Pusun İçinde

Yasemin Çakır

Rüzgâr, ağaçlarda kalan son yaprakları da beraberinde götürürken Gren acı içinde kıvranıyordu. Birkaç yıl önce köylerine çöken bu pus onlardan babalarını almıştı. Şimdi de o pis ellerini Gren’e uzatıyordu. Hans’ın Gren’inde ondan alınmasına tahammülü yoktu. Camı tırmalayan kuru dalların cızırtısı, Gren’in çığlıklarına karıştıkça durum içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Anneleri böyle zamanlarda gözyaşlarını tutamaz usulca mutfağa çekilirdi. Titreyen elleriyle sıcak bir şeyler hazırlar, kenardan köşeden bulabildiği kumaşlarla Gren’in üstünü biraz daha örterdi. Üzerindeki örtülere rağmen soğuk bedeni gün geçtikçe renk değiştiriyordu küçük kızın.

Köye ulaşmanın tek yolu ormandı. Pus çöktüğünden beri köylüler için ormanı geçebilmek olanaksız hâle gelmişti. Kimi karanlığından, gelen fısıltılardan, kahkahalardan korkmuştu; kimi ise cesaret edip bir çare bulmaya çalışmıştı. Babaları gibi. O gece de bir grup toplanıp ormanı geçmeyi denemişlerdi. Diğerlerinin yapamadıklarını yapabileceklerini düşlemişlerdi nedense. Ormanı geçebileceklerine, yardım getirebileceklerine inanmışlardı. O gün, sonunu görünceye dek geçirdikleri en güzel gündü. Tüm aile bir aradaydı. Öyle çok, öyle güzel gülmüşlerdi ki pus bile kıskanmıştı mutluluklarını. Bundan emindi Hans. Belki de o yüzden almıştı babalarını onlardan. Kendi, yalnızlığıyla kavrulurken onların neşesini çekememişti. Yahut kendi mutsuz olduğu için herkes mutsuz olsun istemişti. Her hâlükârda zarar vermeyi başarmıştı kötü pus. Bir karabasan gibi basmıştı köylerini.

Hans sık sık o gün babasıyla gidebilmeyi dilerdi. O zamanlarda delicesine yalvarmıştı bunun için. Oyun sanıyordu tüm bunları. Köylülerin aksine, tehlikeyi görmemek için çabalamıyordu, yalnızca anlayamıyordu neden bu denli tehlikeli olduğunu. Çocuk gözleriyle göremiyordu neşenin önemini, pusun neden onu istediğini.

Yıllar önce, pus ortaya çıktığında, ilk kurbanlar verildiğinde, köylüler ısrarla bunun sıradan bir sis olduğunu söylemişlerdi. Evleri bu ıssız karanlığa mahkum kalırken onlar neler olup bittiğini görmemeyi seçtiler. Belki de onların neşelerinin kaynağı mutlu cehalet içinde yaşamayı seçmeleriydi. Ne kördüler. Pus bunca canı alırken onlar gerçeklerle diledikleri arasına buğulu bir perde indiriverdiler. Ta ki babalarının onlardan alındığı güne dek.

O günün sonunda ormandan tüyleri diken diken eden kahkahalar duyulmuştu. Bir kez daha. İşte o zaman anlamışlardı kimsenin geri dönemeyeceğini, bunun normal bir sis olmadığını. Hiçbir at gözlüğünün gizleyemeyeceği kadar ortadaydı her şey.

Orman kurbanlarla beraber neşelerini de köyden çekip çıkarıyor, pusu gittikçe kararıyordu.

Lakin bir gün, hiç beklemedikleri bir şey oldu. Pus az da olsa aralandı. Siyah gözleri bir böceğin gözlerini andıran genç bir kız göründü. Sanki tüm ışığı yutmuş gibi kapkaranlık gözlerle onlara baktı. Çökük yanakları, gözlerinin altındaki koyu halkalarıyla uzun, ince bir figürdü. Pusun içinde, neredeyse görünür hâlde, sanki evlerin içini görüyormuş gibi herkesi teker teker inceledi. Ve ortadan kayboldu. Pus tekrar eski buğusuna kavuştu.

Birkaç gün geçmedi ki genç kız tekrar pusu aralayarak ortaya çıktı. Hırıltılı, kükreme karışımı sesiyle yarı fısıltı hâlinde konuşmaya başladı. Bu ses herkesin tüylerini diken diken etti. Soğuk giderek daha fazla hissedildi. Buz gibi bir esinti sanki korkularıyla oynuyormuş gibi enselerini ürpertip geçti.

