Yavaş yavaş kendini bırak, derinlere dal ne görüyorsun?Bir odanın içindeyim. Taştan duvarları var hani eski evlerde olan taşlardan. Her yanı sarmaşıklar sarmış. Buradan çıkmalıyım. Onu bulmalıyım. Oğlumu bulmalıyım. Kapı görüyor musun? Kapıyı aç ve odadan çık.
Meğerse ahşap kocaman bir kapı odanın köşesinde duruyormuş. Kapıyı kendime doğru çektim. Gıcırtısı başımı ağrıtıyor. Kapı çok ağır. Koridora çıktım. Ne tarafa gitmeliyim? Kimse var mı? Merhabaaaa kimseee var mııı? Oğlummmm neredesinnn? Sakinleş, etrafına bak ne görüyorsun? İki taraflı sonunu göremediğim koridorlar var. Koridorun iki tarafında da karşılıklı kapılar var. Karşımdaki odanın kapısını açmayı deniyorum ama olmuyor. Kapı çok ağır açılmıyor. Neden açılmıyor? Bir tokmağı çeviremeyecek kadar aciz miyim ben? Oğlummmm! Oğlumm neredesin yavrum? Sakinleş, diğer kapıları dene. Başka bir kapıya doğru ilerliyorum. Gözlerim göremeyecek kadar yorgun olmasına rağmen ağlamayı hiç bırakmıyor. Neden ağlıyor gözlerim? Bu kapı da açılmıyor. Başka bir kapı daha deniyorum. Açılmıyor. Kaç saat oldu? Gücüm kalmadı artık. Neden hiç bir kapıyı açamıyorum. Ne ara bu kadar aciz kaldım. Oğlumu bulmam lazım. Merdivenin yanında bir kapı daha var. Aç. Ne zamandır oradaydı bu kapı? Gözlerim seçemiyor artık. Tokmağı çeviriyorum. Çok ağır. Kapıyı kendime doğru çekiyorum. Sonunda kapıyı açtım. İçinde bir adam var. Otuzlu yaşlarında. Camın önüne oturmuş. Dışarıyı izliyor. Yüzünü tam seçemiyorum. Boynu bükülmüş. Saçları ağarmış. Parmağındaki alyans solmuş. Kapı o kadar gürültüyle açıldı neden tepki vermedi? Neden dönüp bakmadı? Neden cevap vermiyor? Karşısına otur. Kim bu adam? Karşısındaki sandalyeye oturdum. Dönüp bakmadı. Farkında değildi geldiğimin diyeceğim ama bir fincan çay hazırlamış. Hala sıcak. Demek ki bekliyordu beni. Ama nereden bildi ki bu vakit geleceğimi? Hem kimdi ki bildi beni?
-Kimsin sen?
-...
-Ses etmeyecek misin?
-...
-Ne olursun konuş? Muhtacım birilerine anlatmaya. Oğlumu bulmam lazım.
-Muhtaç değilsin.
-Ne hakla dersin bunu?
-Hep bekledim seni. Bana gelmeni. Sığınmanı. Anlatmanı.
-Kimsin sen?
-Gelmedin. Konuşmadın. Hep orada durdun. Bekledin. Sadece beklemedin. Yıllarca aradın. Aradıkça kaybettin. Gözlerin eridi. Ruhun söndü. Bakmadın bana. Görmedin beni. Sesimi dahi çıkaramıyorsun. Yüzümü dahi göremiyorsun. Sen hiç muhtaç olmadın. Sen acını hep taşıdın. Sessizce. Sen beklerken leylak ağçlarının altında ben seni bekledim.
Baktığı yere dönüp baktım. Muhteşem bir bahçeyi görüyordu. Nefesim kesildi. Sarmaşıklar dış dünyayla iletişimi kesmişti. Tüm bahçe leylak ağaçlarıyla kaplıydı. Renk renk leylaklar. Nefesim kesildi. Çok güzeldi. Özenle dikildiği belliydi. Leylakların arasında bir kadın oturuyordu. Otuzlarında olan bu kadın sade bir elbise giymişti. Başına sade bir örtü almıştı. Omzundaki şal pembeden kırmızıya dönük bir renkti. Şalın üstündeki çiçekler solmuştu. Belli ki yıllardır kadınla birlikteydi. Dışarı ile bağı olmayan bu bahçeye göre giyinmiş bir kadındı. Kadın ifadesizdi. Parmağındaki alyans solmuştu. Önündeki masada bir defter vardı. Defteri izliyordu. Ne vardı defterin içinde. Bu kadın kimdi. Kafamdaki sorular yoğunlaşmaya başladığı sırada adam konuşmaya başladı.
-Leylakların anlamını bilir misin? Elbetteki bilirsin. Sen leylakları çok seversin. Derdini sıkıntını paylaşacağın bir dost, sevgili olduğumu hatırla diye Pembe leylaklar diktim. Beyaz leylaklar sendin. Saflığı ve içtenliği anlatır. Mor leylaklar bendim. Güvenilmek ve ilk aşk. Ne de güzel baktın bana. En çok da Mavi leylaklar diktim. Mutluluğu ve hüznü temsil eden Mavi leylaklar huzurun gelmesi için dileğimdi. Oğlumuzun gelmesi için dileğimdi.
