkes kendisi ve sevdikleri için dua ediyordu. Saniyeler yılgın bir kaplumbağa gibi ilerliyordu. Sıkıntıları artarak daralan yüreklerinin varlığı artık boğmaya başlayınca dua etmekten vazgeçip ne olacaksa olsun da kurtulalım, kimin başına ne uğursuzluk geliyorsa gelsin artık, bitsin bu çileli zamanlar, demeye başladı insanlar.
Güneş göğün en tepe noktasından dağların ardına doğru çekilmeye başladığı saatlerde şehrin dört bir yanından tellaların sesi duyuldu. Tellallar, Eeyy ahalii, ismi Runiriha olaan… …yüce Kralımızz… …cezaların en ağırııı… diye ünlüyorlardı her yerde. Bu sesler sabahtan beri beklenen uğursuzluğun habercisi olmalıydı.
Sesleri duyan Mariska hiih’ledi, eliyle kalbini tuttu. Yıkamakta olduğu çamaşırları bıraktı, ellerini elbisesine sildi ve hızlıca evden çıktı. Tellalların ünlediği fermanı dikkatlice dinledi. Eeyy ahalii, ismi Runiriha olan tüm erkekler güneş batmadan şehrin meydanında toplanaa! Bu, yüce Kralımızın kesin emridir. İsmi Runiriha olup saklanan olursa cezaların en ağırıyla cezalandırılacaktır, diyorlardı. Mariska telaşla kocası Runiriha’nın dükkânına doğru koşmaya başladı. Dükkânın önüne geldiğinde Runiriha da henüz çıkmaktaydı. Karısını görünce gülümsedi. Mariska koşup kocasının boynuna sarıldı ve ağlamaya başladı. Runiriha onu sakinleştirmek için telaşlanacak bir şey yok. Meydana gidelim, ne olduğunu anlarız. Hem belki Kral kendisine Runiriha adında bir vezir arıyordur, ne dersin, dedi gülerek. Onun da yüreği sıkılıyor, nefesi daralıyordu, o da korkuyordu ama her zaman eşini rahatlatmayı kutsal bir görev bildiği için belli etmemeye çalışıyordu. Mariska rahatlamadı, ismi Runiriha olanlar ve onların yakınları da. Ama diğer insanların yürekleri biraz olsun rahatlamış, göğüsleri gevşemişti. Çünkü başkasının başına musibet gelmesine sevinilmezdi lâkin musibetin kendine uğramamasına şükredilirdi. Şükretmek rahatlatırdı. Runirihalarla birlikte herkes meydana yürüyordu. Meydanda Kralın bir sürü askeri vardı. Güneş, tepelerin ardında kaybolup hava kararmaya başladığından askerlerin kimisi meşaleler yakıyor, kimisi de Runirihaları hizaya diziyordu. Yüz kadar erkek hizaya dizildikten sonra askerlerden birisi dizilen adamlara yüksek sesle tek tek ismin Runiriha mı, diye sordu. Yüzlerine meşale tutup iyice inceledi. Sonra içlerinden bazılarının ellerini bağladılar, bazılarını serbest bıraktılar. Mariska’nın kocası da tutuklananlar arasındaydı. Mariska koşup kocasına sarılmak istediyse de askerler engel oldular. Yakınlarının ağıt ve feryatları eşliğinde ismi Runiriha olan yirmi adamı götürdüler.
Götürülenlerin yakınları yüreklerine düşen korla birlikte çaresizce evlerine dönmekten başka bir şey yapamadılar. Çünkü emir, Kralın emriydi. Çünkü Kral’a gönülden bile itiraz etmek büyük günahlardandı. O, ne emretse elbet bir bildiği vardı. Halk bilmez, Kral bilirdi. Buna böyle iman etmeyen kafir diye cehennem kuyusuna atılırdı. Kral: Zulmeden, Firavun değil. Halk: Uğradığı zulme rağmen kralına tapan, Firavun halkı değil.