‘‘Puss-su gerride bırrakabilmek içinn n-ne kk-kadarr illerii gid-ebileceksinisss? Hahahahaha’’

H-he-her şeyi yaparız, diye atıldı ilerideki evden bir kadın. Bir kez daha insanları tiye alarak konuştu pusun içindeki genç kız.

‘‘Appttaalllarr

Gözlerinisss varr ammaa önünüzdekileri göremiyorsunuss

Yürekleriniss varr, merhamett edemiyorsunusss

Zamanınıss varr, korrkarak heba ediyorsunusss

Yokk hiçbirrr kimliğin n-ne ruhu n-ne cannı

Ya-llnız birri ssss

Orada

Banna layık-k

Alllacağım t-tekk şeyy

O küçççük ruh, hahahaha’’

Ardından gözlerini çocukların annelerine dikerek: ‘‘Hans-ssss. Bannna layıkkkk. İssstiyoruuuum. Verrrr. Köyyünnüzden gideyim. Ssss. Ölümmü üssstünüzden çekeyyyyim. Kızınnn. Ssss. Kurtulsssun. Verrrr.’’

Anneleri gözyaşları içinde kaldı. Kimse tek kelime edemedi. Söylemelerine gerek de yoktu. Akıllarından geçeni herkes zaten biliyordu. Eğer sonunda pus gidecekse küçük çocuk feda edilebilir bir kurbandı. Annesi korkuyla çocuğunu kucağına aldı. Üzerine dikilmiş gözlerden kaçarak hızlı adımlarla eve gitti. Gren, dışarıda olanlardan habersiz sayıklıyordu. Üzerindeki soluk tülü teninden ayırt etmekte zorlandı bir süre Hans. Annesinin yüzüne takındığı ‘sorun yok’ maskesinin altındaki korkuyuysa iliklerine dek hissetti.

O gece anneleri dolu gözlerini oğlu ve kızı arasında dolandırdı durdu.

Hans, evin en küçüğü hatta neşesiydi. Babalarının ölümünün ardından evin neşesinin de kahkahaları gün geçtikçe azalmıştı. Azalmıştı ama yine de her an yüzlerini güldürebilecek bir şeyler buluyordu. Gren. Hayalperest bir mucitti, öyle diyordu. İki kardeş her gün yeni bir evren inşa eder, farklı farklı karakterlere bürünürlerdi. Biri olmadan diğerini düşünmek imkansızdı. Ortada yapılacak bir seçim yoktu. Çocuklarını feda edecek değildi. O etmeyecekti ama köylünün ona bir seçim hakkı sunacağını da düşünmüyordu.

Ölü ya da diri, köylülerin Hans’ı pusa teslim edeceğini biliyordu. Geriye tek bir seçeneği kalmıştı. Bulabildiği en uzun halatı bulup çocukları uyandırdı. Önce Hans’ın beline, ardından Gren’le kendisine bağladı. Hep birlikte gideceklerdi. Sarıp sarmaladığı kızını kucağına aldı ve oğlunu sımsıkı tuttu. Köylüler uyurken onlar ormana varmıştı bile. Gren’i ormanın girişindeki meşenin dibine yerleştirmeye çalışırken Hans şaşkınlıkla bir onlara bir arkasındaki ormana bakıyordu. Annesinin ne pahasına olursa olsun onu teslim etmeyeceğini biliyordu. Ama hep birlikte gideceklerini de düşünmemişti.

Kalbi, avlanan bir kuş gibi çırpındı. Neler olduğunu anlayamadan ormandan uzanan kemikler Hans’ı tutup kendilerine doğru çektiler. Annesi gözyaşları içinde onu yakalamaya çalıştı ama başaramadı. Kemikler Hans’ı çoktan kavramıştı. Kadın yalvardı, ormana girmeye çalıştı ama kemikler onu kolayca durdurdu. Anlamsız fısıltılara itaat ettiler. Ve pustaki kız konuştu: ‘‘Y-yalnısss onuuuuu. Sizzi issstemmiyorrrum’’

Cesetlerin bir kısmı annesini uzakta tuttu. Rüzgâr kelimeleri yok ederek onları derin bir sessizliğe mahkûm etti. Kanı çenesinden aşağı gözyaşları gibi damlarken Hans, vücudunu saran kemikler tarafından ormanın derinliklerine çekildi. Küçük çocuk uzaklaştırılırken son kez çarpık bir gülümsemeyle, gitmesini ister gibi annesine baktı.

Karanlık. Artık hiç olmadığı kadar koyuydu.