-Oğlumuz…
-Bil kırgın değilim. Mutsuz değildim. Leylak ağaçlarını birlikte büyüttük. Ne kadar kedere bürünsen de sevgilim, suya muhtaç olan leylak ağaçlarından senin için diktiğim leylak ağaçlarından merhametini eksik etmedin. Vedalaş. Bahçeye git. -Bilirsin özürlere inanmam. Telafi edilmesi gerektiğini düşünürüm hep. Lakin telafi edebileceğimiz bir vaktimiz kalmadı sevgilim. Bir rüya gördüm. Onu anlatmaya gittim. Anlatmamı bekledikleri kişiye anlatamadım rüyamızı. Size de anlatamazdım rüyamızı. Bulamıyorum sizi. Sizi bulmam için yolladı beni buraya. Hatırladım. Şimdi hatırlayabildim. Mahcubum sana sevgilim. Zamanla eriyen sadece gözlerim değildi. Rüyamızı anlatmak için geldim buraya.
-Biliyorum sevgilim rüyamızı. Leylakların arasındaki kadın seni bekliyor. Ona anlatmalısın. O yardım edecek bulmana. Hoşçakal, minettarım seninle geçirdiğim ömre. Çiçekler gibi açtı, çiçekler gibi soldu ömrümüz. Değil bir ömür bin ömür beklerim seni sevgilim. Hoşçakal.
-Hoşçakal…
Odadan çıktığımda leylakların kokusu yüzüme çarptı. Nasıl oldu da fark edemedim böylesine eşsiz ve keskinken. Ne kadar da acizleşmişim. Leylak kokusunu takip ettim. Koridorun sonundaki merdivenlerden yavaş yavaş aşağıya indim. Bahar güneşi selamladı. Sıcak, sevecen ve canlandıran. Hafif esen rüzgar, kuş cıvıltıları, kelebekler ve leylak ağaçlarının arasındaki kadın. Ona doğru ilerledim. İlerledikçe gözlerim ağardı. Karşısına oturdum. Bana baktı. Gülümsedi. Konuşmaya başladı.
- Omzundaki şal çok güzelmiş.
-Efendim? şal?
Omzumdaki şalı yeni fark ettim. Bunu da çok geç fark ettim. Pembeden kırmızıya üzerindeki çiçeklerin solduğu bir şal. Karşısındakinin biraz daha yıllanmış hali. Karşılık verdim.
-Demi? Çok severim bu şalı bilirsin. Uzun süre bizimleydi. Bunu kaybetmedik. Keşke diğerlerini de kaybetmeseydik.
-Biz hiçbir şeyi kaybetmedik. Biliyorsun. Sadece yavaştık. Yetişemedik.
Gülümsedi. Onun gülümsemesi yüreğime battı.
-Haklısın. Anlatmaya geldim.
-Biliyorum. Rüyamızı biliyorum.
Önündeki deftere baktı. Fotoğraflara. Fotoğraflarımıza.
-Oğlum nerede? Rüyamızı ona anlatmalıyım.
-Seni ona götürmek isterdim ama bu bahçeden ayrılamam. Sana nerede olduğunu söyleyeceğim. Fakat biliyorsun nerede olduğunu. Sarmaşıkların ardında bir kapı var. O kapının ardında. Yüreğim, yüreğim ağırlaştı. Nefesim kesildi. Sonunda sonunda bulabilecek miyim oğlumu? Sakinleş. Sarmaşıkların ardındaki kapıyı aç. Sarmaşıklara vardım. Sarmaşıkları koparmam lazım her yeri sarmışlar. Dikenler batıyor. Canım acıyor. Neden ağlıyorum? Oğlum, oğlum orada mısın? Kaç saat oldu? Saatlerdir sarmaşıkları yoluyor gibiyim. Tokmağı sonunda gördüm. Kapıyı açtım. Kocaman bir odadayım. Ne görüyorsun? Göremiyorum. Gözlerim artık tamamıyla ağardı. Oğlumm… Burada mısın? Ses et ne olur. Bir tıkırtı duydum galiba. Ayak sesleri bana doğru koşan ayak sesleri. Sarıldı. Sımsıkı sarıldı bana. Oğlum kokuyor. Onun bedeninin küçüklüğünde. Bu gözler ağlamak dışında neye yarar? Evladımı göremedikten sonra neye yarar? -Anne neden bana sarılmıyorsun?
-Ellerim kan içinde yavrum, yıkayayım olmaz mı?
-Kana bulanmamış anne ellerin hiçbir zamanda bulanmamıştı.
-Affet yavrum, affet açamadım kapıyı. Açılmadı kapı ne yaptıysam olmadı.
-Senin hatan değildi anne, tokmak erimişti. Ben çok uzun süre içeride kalmıştım.
-Affet nolur affet
-Sarıl bana anne seni çok özledim. Rüyamızı anlat bana…
**Yavaş yavaş kendine gel, kapıları ört, gözlerini aç.
-Doktor hanım gözlerimi açmak istemiyorum.
-Dinlenin biraz hazır olduğunuzda konuşun benimle.
Yaklaşık bir saat sonra kendime gelebildim. Ağlamaktan yorulmuş olsam da ruhum dindi. Sakinleştiğimi fark eden Doktor hanım konuşmaya başladı.
-Biliyorsunuz başlamadan önce de uyarmıştım Zihin sarayı yöntemi oldukça tehlikelidir diye. Zihin sarayına girebilmek için girdiğiniz trans hali rüya alemi gibi değil. İkisi de tehlikeli alemlerdir. İnsan rüyalarıyla, zihniyle farklı zamanlara ve gerçekliklere gidebilmekte. Bu kadar bilinmeyenin olduğu alemlerde şükür ki zihniniz bazı odaları kilitledi. Zihin sarayınızda girmeniz gereken odalara girebildiniz. Karşılaşmak, bulmak istediklerinizi buldunuz.
Doktor hanımın bu söylediklerine gülümsemeyle karşılık verdim. Anlayışlı bakışları tatlı tebessümü ile sordu.
-Rüyanızı anlatabildiniz mi?