Mariska kocasının bir daha dönmeyeceğini hissediyordu, kendisini zor günlerin beklediğini de. Ama karnında taşıdığı çocuğu için dört elle tutunacaktı hayata. Mariska’nın görmeden inandığı bir tanrısı vardı. Kral’dan daha büyük ve daha güçlü bir tanrı. Görmeden inandığı Tanrısından güç diledi. Hem ana hem baba olabilme gücü istedi. Dua ettikçe gönlüne hafif bir sekînet indi. Kendisini güçlenmiş hissetti. Ertesi gün kocasının mesleği olan terziliği sürdürerek geçimini sağlamak için dükkâna gitti. Dükkâna giderken yol kenarlarında oturan esnafın konuşmalarına kulak misafiri oldu. Yakınları sarayda çalışan insanların yaydığı dedikodulara göre Kral, rüyasında ben senin ezeli düşmanın Runiriha, diye gürleyen kara kaşlı, kara gözlü, saçları kulaklarına kadar uzatılmış bir gencin cebinden çıkan bir ejderha tarafından boğulduğunu görmüştü. Bunun üzerine huzuruna çağırdığı tabircilere rüyasını yorumlatmış ve yorumlara binaen küçük bir şehir büyüklüğünde olan ülkesindeki bütün kara kaşlı, kara gözlü, saçları kulaklarına kadar uzatılmış olan Runiriha isimli gençleri idam ettirmeye karar vermişti. Bunu duyan Mariska’nın yüreğindeki kor alevlendi. Kocasının öleceğini kabullenmek, hiç dönmeyeceğini kabullenmekten daha zordu. Karnında evladının kıpırtısını hissetmese belki de yaşayamazdı. İki canlı olmasa belki de tek canını kolayca verirdi.
Bir kaç gün sonra yine uğursuz bir sabaha açtı insanlar gözlerini. Horozlar yine uğursuzluk şarkıları söylüyorlardı. Güneş yine kızmış, çiçekler yine peçe çekmişti yüzlerine. Bu sefer yüreklerin belirsizlikle sıkılması uzun sürmedi. Kral’ın adamları sabahın erken saatlerinde, geçen gün tutukladıkları Runirihalardan çocuğu olanların çocuklarını da alıp götürmüşlerdi. Söylenenlere göre tabircilerden biri rüyadaki Runiriha’nın cebinden çıkan ejderhayı o hainin çocuğu olarak yorumlamıştı ve bu yüzden Kral, öldürülenlerin çocuklarını da ortadan kaldırtmayı emretmişti. Askerler o sabah Mariska’nın dükkânını da basmışlardı fakat Mariska henüz bir kaç aylık evli olduklarını ve çocukları olmadığını söyleyince gitmişlerdi. Şimdi Mariska’yı daha zor günler bekliyordu. Çocuğunu herkesten gizlemeliydi. Nasıl yapacağını bilmiyordu ama bunu yapmalıydı. Anne: Çocuğunu herkesten gizli dünyaya getirecek, adı Meryem değil. Çocuk: İnsanlardan uzak dünyaya gelecek, adı İsa değil.
Mariska kendisine geniş elbiseler dikti. Duyulur da Kral’ın kulağına gider diye korktuğundan kimseye söyleyemedi hamile olduğunu. Rüya bile olsa kocasının adı hainlere karıştı diye müşterileri azaldığından çok zor sağladı geçimini. Runiriha dönmeyecek diye kendisini evliliğe zorladıklarından reddetti akrabalarını. Her gün dükkânı kapattıktan sonra nehrin kıyısında yürüdü uzun uzun. Doğum yapmak için en uygun yeri önceden keşfetmeliydi. Günler sonra nehrin kıyısında, şehirden uzak, kimsenin uğramayacağını tahmin ettiği bir ağacın altını gözüne kestirdi. Dokuzuncu aya girdiğinde yanına biraz erzak alıp buraya çekilecekti.
Nitekim öyle de yaptı. Sekiz ay bittikten sonra sepetine koyduğu yiyeceklerle o ağacın altına yerleşti. Birkaç gün sonra da doğum sancıları başladı. Sancılarla kıvranırken görmeden iman ettiği Tanrısından yardım ve merhamet diledi… Gözlerini açtığında çocuğunu pamuklara sarılmış vaziyette yanında ağlarken buldu. Doğuma dair hiçbir şey hatırlamıyordu ama iman ettiği Tanrısının yardım ettiğini biliyordu. Şükürler etti. İmanı arttı. Runiriha gittiğinden beri ilk defa gönlünde ferahlık hissetti. Uzun zaman sonra ilk defa güldü. Kahkahalar atarak şükürler olsun Tanrım, şükürler olsun, dedi. Mariska gülüyor, bebeği ağlıyordu. Kucağına aldı çocuğunu, güzeller güzeli, bembeyaz nur topu gibi bir oğlan çocuğuydu. Bebeğinin kokusunu içine çekti. Yüzüne gözüne sürdü. Birisi görecek diye korkuyordu. Sık sık etrafını kontrol ediyordu. Çocuğu insanlardan nasıl saklayacağını düşünürken Rabbi kalbine çocuğu emzirdikten sonra nehre bırak, korkma, tasalanma. Çünkü biz onu sana geri döndüreceğiz, diye ilham etti. Mariska Rabbine tüm kalbiyle inanıyor ve güveniyordu. Oğlunu emzirdikten sonra yanında getirdiği erzak sepetinin içine koydu ve nehre bıraktı. Nehir: Kucağında bir çocuk, adı Nil değil. Çocuk: Bir nehrin kucağında, adı Musa değil.
Mariska’nın mümin gönlü Rabbine sonsuz güvense de anne yüreği dayanamıyordu ayrılığa. Bırakıp gidemiyordu. Çocuğu taşıyan sepet nehirde, Mariska nehrin kıyısında ilerliyorlardı. Uzaktan Kral’ın sarayının burçları göründü. Mariska’nın kalbi yerinden çıkacaktı. Biraz daha ilerleyince Kraliçe ve cariyelerinin nehirde yıkandıklarını gördü. Sepet onlara doğru ilerliyordu. Mariska nehre atlayıp çocuğunu almak istedi ama Rabbine karşı gelmekten korktuğu için durdu. Yüreğine taş bastı. Dualar etti. Yardım diledi. O esnada Kraliçe sepeti farketti, tuttu ve çocuğu içinden çıkardı. Sevinç çığlıkları atarak çocuğu öptü, kokladı. Havaya kaldırdı. Tekrar indirdi. Bağrına bastı. Çocuğu da alıp saraya girdiler.
Mariska yüreğinde filizlenen hasret tohumlarına bir tane daha ekleyip gözyaşlarıyla evine döndü. Kraliçe, eşine böyle güzeller güzeli bir bebeğin uğursuzluk getirmeyeceğini söyleyip çocuğu evlat edinmeleri için yalvardı. Kral dünyada sevdiği tek varlık olan karısını kıramadı ve çocuğu evlat olarak kabul etti. Ertesi gün tellallar, Kraliçe’nin göklerden gelen evlatları için süt anne aradığını duyurdular. Şehirdeki emzikli kadınların hepsi büyük bir umutla saraya gittiler fakat çocuk gelen kadınlardan hiçbirinin sütünü kabul etmedi. Mariska, tanıdık biriyle karşılaşmaktan korktuğu için bütün kadınların gitmesini bekledikten sonra girdi saraya. Korkarak ve çekinerek Kraliçe’nin huzuruna çıktı. Efendim, dedi. Ben dün doğum yaptım fakat çocuğum ölü doğdu. Dilerseniz bebeğinizi emzirmeyi deneyebilirim, dedi. Bebeği kucağına verdiler, özlemle ve hasretle kokusunu içine çekti, emzirmeye başladı. Çocuk annesinin kokusunu ve sütünü hemen tanıdı. İştahla emdi ve mışıl mışıl uyudu. Kraliçe yalvarır bir ses tonuyla Mariska’ya çocuğun süt annesi olması için teklifte bulundu. Mariska içinden va’dini yerine getiren Rabbine şükrederken Kraliçe’nin teklifini büyük bir memnuniyetle kabul etti. Çocuğun adını Mathew koydular. Mariska oğlunu dualarla emziriyor, şefkatle kucaklıyordu.
Mathew haftada bir yaş büyüyordu. Saraydakiler önce hayret etseler de çocuğun sıradan bir insan evladı değil göklerin, tanrısına sunduğu bir armağan olduğunu düşündükleri için haftada bir yaş almasını olağan karşıladılar. On beş hafta sonra on beş yaşında olan Mathew, Kral babasıyla doğa yürüyüşü yaptıkları bir gün ormanda gördüğü kemikleri sordu babasına. Bunlar ne babacığım, dedi. Bu kemikler babasının idam ettirip cesetlerini ormana bıraktırdığı günahkârların kemikleriydi. Öyle anlatmıştı Kral babası. Mathew kemiklerle oynamak istedi. Bir sürü kemik toplayıp saraya getirdi. Kemikleri birleştirip oyuncaktan bir ejderha yaptı. Ejderhanın kuyruğundan ne verse ağzından çıkıyordu. Bu oyuncağını çok sevdi. Hemen Mariska’ya koşup gösterdi. Çünkü sarayda en çok onu seviyordu. Çünkü onu en çok Mariska seviyordu. Çünkü Mathew kimseye söylemese de Mariska’nın gerçek annesi olduğunu hisleriyle biliyordu. Mariska oyuncak ejderhayı görünce çok korktu. Kralın rüyasını hatırladı. Mathew’e bunu hemen ortadan kaldırmasını söyledi. Mathew bana ne, anlamında omuzlarını silkti ve koşarak uzaklaştı. Mariska eli kalbinde Mathew’in peşinden gitti. Yeni bir hasret yaşamak istemiyordu. Biliyordu ejderhayı kim görse Kral’ın rüyasını hatırlayacaktı ve belki de Mathew’i cezalandıracaklardı.
Mathew sarayın bahçesinde, havuz başında dinlenmekte olan babasının yanına gitti. Babası yürüyüşten sonra epey yorulmuş olacaktı ki ağzı açık bir şekilde horlayarak uyuyordu. Mathew kıskıs gülerek sessizce babasının yanına sokuldu. Kral çok derin uyuduğundan hiçbir şeyin farkında değildi. Tanrılar uyurken kulların onlara bakması doğru olmadığından bahçedeki muhafızlar da çoktan çekilmişlerdi. Mathew’i Mariska’dan başka gören yoktu. Mariska, Kral uyanır korkusuyla hiçbir şey yapamıyor, yüreği ağzında uzaktan onları seyrediyordu. Mathew’in bir elinde ejderha diğer elinde daha önce oyun olsun diye yakalayıp bir kavonozun içine hapsettiği sinekler vardı. Ejderhanın ağzını babasının yüzüne yaklaştırdı. Kavanozun ağzını açıp ejderhanın kuyruğunun altına koydu. Kuyruktan giren sinekler ağızdan çıkarak Kralın ağzına burnuna doldular. Kral uyanıp karşısında ejderhayı görünce dehşete kapıldı. İçine giren sinekleri de fark edince deliye döndü. Çığlıklar atarak kafasını yere vurmaya başladı. Kafası sivri bir taşa denk geldi ve oracıkta can verdi. Tanrı: ölümü sinekten olan, Nemrut değil. Sinekler: tanrının içine giren, Nemrut’un sineği değil.
Kral’ın çığlıklarını duyan saray erkânı bahçeye çıkmıştı. Kral’ın kafasını yerlere vurmasına engel olmak istedilerse de başaramadılar. Gözleri önünde tanrıları ölmüştü. Ejderhayı farkedince gözlerini Mathew’e diktiler. On beş haftalık bu genç adam, tanrılarını öldürdüğü için hain ilan edildi. Baş vezirin emriyle darağacı kuruldu. Kraliçe’nin itirazları kabul edilmedi, askerler tarafından odasına çıkarılıp susturuldu. Mariska oğlunun ölümünü görmeye dayanamayacağı için saraydan çıktı. Eli yüreğinde, yüreği elinde kalakaldı. Ne bir adım öne atabildi ne bir adım geri gidebildi. Sarayın kapısında secdeye kapandı ve onu sana döndüreceğiz diyen Rabbini hatırladı. Dualar etti oğlu için. Kafasını kaldırdığında göğe yükselmekte olan Mathew’i gördü. Gülümseyerek el sallıyordu annesine. Gördüğünün hayal mi gerçek mi olduğunu anlamak için yeniden saraya girdi ve darağacında sallanan ejderhayı gördü. Hain Mathew’i öldürdük, tanrımızın intikamını aldık, diye bağıran adamların naralarından anladığına göre ejderhayı Mathew sanıyorlardı. Ahmaklar: öldürmek istedikleri adamı öldürdüklerini sanan, yahudiler değil. Genç adam: düşanlarından kurtarılıp göğe yükseltilen, Mesih değil.